Turgut Tarhanlı
Yeni anayasa ama nasıl bir ‘yeni’ anayasa? Bu soru, mevcut anayasa ile yüzleşmeden ya da onun ruhuna vakıf olmadan cevaplanması havada kalacak bir sorudur.
Askerî yönetimin 1980 sonrasında tasarladığı anayasa modeli, her ne kadar bir erkler ayrılığı (ya da kuvvetler ayrılığı) ilkesine yer vermiş gözükse de, yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişkilerin tanzimi bakımından yürütme kanadının açıkça asimetrik bir üstünlüğe sahip olmasını hedeflemişti. Bu iradeyi hem anayasa metninin dilinde hem de kurduğu yapının işleyiş biçimi ve aygıtlarında bulmak mümkündür.
Örneğin yürütmenin türev değil aslî ‘yetkiye’ sahip bir erk olarak tanımlanması bu açıdan önemlidir. Dolayısıyla ‘yürütme yetkisi ve görevi’ şeklinde bir tanım yapılarak, yasama ve yargı yanında, yürütmenin de aslî ve türev olmayan yetkiye sahip bir erk olarak tanımlanması açık bir göstergedir. Yürütme erkinin başı olarak, Cumhurbaşkanı’na tanınan ‘görev ve yetkiler’in de ortaya koyduğu uzun ve tüm devlet işlevleriyle ilgili liste bu iradenin nasıl uygulanacağı konusunda daha somut bir bilgi sunar.
Kökleri 1980 darbesiyle atılmış anayasa denklemi
Dolayısıyla, bugün ‘yeni’ sayılacak bir anayasa hazırlama çabası yakın geçmişteki, o erkler arasında kurulan asimetrik ilişkiler denkleminden ne ölçüde uzak ya da ona ne ölçüde yakın olacaktır? Böyle bir soruyu sorarken, aslında askerî yönetim döneminde inşa edilen anayasal düzenin ruhunun, o tasarıma uygun ama ‘yeni’ bir model yönünde geliştirilmesi ve güçlendirilmesi olasılığını gözden uzak tutmak olanaksızdır. Kısaca, tartışılan ve iktidar partisi tarafından savunulan başkanlık sistemi, tam da bu olasılığın gerçekleşmesi, kökleri 1980 darbesiyle atılmış anayasa denklemi ve devlet aygıtlarının yetki ve görev tasarımıyla ilgili modelin bir sonraki adımını oluşturur bir tablo sunuyor.
Mevcut anayasa modelinin önemli ve bir demokrasi bakımından endişeyle karşılanması gereken özelliklerinden birisi de, erkler arası denge ve denetim mekanizmalarının özellikle yürütme erki lehine bir asimetriyle tasarlanmasıydı. Başka bir ifadeyle, yürütme ve idarenin denetime bağlı tutulamayacak, hesabı verilemeyecek bazı kapalı alanlara sahip kılınmasıydı. Bu durum, hukuk devleti ilkesi bakımından önemli bir sorundur. Öte yandan, bireyler ve toplulukların haklarının korunmasına ilişkin devlet-toplum ya da birey-idare ilişkilerinde de kendini gösteren, hak alanlarının sınırlandırıcı bir çerçeveyle çizildiği sorunları da doğurur. Daha sonraki yıllarda, özellikle anayasanın hak ve özgürlüklere ilişkin hükümlerinde farklı dönemlere yayılan değişiklikler gerçekleştirilmişse de, bunlar ya uygulamada çok etkili kılınmamış ya da anayasanın temas ettiğim o yapısal ilişkiler karakteri nedeniyle etkisi sınırlı kalmıştır.
İşin ilginç tarafı, özellikle iktidar partisine yakın bir çevrede, ‘yeni’ anayasa hazırlığı yolunda bir kampanya dili ve etkinlikleri kendini göstermeye başlasa da, bunlara hakim genel tavır, yukarda temas ettiğim o 12 Eylül dönemi anayasasının, özellikle devlet aygıtlarının işleyişine dair sahip olduğu temel siyasî tercihlerden hiç uzakta olmadığıdır.
Bu konuda mevcut iktidar partisine yakın bir konumda bulunan bazı yorumcuların ortaya koydukları ve büyük bir olasılıkla yeni anayasa hazırlığı çalışmalarına da aksettirilecek akideler arasından bazı seçmeler yaparak bu tavrı somutlaştırmak isterim. Bu görüşlerin ve bu yöndeki çalışmaların büyük çoğunluğu başkanlık modelinin nimetlerine odaklanmış görünüyor. Örneğin, esasen başkanlık sistemine yönelik bir kamuoyu algısı oluşturmak üzere hazırlandığı anlaşılan bir internet sitesinde (bkz. http://tamolsun.com/kamuoyu/gorusler, “Görüşler” başlığı altında sunulan öneriler.), şöyle bir görüş demetinin sunulduğunu görüyoruz:
Başkanlık sisteminin yer aldığı yeni anayasa ile, “Parti liderlerinin bugünkü gibi sultası kalmayacak”; “sistemin yürümesi çok hızlanacak. Karar çok daha kolay alınacak”; “Halkın sadece seçimden seçime etkili olduğu değil, iki seçim arasında da aktif olduğu bir sistem kurulacaktır”; “Halkın meclise doğrudan kanun teklif hakkı verebilmesi mümkün olacak”; “Devlet açık ve şeffaf, çoğulculuğa yakın bir şekilde yapılandırılacak”; “Seçilmiş başkan bürokratik tüm pratiklerin sorumluluğunu alacak”; “Seçilen hükümetler daha hızlı bir karar alma mekanizmasıyla beş yıllık hükümet planlarını ve yürütme vaatlerini gerçekleştirebilme imkânına kavuşmuş olacak”; “Darbeler döneminde gasp edilen haklar, geri alınamaz bir şekilde halka iade edilecek”; “Başkanlık parlamenter sisteme nazaran daha hızlı karar almayı mümkün kılacak”; “Yeni anayasa ithal bir çalışmanın ürünü değil, yerli bir anlayışın ürünü olmalı”; “Yeni anayasa plebisiter yönetime uygun bir anayasa olmalıdır.”
Başkanlık modelinin uygulanması için
Bazıları kamusal pozisyonlarda da bulunan kişilerce dile getirilen bu görüşler demetine göz atıldığında, bir demokrasi için asıl önemli sorunun “Ne?” sorusunda değil, “Nasıl?” sorusunun cevabında yattığını hatırlamak ve önemsemek kaçınılmazdır. Oysa bu görüşlerde, “Nasıl?” sorusuna verilecek cevaplardan çok, belli varsayımsal sonuçlara indirgenmiş bir anayasa modeli hayalinin ön planda tutulduğu aşikâr. Diğer bir ifadeyle, ‘süreç’ yerine ‘sonuç’ vurgusunun ön planda tutulduğu görüşlerdir bunlar. Savunulan, belli sonuçların öngörülen yeni anayasa ile sağlanacağı ve bunda başkanlık sisteminin tartışmasız avantajlarının bulunduğu yönünde bir söylemdir.
Ön planda tutulan bu yaklaşım, devlet aygıtlarının işleyişine ve toplum-devlet ilişkilerinin seyrine dair bir süreç odaklılıkla ilgili değildir. Bu konuda bir belirsizliğin bulunmasına rağmen bunun doğuracağı muhayyel sonuca atfedilen aşırı önem vurgusu, yapılmak istenenin bir anayasa değişikliğinden çok, anayasa değişikliğinin başkanlık modelinin uygulanması için uygun bir form oluşturmasında olduğunu düşündürür. Bu husus, sadece siyasî bir yaklaşım olarak kalsa bile (ki öyle görünmüyor), bunun altının çizilmesi gerekir.
Öte yandan, süreç vurgusunu, bir anayasa hazırlık süreci bağlamında da değerlendirmek gerekir. Bu nedenle, ilgili literatürde ‘süreç anayasacılığı’ diye bir kavrama yer verilir. Bunu, hazırlık sürecine genel olarak katılım olarak değerlendirmek mümkün olsa da, asıl hazırlık süreci içinde ve elbette anayasa taslağı üzerinde bir değişiklik yapabilme etkisiyle ölçmek gerekir. Son haftalarda, Türkiye’deki hazırlık metodolojisine dikkat çekmek açısından, Güney Afrika Cumhuriyeti ve İzlanda’daki anayasa hazırlık modellerine atıfta bulunulduğunu görsek de, her iki modelin de Türkiye’yle uygunluğu tartışması bir yana, Türkiye’de seslendirilen görüşler ışığında, o deneyimlerle birçok bakımdan alâkası olmayan bir ortamda bulunduğumuz tartışmasızdır.
Sonuçta, hazırlık sürecine “Nasıl?” sorusu üzerinden bakarken, ‘katılım’ faktörü gözden uzak tutulmamalıdır ve bu, haklar ve özgürlükleri kullanarak gerçekleştirilecek bir çabadır.
Bir kısmı fazla abartılı bir iyimserlik taşıyan ama genelde vasat bir ‘yenilik’ görüntüsü veren, yukarıda değindiğim o görüşler demeti (ve başka kanallardan sunulan benzerleri) ya da Türkiye’de yeni bir anayasa hazırlığı yapmanın yolları ve temel meselelerinin tartışılması, herhalde bugünün Türkiye ortamı dışında, muhayyel bir âlemde tartışılacak değildir. Dolayısıyla bütün bir hazırlık sürecinin ve o bağlamda yapılmak istenenlerin aynı zamanda siyasî bir anlam taşıdığını gözden uzak tutmamak gerekir.
Haklar ve özgürlükler
Yıllardır mevcut anayasanın ve verili siyaset ortamının sahici bir siyaset yapmayı mümkün kılmayan karakterinin temel bir eleştiri konusu olduğunu herhalde hâlâ hatırlıyoruz. ‘Sahici siyaset yapma’ denilen o durum, haklar ve özgürlükler kullanılmaksızın mümkün müdür? Özellikle katılım hakları olarak da okunabilecek, düşünce ve ifade özgürlüğü; barışçı toplantı ve gösteri özgürlüğü; örgütlenme özgürlüğü; siyasî örgütlenme ve katılım özgürlüğü; bilimsel (akademik) ifade özgürlüğü; sanatsal ifade ve yaratıcılık ve bunları yayma özgürlükleri bu alanda ilk akla gelen haklardır.
Genel olarak ve özellikle bu haklar ve özgürlüklerle ilgili sınırlayıcı, hatta kısıtlayıcı yasal çerçeve, politikalar, bazı keyfî davranışlar ve bunları yapısal bir karaktere sahip kılma yönündeki çabaların gerçek olmadığı iddia edilemez.
Bu verili ortama paralel olarak dikkate alınması gereken iki parametrenin anayasa hazırlığı konusunda da bir etkiye sahip olacağını düşünüyorum ki, ilk emareleriyle zaten karşılaşmaktayız.
Bunların ilki, son yıllarda gitgide daha fazla tekrarlanan ‘özgürlük-güvenlik dengesi’ söylemi gibi dengeci (dolayısıyla muhafazakâr) bir politika enstrümanının iktidar ve hatta muhalefet nezdinde yarattığı cazibedir. Bu yaklaşımın haklar ve özgürlüklerden yana olmaktan çok onları sınırlandırıcı bir etki yaratmakta, ‘güvenlik’ ağırlıklı bir politika önceliğini dillendirmekte kullanılıyor olması şaşırtıcı değil. İkinci parametre ise, öncekiyle bağlantılı olarak, devlet faaliyetlerinde olağan bir yönetim ve işleyişi geride tutarak, özellikle güvenlik kaygısına dayalı bir gerekçeyle ‘olağanüstülüğe’ meyletme hâlidir. Yani bir ‘olağanüstülüğü’, ‘istisna hâli’ni yüceltme yaklaşımı ve politikasıdır.
İkinci mesele bakımından esas olan, hukuka ve norma önem atfeden bir yaklaşıma kıyasla, yürütme ve idarenin elinin daha da güçlendirildiği, kısaca yönetme kudretinin esas alındığı bir temellendirme biçimidir. Bunun, siyaset ve hukuk kuramı bakımından, Carl Schmitt’in, 1920’lere varan bir geçmişte ürettiği çalışmalarına kadar geriye götürülebilecek bir mazisi var. Ama 20./21. yüzyıl siyaset kuramının da ilgisi dâhilinde bir meseledir.
Her iki parametre, yukarda temas ettiğim, mevcut Türkiye anayasasını kotaran siyasî ortam ve zihniyet iklimiyle yüzleşip ondan uzaklaşacak bir kopuş anayasasına güç kazandıracak tercihler ve politikaların tam karşısında bir duruşu ya da cepheyi tahkim etmenin araçları olarak anlam kazanıyor.
Bugün, bir anayasa hazırlığı süreci meselesi, bu açık/örtülü ya da doğrudan/dolaylı geliştirilen siyasî (ve ayrıca yasal) ölçülerden uzakta değerlendirilemez. Bu duruma karşı geliştirilecek söylemin hareket alanı da bu tartışmadan ari değildir.
Sonuç olarak, 12 Eylül dönemi yasalarıyla başlayıp aynı daraltıcı doğrultudaki düzenlemelerle genişletildiği üzere, katılım haklarının yerlerde süründüğü; haklara yönelik müdahalelere karşı hukuk önündeki başvurularda, yargının bir ‘üçüncü taraf olma’ işlevlerinde ciddi zafiyetin kendini gösterdiği; bir anayasa hazırlığı için hayatî öneme sahip bu parametreler ışığında, gerçekten yeni bir anayasa hazırlanması gerekiyorsa, öncelik yukarda temas ettiğim konularda gereken yasal değişikliklerin yapılmasıdır; ‘başkancı’ bir anayasa modeli değil.