Fatma Akdokur
Türkiye’de İslamcılık hareketinin ana bir damarını teşkil eden ve kamusal görünürlükte öncü bir rol üstlenenler şüphesiz kadınlardır. Tarihsel evreler şeklinde izini sürmeye çalışacağımız kadınların, bu ana damar ve öncü rolü nasıl inşa ettiklerini de anlamaya çalışacağız.
Türkiye’de “Müslümanların” bağımsız siyaset dünyasında varlık göstermeye başlamalarıyla beraber, kadın dünyasında da ciddi bir hareketlilik gözlemlemek mümkün olmuştur. Millî Nizam Partisi’nin süreç içerisinde Millî Görüş olarak gelenek kazanması, söz konusu partinin gerisinde duran ama onu “manevî bir mihver” gibi koruyan Mehmet Zahid Kotku’nun müritleri arasında, toplum içinde ve dünyaya dair sözü olan kadınların görünürlüğüne de zemin teşkil etmiştir.
Hem tekke hem siyaset ilgisinin birleştiği bir yolun adı diyebileceğimiz Millî Görüş geleneğindeki İslamcı kadınların kamusal görünürlüğünü, resmî olarak yüzde 99’u Müslüman ve günlük yaşamda yüzde 70’lere varan büyük bir kesimini başörtülü kadınların oluşturduğu bir toplumda, onlardan farklı ve bir iddia sahibi olarak öne çıktıkları üniversiteler ve çalışma hayatı bağlamında ve tabii ki “başörtüsü mücadelesi” paralelinde izlemek mümkün olmaktadır.
Seksen Öncesi
Yazar Şule Yüksel Şenler (Hür Söz, Yeni İstiklal, Babıali’de Sabah gazetelerinde kadın sayfası yaptı. Bugün gazetesinde 1967-71’de köşe yazarı idi. Seher Vakti dergisi başyazarı oldu. 1971’de hapis yattı. 1980’den sonra Zaman ve Millî Gazete‘de yazdı) 1960’lı yıllarda hem kendine özgü baş örtme stili, hem çeşitli gazetelerdeki yazı ve ülke genelindeki konferanslarıyla, bir Müslüman kadının içinde bulunduğu dünyaya dair değiştirme, dönüştürme çabasını içeren eleştiri ve önerileriyle Türkiye İslamcılığı’nda öne çıkan bir isim olmuştu. Şahsen “Türkiye İslamcılığı” derken düşünsel bakıştan ziyade coğrafî aidiyetten yola çıkmaktayım. Zira bilebildiğim kadarıyla ne Şule Hanım’ın ne de diğer İslamcıların, hatta erken dönem biz gençlerin zihninde bir “coğrafyayla kayıtlılık” söz konusu değildi. Şule Hanım’ın tutumu, alışılagelenin dışındaydı. Diğer kadınlar yani annelerimiz gibi başını örtmüyor, onlar gibi yalnızca ev içinde ve eve dair sorumlulukla hareket etmiyor, yazıyor, konuşuyor, konuştuğu erkekleri dahi heyecanlandırıyor, erkek sahası olarak görülen siyasete dair bir şeyler söylüyor, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın başörtülü kadınlara yaptığı uyarıya aynı sertlikte bir uyarı ve çağrıyla cevap veriyor, hatta hapse giriyor.
1968 Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan’ın başörtüsü mücadelesine sahne oluyor. Fakültede boykot yapılıyor, dekan istifa ediyor. Ama öğrencinin de derslere girmesi yasaklanıyor.
Yine 1974’te Emine Aykenar’ın barodan atılması başörtülü kadın ve Türkiye İslamcı kadınlarının serüveninin başörtüsü yasakları ve mücadelesiyle içi içe gelişmesinin de önemli bir örneği olarak önümüzde durur.
MNP-MSP çizgisinde partinin ileri gelenlerinin eşleri 1970’lerde Türkiye kadınlarının İslamcı çizgisi için önemli birer örnek teşkil etmekteydi. Partinin illerde ve hatta ilçelerde yapılan çeşitli toplantılarında bu partili kadınların duruşu ile doğru orantılı olarak ülke sathında kadınların dışarıya çıkma, farklı illere seyahat etme imkânını beslenmiş; toplantılar, konferanslar ve çeşitli tiyatro gösterileriyle kendilerine gelenek dışında yeni bir kimlik geliştirmeleri kolaylaşmıştı.
Yine 70’li yıllar, İslamcı kadınların STK’laşma (Dr. Gülsen Ataseven, Eczacı Fevziye Nuroğlu, Fatma Çalıkavak Kutbî, Mukaddes Çıtlak, Öğretmen Ayla Ağabegüm gibi isimlerle 1973’te Hanımlar İlim ve Kültür Derneği örneği) yoluyla toplumsal duyarlılık geliştirmelerinin, bu duyarlılıkla bilhassa üniversite öğrencilerine sahiplenip onların dinî/İslamcı kimlik oluşturmalarına yardımcı olduklarının görüldüğü yıllardı. Sözün en başında da değindiğim gibi, bu yıllarda bilhassa Mehmet Efendi ve Sami Efendi gibi manevî önderlerin de önemli ölçüde katkı ve rehberlikleri kadınların üniversite merkezli İslamcı kimlik geliştirmelerinde dikkate değerdir. Tabii bu arada Mahmut Efendi merkezli anlayışın yeni yeni üniversitelerde görülmeye başlayan başörtülü kızları İslam adına eve davet faaliyeti de bir başka sorunu besler nitelikte yetmişlerin sonlarında etki alanı oluşturmaya da başlamıştı. Zira sistemin okullarında “Müslüman kimlikle yer almanın anlamı” tartışmalarının yanı sıra kadınların evde olmalarının makbuliyeti de az sayıdaki başörtülü öğrencilerin çeşitli çelişkiler ve çatışmalar arasında kalmasına sebep olmaktaydı.
İzleyebildiğim kadarıyla, kadın dünyasında İslamcılık kendini kurtarmanın yanı sıra içinde bulunduğu dünyanın, insanların da kurtuluşuna çaba sarf etmeyi gerekli kılan bir kabuldür. Bu sebeple, her ne kadar İslamcı kadın hareketi aslen şehirli, hatta biraz elit bir kimlik olarak uç verse de, süreç içerisinde dünyevî taleplerin olabildiğince aza indirgendiği, uhrevî kurtuluş için tevazu temelli ama diğerlerinin, bütün insanlığın kurtuluşu için de sistem başta olmak üzere büyük değişikliklerin hayata geçirilmesini gerekli kılan, gerekirse bu uğurda anne-baba dahil ailenin bile gözden çıkarılabildiği bir direnişi ve iddiayı da içermekteydi.
Direnişçi ve dönüştürücü kadın kimliği iddiası, bilhassa 1980’ler arifesinde yayınlanan Şura, Tevhid ve Hicret gibi çeşitli İslamcı dergilerin etki ve katkısıyla başörtülü kimlikle özdeş bir varlık alanı inşasını da beraberinde götürüyordu. Siyah başörtüsü ve elinde direniş bayraklı “Zeynepler” profili, ciddi anlamda “başörtülü mücahide” imgesini besleyen logolarla süslü dergi kapakları nasıl bir kadın tipi oluşması gerektiğini tetikleyen unsurlar olarak “İslamcı kadını” inşa iddiası taşımaktaydı. 70’li yılların “Ne sağcıyız, ne solcu, İslamcıyız İslamcı”, “Ne kapitalizm, ne sosyalizm, tek yol İslam” anlayışıyla ve bütün mazlumları kuşatan bir İslam devleti ülküsüyle hareket ve bunun da kadınlarsız olmayacağı fikri, yani kadınları, kendilerini değersiz kılan geleneksel dinî algıların ötesine taşıyan bir anlayışla tasvir, 80’li yılların İslamcılığının kadın merkezindeki gelişiminde önemli olmuştur.
1979 İran devrimi ile büyük bir soluk bulan Türkiye İslamcılığı bilhassa İslamcı kadın tipolojisini o çıkıp geldiği kaynaktan önemli ölçüde farklı kılarak uzağa düşürüyor; belki de daha doğru bir ifadeyle ayrı ayrı/çeşitli İslamcı kadın görünürlüğüne yol açıyordu.
80’li yıllar, Türkiye’de legal siyaset alanının ortadan kaldırılmasıyla da irtibatlı olarak, 79 İran devriminin de çok önemli bir kaynak etkisiyle, İslamcılığın yeni yüzlerinin, yeni gruplaşmalarının oluşmasını tetiklemiştir. “Radikal” denilen ve kadın-erkek ilişkisini alışkın olunanın dışına çıkaran bir birlikteliği gösteren ve İslam devleti düşüncesi merkezli yapıların yanı sıra, çeşitli vakıf ve dernekler etrafında kümelenen ve daha mutedil, belki biraz daha gelenek merkezli düşünce grupları sessiz ve derinden bir gidişle kendisini göstermiştir. Diğer bir deyişle, İslamcılık bir tarafta “radikal” bir seyir izlerken, diğer taraftan da Özal’lı yıllar diyebileceğimiz dönemde daha ılımlı, uzlaşmacı ve hatta kadınlar dünyasında “Feminist İslamcılar” olarak nitelenebilecek kümeleşmelere de imkân veren bir farklılaşmayı kucaklayan geniş bir havza görünümüne evrilmişti.
Üniversitelerde sayıları artan ve zamanla Kız İmam Hatip Liselilerin mezunlarıyla da kat kat çoğalan başörtülüler, 80’li yılların İslamcılığının bu görünür evrilmesinde önemli roller üstlendiler.
Mehmet Efendi’nin yerini alan Esad Coşan Hocaefendi’nin kız öğrencilere özel önem ve ilgisiyle Kadın ve Aile dergisi, Yeni Asya çevresi Nurcularının Bizim Aile, o gün itibariyle daha kadın diline sahip olmakla beraber daha bir İslamcı Mektup dergisi, kadın dergileri etrafında gündeme dair, hayatın içinde ve Mektup hariç sınırları belli bir İslamcı kadın hareketinin izlerini sürmemizi sağlayan yayınlar olarak öne çıkmıştır. Mektup kadınların kaleminden kadın erkek herkese, ilkesi ile köktenci, direniş ve değişim talepli diliyle geniş bir etki alanı da oluşturuyordu.
Bu çevrelerin dışında ve belki de bağımsız kadın kimliğinin inşasında önemli rol alan radikal İslamcılar arasında da üniversite çevresinden önemli bir kadın kitlesi, o yılların İslamcı kadın görünürlüğünde aksiyoner olarak öne çıkmıştır. Dönemin başörtüsü yasaklarıyla da kendisini gösterdiği o yıllar, İslamcı kadınları erkeklere rağmen Türkiye İslamcılığının rengini ve gidişatını belirleyen ana aktör konumuna yükseltmiştir.
Başörtüsü mücadelesinden bağımsız olarak o günkü Zaman gazetesinde Ali Bulaç ile çeşitli yazılar yoluyla tartışan bazı kadınlar (Elif Halime Toros, Mualla Kavuncu Gülnaz, Tuba Tuncer, Yıldız Kavuncu) İslamîlik ve İslamcılık arasında bir çizgide geleneksel kodlarla kadınları sınırlayan anlayışlara karşı kadın vurgulu itirazları yükselterek İslamcı kadın hareketindeki farklı bir rengi izhar etmişlerdi.
1987 yılı Ankara İlahiyat merkezli Türkiye geneline yayılan ve yasakların sınırlı uygulamasından kaynaklanan parçalı başörtüsü direnişleri ise, Özal’lı ANAP iktidarının naif ortamında kadın-erkek dayanışmasının görüldüğü, ancak kadınların sınırlarını ya da sınırsızlıklarını keşfetmelerinde bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Zira üniversite yönetimiyle veya siyasî çevrelerle yapılan pazarlıklarda kız öğrencilerin etkinliği ve kararlılığı, bedel ve hak denkleminde yeni kadın kimliğinin inşasının habercisi olarak değerlendirilmeyi hak eder niteliktedir.
28 Şubat ve 90’lı yıllar
1990’ların başında Mazlum-der’in kurulması, derneğin kuruluşunda bazı kadınların fiilî ya da resmî kurucu olarak sorumluluk üstlenmesi (Av. Zeynep Şen Sayımlar, kuruluş çalışmalarında büyük emeği olan biridir) ve neticede yönetimde, kadın komisyonu, kadın kolu gibi yapılanmalar olmaksızın doğrudan kadınların yer alabilmesi, İslamcı kadınların başörtüsü mücadelesinde bedel ödeyerek varlık gösterme iradelerinin bir yansıması olarak kendisini gösterir.
Neticede, İslamcı çevrelerin doğrudan dile getirmediği ancak İslam kardeşliği, hak, adalet, zulme rıza göstermeme gibi genel ve temel insanî/İslâmî duyarlılıklar bağlamında sözü edilen bir takım esaslar “insan hakları” gibi bir jargon içinde özel bir mücadele alanı olarak ilgiye alınıyor ve 90’lı yıllar Türkiye’sinin böyle zorlu bir konusunda kadınlar erkeklerle karar alma mekanizmasında ilk defa eşit konumda yer alabiliyordu. Bu konu, yani kadınların bir örgüt içinde nasıl yer alacağı meselesi, Türkiye İslamcı hareketinde bugün dahi ikircikli pozisyonunu koruyan bir mesele olarak İslamcıların önünde durmaktadır.
Yine 90’lı yıllar, İslamcı kadınların erkek merkezli örgütlerden bağımsız olarak kurdukları kadın örgütlerinin ve platformlarının çatısı altında çeşitli faaliyet içine girdikleri yıllardır. Bu bağlamda İstanbul Gökkuşağı Kadın Platformu otuz küsur derneğin kadın kolları ve bağımsız kadın derneklerinin çatısı olarak kendini gösterir. Platform, daha mutedil, uzlaşmacı ve erkeklerle dayanışma içerisinde bir politikanın da sahibidir. Ardından Ankara Başkent Kadın Platformu, kadınların kadın kimliğine dair gerek mevcut sisteme, ağırlıklı olarak da gerekse “İslam” adı altında kendilerine dayatılan bir takım kabullere karşı mücadele amaçlı kurularak, daha bağımsız ve özgün bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. 28 Şubat sürecinin başlamasıyla kuruluş amacından ister istemez biraz olsun farklılaşan platform, yasal zorunluluk sebebiyle 2000 yılında birey olarak kadınların üye olabildiği bir kadın derneğine dönüşmüş, çalışmaları da bir süre başörtüsü yasaklarıyla mücadele merkezli bir kadın dayanışma hareketi olarak seyretmek durumunda kalmıştır. Ancak mücadele ciddi boyutuyla kamudaki başörtüsü yasakları merkezli olsa da, kadınlar bu süreçte “İslamcı” kimliklerini muhafaza ederek ama onu da aşan daha farklı kadın kimlikleriyle tanışma ve dayanışma örnekliğine de girişmelerinin imkânına ulaşmış görünmektedirler.
3-14 Haziran 1996 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenen Habitat II – İnsan Yerleşmeleri Üzerine Birleşmiş Milletler Konferansı, kadın platformlarının ve çeşitli sivil kadın girişim gruplarının (Hazar Eğitim ve Kültür derneği önemli bir örnektir) birbirleriyle tanışma, kaynaşma ve işbirliği içine girme imkânını veren bir zemin olmuştur.
28 Şubat süreciyle karşılaşıldığında ise, İslamcıların hemen her grubu, Fethullah Gülen hareketi hariç, başörtüsü yasaklarınınkendi varlıklarına tehdit olarak algılandığı bir direnişi gösterse de, sonuçta İslamcı kadınlar bu mücadelede sınırlı bir grup erkekle yalnız başlarına mücadele etmek durumunda kalmışlardır.
İstanbul merkezli Ak-der bu süreçte, yasaklara karşı “İslamcı kadın” kimliği ile direniş göstermenin imkânını üretmek amaçlı kurulan, geride erkeklerden destek alarak ama sorumluluk ve direnişi ağırlıklı biçimde kadınların üstlendiği örgütlerden biri olarak sistemle/yasakla mücadelenin odağı olmuştur.
Türkiye İslamcı kadın hareketi, örgütlülük bağlamında böyle bir seyir izlerken, kendi bağımsız ve özgün duruşlarıyla İslamcı kadın kimliğinin inşasında birey olarak veya bir dergi etrafında etki ve varlık gösteren kadınların önde gelenlerini de anmamak önemli bir eksiklik olur. Cihan Aktaş büyük emekle ve düşünce çilesiyle bu konuda öncü kadınların başında yer alır. Gülsen Ataseven, Yıldız Ramazanoğlu, Nazife Şişman, Süreyya Yüksel, Sabiha Ünlü, Emine Şenlikoğlu, Hidayet Şefkatli Tuksal, Ayla Kerimoğlu, Ayşe Böhürler, Havva ve Ayşe Sula, Nevin Meriç, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Sibel Eraslan ve ismini sayamadığım pek çok kadın, her biri kendi kulvarında İslamcı kadın kimliğinin oluşum ve gelişimine, bir yelpazenin farklı ton ve renklerde oluşu gibi, kendilerince yön veren kadınlar olarak öne çıkmaktadır. Alev Erkilet ise, son dönem İslamcılık tartışmalarının rağmına ısrarla “İslamcı” kimliğine vurgu yaparak sahip çıkmaktan geri durmayan bir akademisyen olarak dikkat çekmektedir.
Son olarak şunun altını çizmek isterim ki, bu yazı 28 Şubat sonrası Türkiye İslamcı hareketini içermemektedir. Bilhassa Ak Parti iktidarı sonrası 2000’li yıllardaki kadın kimlikleri ve hareketleri açısından yaşanan çeşitliliğe ve farklılaşmaya değinilmemiştir. Ayrıca genel olarak ve toplumsal duyarlılıklar bağlamındaki meselelere ilişkin bir tartışmayı da içermemektedir. Zira İslamcılık kendi dahilî sorunlarını tartışmaya çok da vakit ayırmamıştır: “İslam gelecek, dertler bitecek”tir. Nitekim İslam’ın egemenliğinde kadınlar kendilerine dinin verdiği değerlere kavuşunca zaten sorun kalmayacaktır; ekonomide faiz olmayacağı için iktisadî ilişkiler sömürüden korunacaktır; işçi sorunu olmayacak, herkes emeğinin karşılığını alın teri kurumadan alacaktır, dolayısıyla sendika diye bir yapıya ihtiyaç olmayacaktır!
Bunlar gibi birçok mesele, ne yazık ki, İslamcılar arasında sahici tartışmalarla neticelenmiş konular değildir. Her ne kadar bazı kadınlar, kendilerine üst perdeden “bugün için dışarda dolaşıp çeşitli çalışmalar içinde yer alıyor olsanız da İslam egemen olunca evlerinize döneceksiniz” gibi sözlerle ayar vermeye çalışan zihinle büyük bir hesaplaşmanın içine girmek istediyse de, ne bu hesaplaşma yapılabildi ne de İslamcı kadınlar “mevcut sistemle uyumlulaştırılma” konusunda ciddi bir tavır geliştirebildi.