Ahmet Demirel
Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nın (YGS) 12 Mart 2017’de yapılan bu yılki Sosyal Bilimler Testi’nde 15’inci soru şöyleydi:
“Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler adlı eserinde Satı Kadın’ın Kazan Köyü’nün muhtarı olduğunu, seçimle köy idaresinin başına geçtiğini belirtmektedir.
Satı Kadın’ın seçimle muhtar olabilmesi;
- cumhuriyetçilik,
- halkçılık,
III. devletçilik
ilkelerinden hangileriyle ilgilidir?”
Cevap şıkları da şöyle verilmiş.
“a. Yalnız I
- Yalnız II
- Yalnız III
- I ve II
- II ve III”
Soruyu görür görmez cevaba bakmadan anında “hiçbiri” dedim. Şıklarda “hiçbiri” olmayınca, lise müfredatı ve soruyu hazırlayanların mantığıyla düşünmeye başlayarak devletçiliği hemen eledim. Geriye üç şık kaldı. Ya tek başına “cumhuriyetçilik” ya tek başına “halkçılık” ya da “ikisi birden”. Üçü de değil, ama biri mutlaka olmak zorunda. Sonunda, madem yanlış bari hepten yanlış olsun diyerek, D şıkkında karar kıldım. Yani aynı zamanda hem cumhuriyetçilik hem de halkçılık. Arkasından cevap anahtarına baktım. Doğru cevap olarak “D” şıkkı veriliyor. Bilmişim yani!
Şimdi neden “hiçbiri” dediğimi ve bence bu cevabın doğru cevap olmadığını anlatayım.
Önce altı okun (ilkenin) inşasıyla ilgili bir şeyler söyleyeyim:
Altı oku tanımlayan ve ideolojinin sürekliliğini gösteren en temel belgeler, 1923 seçimleri öncesinde ilan edilen 9 Umde, 1923 tüzüğü, 1927 tüzüğünün genel esasları, 1927 genel başkanlık bildirisi, 1931 seçim bildirisi, 1931 ve 1935 program ve tüzükleridir.
CHP’nin en erken tarihli belgelerinden biri olan 1923 tüzüğünün “Genel Esaslar” bölümünde halk egemenliği, partinin rehberliği, çağdaş bir devletin kurulması, kanunların üstünlüğü gibi ilkeler vurgulanmış, partinin temel prensiplerinden olan halkçılık, sınıf ayrıcalıklarına izin vermeyen, kanun önünde herkesi eşit sayan bir halkçılık olarak tanımlanmıştır. Ayrıca bu esaslar arasında her Türk ve hariçten gelip Türk uyruğunu ve ulusal kültürünü kabul eden herkesin partiye girebileceği belirtilerek, hukukî-kültürel bir milliyetçilik benimsenmiştir. Cumhuriyet de çok taze olduğu için ilk ilkelerden biridir.
Böylece 1923 tüzüğüyle ilkeler şekillenmeye başlamış, ardından partinin 1927 yılında benimsenen tüzüğüyle bu ilkelerin sistemleştirilmesi sürecine girilmiştir. 1927 tüzüğünün birinci maddesinde CHP, “cemiyetler kanununa tevfikan teşekkül etmiş cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi, siyasi bir cemiyet” olarak tanımlanmış; üçüncü maddede de “fırka devlet ve millet işlerinde din ile dünyayı tamamen birbirinden ayırmayı en mühim esaslarından addeyler” denilerek, partinin aynı zamanda laikliği de benimsediği vurgulanmıştır. Kongre sonunda yayınlanan genel başkanlık bildirisinde de CHP’nin “cumhuriyetçi, laik, halkçı ve milliyetçi” bir cemiyet olduğu belirtilmiştir.
10 Mayıs 1931 tarihinde toplanan CHP Büyük Kongresi’nde yeni bir program kabul edilmiş; 1927’deki dört ilkeye devletçilik ve inkılâpçılığın da eklenmesiyle temel ilkelerin sayısı altıya çıkartılmıştır. Ayrıca bu ilkeler daha açık bir biçimde tanımlanarak olgunlaştırılmıştır.
Cumhuriyetçilik ve halkçılık ilkelerinin tanımı
Bu genel arka planı verdikten sonra sınav sorusu bağlamında bizi ilgilendiren iki ilkeden önce cumhuriyetçilik ne anlama geliyor ona bakalım:
Cumhuriyetçilik ilkesi 1931 programında şöyle tanımlanmıştır: “Fırka, cumhuriyetin, milli hâkimiyet mefkûresini en iyi ve en emin surette tatbik eder devlet şekli olduğuna kanidir. Fırka, bu sarsılmaz kanaatle cumhuriyeti tehlikeye karşı her vasıta ile müdafaa eder”. 1935 programında da dilinin öztürkçeleştirilmesi dışında aynen korunan bu ilkede cumhuriyet, ulusal egemenlik ülküsünün en iyi ve en güvenli biçimde tatbik edildiği bir devlet biçimi olarak tanımlanmakta ve monarşik, meşrutî ve teokratik devlet biçiminin karşıtı olarak kullanılmaktadır. Hepsi bu kadar. İlke tanımlanırken cumhuriyet yönetiminin içinin nasıl doldurulacağı hakkında herhangi bir şey söylenmemektedir. Özetle şu denmektedir: Cumhuriyet monarşik ve meşrutî yönetimlerin karşıtı olan en iyi yönetim biçimidir ve ulusal egemenlik ülküsünü en iyi ve emin bir biçimde hayata geçiren yönetim odur.
Şimdi de halkçılık ilkesinin tanımına bakalım:
Güneş-Dil Teorisi’nin izinden giderek yapılan öztürkçeleştirme yüzünden bugün kullanılmayan birçok kelimeyi de içinde barındıran 1935 programı, 1931 programındaki halkçılık tanımını iyice sistemleştirerek şöyle der: “İrde [irade] ve egemenlik kaynağı ulustur. Bu irde ve egemenliğin, devletin yurddaşa ve yurddaştan devlete karşı olan ödev ve yükümlerini tamamıyla yerine getirmek için kullanılması, partinin başlıca prensiplerindendir. Kanun karşısında, saltık [mutlak] bir eşitlik kabul eden ve hiç bir ferde, hiç bir aileye, hiç bir klâsa [sınıfa], hiç bir cemaate ayralık [ayrıcalık] tanımayan yurddaşları halktan ve halkçı olarak kabul ederiz.Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı klâslardan karışıt değil, fakat ferdiğ ve sosyal hayat için, iş bölümü bakımından, türlü hizmetlere ayrılmış bir sosyete saymak esas prensiplerimizdendir; çiftçiler, küçük zanaat sahipleri, esnaf ve işçilerle, özgür ertik [serbest meslek] sahipleri, endüstrieller [sanayiciler] , tecimerler [tüccarlar] ve işyarlar [memurlar] Türk ulusal kuramının başlıca çalışma örgenleridir [organlarıdır]. Bunların her birinin çalışması, öbürünün ve kamunun hayatı ve genliği [refahı] için bir zorağdır [gerekliliktir]. Partimizin bu prensiple amaçladığı gaye, klâs kavgaları yerine sosyal düzenlik ve dayanışma elde etmek ve asığlar [menfaatler] arasında, birbirlerine karşıt olmayacak surette, uyum kurmaktır. Asığlar kapasite ve çalışma derecesine göre olur.”
Burada yapılan tanıma göre halkçılık ilkesi hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık biçimde solidarist (dayanışmacı) korporatist bir anlayışı yansıtmaktadır. Anti-liberal ve anti-sosyalist bir içeriğe sahip olan ve sınıflar arasındaki mücadele ve çıkar çatışmalarını reddeden bu halkçılık anlayışı, meslek zümrelerinin çıkarlarının birliğini ve her birisinin tek parti çatısı altında uyum içinde temsil edildiğini ilan etmektedir. Bu dayanışmacı halkçılık anlayışıyla hiç kimseye herhangi bir ayrıcalık tanınmıyor, organik, tek parça bir halk-millet öngörülüyor ve böyle bir toplum yaratılmak isteniyor.
Tekrar sorudayız
Bu tanımlara baktıktan sonra şimdi soruya dönelim.
Soruda değerlendirilmesi istenen olay bir kadının, bir köyde, seçimle muhtar olması olayıdır.
Soru sorulurken bu olayın ne zaman olduğu hakkında herhangi bir bilgi verilmemiş olması teknik açıdan önemli bir mesele, ama onu geçelim. Muhtemelen, Afet İnan’ın Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler kitabı olaya kaynak olarak verilince, öğrencilerin bu olayın cumhuriyet döneminde gerçekleşmiş olduğunu bilmeleri bekleniyor. Olabilir. Mesele yapmadan geçiyorum. Ayrıca bu olaya kaynak olarak neden devletin muhtar seçimleriyle ilgili resmî bir belgesi değil de Afet İnan’ın yazmış olduğu ikincil bir kaynak, kaynak olarak gösteriliyor sorusunu da hiç sormuyorum. Bunu da geçip doğrudan bu olayın cumhuriyetçilik ve halkçılık ilkeleriyle bağlantısına bakalım.
Önce bir kadının muhtar seçilmesi olayının cumhuriyetçilikle bağlantısını gözden geçirelim. Yukarıda aktardığım cumhuriyetçiliğin tanımında böyle bir bağlantı kurmamızı sağlayacak fazla bir bilgi yok. Sadece cumhuriyetin ulusal egemenliği en iyi hayata geçiren yönetim biçimi olduğu vurgulanmış. Buradan bir adım daha atarak ulusal egemenliğin hayata geçirilmesinin en önemli unsurunun seçim olduğunu varsayabiliriz. “Seçim cumhuriyetle birlikte geldi, dolayısıyla bu muhtar seçimi de cumhuriyetle bağlantılı” şeklinde bir varsayım yapabiliriz.
Mantıklı gözüküyor, ama doğru değil! Muhtarlık seçimleri cumhuriyetle birlikte gelen bir uygulama değil ki! 1830’lu yılların hemen başlarında, Osmanlı’da II. Mahmud döneminde, üstelik yönetim biçimi henüz meşrutî bir yönetim biçimi de olmadan önce, muhtarlık teşkilatı zaten kurulmuş. Muhtarlar da seçimle geliyor. İlk muhtarlık seçiminin de 1833’te Bolu’da yapıldığı biliniyor. Yani değerlendirilmesi istenen olayın kahramanı Satı Kadın’ın muhtar seçilmesinden tam 100 yıl önce de muhtarlar seçimle geliyormuş. Bu 100 yıl içinde hem mutlakıyet, hem meşrutiyet, hem cumhuriyet dönemlerini yaşamışız, ama muhtar seçimi her üç yönetim biçiminde de hep var olmuş. Dolayısıyla muhtar seçimlerinin yapılıyor olmasının cumhuriyetçilik ilkesiyle ilgisi yok.
Geriye tek ihtimal kalıyor. Soruda cumhuriyet döneminde seçilen muhtarın cinsiyetinin kadın olması vurgulanmış olabilir. Muhtemelen de böyle. Ama cumhuriyetçilik ilkesinin tanımının içinde kadınların da seçme ve seçilme hakkını elde edebileceklerini dair herhangi bir vurgu yok ki, ona dayandırarak cumhuriyetçilik ilkesiyle bağlantısını kuralım. Ayrıca kadınların muhtar olabilmesinin yönetim biçiminin cumhuriyet olmasıyla her hangi bir ilgisi de olmak zorunda değil. Kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmesi tarihsel bir gelişim sürecinin bir ürünüdür. Bu tarihsel gelişim süreci içinde bu hak cumhuriyet dönemine denk gelmiş olmakla birlikte pekâlâ meşrutî bir döneme de denk gelebilirdi. Sadece ve sadece kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesinin cumhuriyet dönemine denk gelmiş olmasına dayanarak “cumhuriyet olduk ve bu sayede artık kadınlar da muhtar olabildi” sonucunu çıkartmak bir hayli zorlama. Kaldı ki cumhuriyet 1923’te ilan edildi, kadınlara seçme ve seçilme hakkı ilk kez 1931’de verildi. Cumhuriyetin böyle bir zorunluluğu olsaydı kadınların oy kullanamadığı ve seçilemediği 1923-1931 arasındaki sekiz yıllık cumhuriyet dönemini ne yapacağız? Kadınlara bu hak pekâlâ meşrutî bir yönetim altında da verilebilirdi. Nitekim bugün dünyada cumhuriyet olmayan bir sürü çağdaş ülke var. Mesela İngiltere, Hollanda, İspanya, Belçika… Buralarda seçimle gelen sayısız kadın yönetici var.
Bir kadının muhtar seçilmesi
Gelelim halkçılıkla ilgisine. Yukarıda uzun uzun aktardığım halkçılık tanımının birbiriyle tamamen bağlantılı, hatta birbirleriyle iç içe geçmiş iki boyutu var. Halkçılık tanımlanırken bu iki boyuttan birine özellikle vurgu yapılıp bu boyut uzun uzun anlatılıyor. Bu boyutu meslekler arası dayanışma üzerine kurulu organik, korporatist bir toplum anlayışı oluşturuyor. Halkçılığın bu boyutunun bir kadının muhtar seçilmesiyle zaten hiçbir ilgisi bulunmuyor. Halkçılığın ilk boyutunu tamamlayan ve onunla iç içe geçen ikinci boyutu ise herkese kanun karşısında mutlak bir eşitlik veriyor, hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaate ayrıcalık tanımıyor. Kısaca denilen şu: Biz meslekler arası dayanışmaya dayanan bir toplumuz ve böyle bir dayanışmacı toplum içinde hiç kimsenin ve grubun kanun karşısında herhangi bir ayrıcalığı yoktur ve herkes eşittir.
Tamam, güzel de, bunun muhtar seçimiyle veya bir kadının muhtar seçilmiş olmasıyla ne ilgisi var?
Belki şöyle bir bağlantı kurulabilir. Soru hazırlanırken şöyle düşünülmüş olabilir: “Muhtar seçilen kişi köylüdür. Köylü de halktan, yani ‘sıradan’ bir kişidir. Halkçılık ilkesi sayesinde sıradan biri muhtar seçilebilmiştir.” Bu da ilk bakışta mantıklı gibi duruyor, ama halkçılık ilkesinin tanımına tekrar bakılınca sanıldığı kadar da doğru değil. Yukarıda aktardığım halkçılık ilkesinde zaten toptancı bir bakış açısı olduğu, topluma organik bir bütün olarak bakıldığı, hiç kimse dışarıda bırakılmadan istisnasız herkesin halktan sayıldığı çok açık. Tanıma göre halktan sayılanların listesi şöyle uzayıp gidiyor: “Çiftçiler, küçük zanaat sahipleri, esnaf ve işçiler, serbest meslek sahipleri, sanayiciler, tüccarlar, memurlar”. Bu tanım gereğince muhtar seçilen kişi mesela sanayici de olsaydı yine halktan biri olacaktı. Dolayısıyla seçilen kişinin köylü olması halkçılık ilkesi bakımından onun için herhangi bir ayırt edici özellik getirmiyor.
Sonuç
Soruda altı oktan üçü verilerek, bir kadının muhtar seçilmesinin bu üç oktan hangisi veya hangileriyle bağlantılı olduğu soruluyor. Yukarıda doğru cevap olarak kabul edilen iki ilkenin tanımlarını doğrudan bu ilkeleri koyanların temel kaynaklarından aktardım. Tanımlara bakarak bu olayın ilkelerin her ikisinin de orijinal tanımıyla ilişkisini kurmak bir hayli zor gözüküyor. Ama mesele onun ötesinde. Öğrenci soruyu soran ekibin zihnindeki tanımlarını bilmek ve soruyu ona göre cevaplamak zorunda. Her iki ilke de aslında soruyu soran kişinin zihninde o ilkenin yaptığı çağrışıma göre tanımlanıyor:“Cumhuriyet ilericiliktir, bu ilerici hamle sayesinde bir kadın muhtar seçilebilmiştir; demek ki Satı Kadın’ın muhtar seçilmesi cumhuriyetçilikle ilgilidir”… “Halkçılık eşitlik sağlar, sıradan insanların belirli mevkilere gelmelerinin önündeki engelleri kaldırır, bu sayede bir köylü muhtar seçilebilmiştir; demek ki Satı Kadın’ın muhtar seçilmesi halkçılıkla da ilişkilidir” gibi…
Peki, ama öğrenci devletçiliğin zihninde yaptığı çağrışımdan yola çıkarak “Kadının muhtar olmasıyla artık kadınlar da devlet işlerine el attı. Devlet işleri artık kadınların da işi oldu. Demek ki doğru cevap devletçilik” derse, bu cevabı neden doğru saymıyoruz?13