Aslıhan Niksarlı
Empatiyi kendi tecrübelerimizle açıklamaya kalktığımızda, kendimizi karşımızdakinin yerine koyup olayları onların gözüyle anlamaya çalışmak olarak ifade edebiliriz. Ama empatiyi bu kadar basite indirgemek mümkün değildir, altında daha birçok öğe yatmaktadır.
Empatiyi daha derinden incelersek karşımıza Almanca “einfuhlung” ve Eski Yunanca “empathera” terimleri çıkar. İlk defa Alman filozof Rudolf Lotze tarafından bir eserinde kullanmasıyla hayatımıza giren “einfuhlung” kelimesi, dilimizde “bir” anlamına gelen “ein” ve hissetmek anlamına gelen “fühlen” fiilinden türeyen “fuhlung” kelimelerinden oluşur. Bu iki kelimenin yan yana gelmesiyle oluşan “einfuhlung”, bir insanın kendisini karşısındaki kişiyle ya da nesneyle bir hissetmesi anlamına gelmektedir.
Eski Yunancadaki “empatheia” kelimesi ise, “en-pathos” kelimesinden türetilmiştir. Anlamı fizikî sevgi, tutku ve taraflı olmak olan kelimenin etimolojisine baktığımızda; “en” içinde olmak demek olup “pathos” sözcüğünün de tutku ve acı anlamına geldiğini görürüz. Empatheia kelimesi, İngilizce’ye “empathy” olarak çevrilmesiyle, dilimize de empati olarak girmiştir. Empati, hümanist yaklaşımın kurucusu Carl Rogers tarafından şöyle açıklanır:
“Bir kişinin kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu durumu ona iletmesi sürecidir.” (Dökmen 2008, s. 157)
Merhametin temeli
Ancak empatiyi bununla sınırlandırmak mümkün değildir. Empati; yeni doğan ile anne arasındaki iletişim aracı, aynı zamanda da merhametin yegâne temelidir. Başkaları tarafından anlaşılmayan, ancak annenin anladığı bir iletişimin, bir kod sisteminin olması da bu sebeptendir. Bebek annesiyle semboller, ağlamalar, çeşitli şekillerle iletişim kurar, anne de tüm bunların ne anlama geldiğini çözümler.
Ancak empatinin bir iletişim aracı olarak kullanılması kısıtlı bir süre içindir. Anneyle yaşadığı birlik hâlinde, kendini ifade etmek için dile gerek duymayan bebek, iki yaşına gelmesiyle, dili öğrenmeye başlar. Dili öğrenmesiyle, babayı tanıması aynı zamanda gerçekleşir (burada baba ille de biyolojik baba olmak zorunda değildir, anne ve bebeğin ikili ilişkisinin yıkımına sebep olan üçüncü kişi kimse, odur).
Zaman içerisinde dili öğrenen bebek, tamamen olmasa da büyük oranda empatiden uzaklaşır. Empatinin yerini dil alır. Bebeğin dili öğrenmesi de, taklit ve temsil etme kelimeleriyle de açıklayabileceğimiz gibi empati ile gerçekleşir. Linguistik öncesi dönemde ses ve hareketlerle iletişim kuran bebek zamanla ağlama, dinleme ve karşındakini izlemenin yanı sıra, harflerle ağız hareketleri arasındaki ilişkiyi kurmaya ve karşındakinin ağız hareketlerini de taklit etmeye başlayacaktır. Bu yüzden bebeğin ilk söylediği kelimelerin “baba, meme” (İngilizce’de ve birçok Avrupa dilinde “papa, mama”) gibi ağız hareketlerinin keskin ve belirli (“labial” sessizler içeren kelimeler) olduğu, bir başka deyişle taklit edilmesi kolay kelimeler olması tesadüf değildir. Bebek söylediği ilk kelimeleri anlamlarını bildiğinden değil, tekrar edilmeye elverişli olmalarından dolayı seçer. Bebeklerin ilk anlamlı sözcük çıkarmayı öğrenmeden önce sesi taklit etme becerilerini geliştirmeleri gerekmektedir.
Empati ve ayna nöronlar
Yukarıda ifade edilenler mitolojik kavramlar gibi gelse de, kısa bir süre önce nörobilimcilerin ayna nöronların varlığını ortaya çıkarmasıyla, bir iletişim aracı olarak empatinin varlığı bilimsel olarak desteklenmiştir. O zamandan beri, ayna nöronlar empati, dil ve diğer hayatî süreçlerin temel taşlarından biri olarak bilinmektedir.
Ayna nöronlar 1990’ların başında Giacomo Rizzolatti, Vittorio Gallese ve İtalyan meslektaşları tarafından, makak maymunlarıyla yaptıkları bir deney esnasında keşfedilmiştir. Bu nöronlar, beynin frontal ve prefrontal lobunda (ve aynı zamanda inferior pariyetal lobda), bir şeye uzanıp tutmam veya farklı hareketler yapmam için kasların aniden kıpırdamalarını (aniden çekmelerini) organize etmekten sorumlu motor komut nöronlarının arasında bulunmuştur. (Iacoboni, 2009)
Bir kişinin bir aktivitede bulunduğu zaman tetiklenen nöronları ile, o işi yapan kişiyi izleyen kişinin beyninde aynı nöronların tetiklendiği ortaya çıkmıştır. Bu şekilde beyindeki sistemin sadece kişinin kendine ait hareketleri kontrol etmekle kalmayıp karşısındakinin de hareketlerini algıladığı kanıtlanmıştır. Yani beynimizdeki motor sisteminin yalnızca hareketlerimizi kontrol etmekle kalmayıp aynı zamanda başkalarının da hareketlerini okuduğu ortaya çıkmıştır. Nöronlar diğer insanların davranışlarını yansıtması veya simüle etmesinden dolayı bilim adamları bu nöronlara “ayna nöronlar” adını vermiştir. Bir film izlediğimizde filmdeki kahramanın yaşadıklarından dolayı ağlamamız, yanımızdaki biri esnediği zaman esnememiz, karnımız aç değilken birinin yemek yediğini gördüğümüzde acıkmamız, günlük hayatımızda rastladığımız, ayna nöronların varlığını kanıtlayan birkaç örnektir.
Ayna nöronların medeniyet ve kültürü oluşturduğunu söyleyen, aynı zamanda ayna nöronların keşfinde büyük rol oynayan nörobilimci Vilayanur S. Ramachandran “DNA’lar biyoloji için ne anlama geliyorsa ayna nöronlar da psikoloji için aynı anlama geliyor” şeklindeki yorumuyla, ayna nöronların önemini belirtir. Ramachandran bu nöronları şöyle tanımlar:
“Ayna nöronlar olarak adlandırılan özel hücreler vardır. Bu nöronlar sadece aksiyon ile harekete geçmezler. Aynı zamanda başka bir kişinin bakış açısını benimseyip diğer kişi ile etkili bir biçimde empati kurmayı, yönelimlerini ve gerçek amaçlarını anlamanızı sağlarlar. Bu, diğer kişinin hareketinin bir çeşit sanal gerçeklik simülasyonunu, kendi beden imajınızı kullanarak yaratmaktır.” (Ramachandran, 2010).
Yapılan çalışmalarda ayna nöronların kadınlarda erkeklere oranla daha fazla bulunduğu, özellikle de doğurganlık çağındaki kadınların bu nöronları daha fazla kullandığı tespit edilmiştir. Bunun sebebi kadınların bebekleriyle yaşayacağı ilişkiyi daha önceleri kendi bebekliklerinde kendi anneleriyle yaşamış olmasıdır. Daha önce annesiyle ayna nöronlar sayesinde kurduğu empatik ilişkiyi, bu sefer de kendi bebeği ile yaşayacaktır. Bülent Somay “Empatik ve Semiyotik” isimli makalesinde bu durumu şöyle açıklar:
“Bu gözlemi, farklı ve birbiriyle çelişen iki referans çerçevesine göre yorumlamak mümkündür. Biyolojist yorum, gözlemden yola çıkar; kadınlarda onların özü itibarıyla ayna nöronu bolluğu bulunduğu yaklaşımıyla, kadınlarla erkekleri ayıran bu sözde özsel fark üzerine çeşitli bilişsel ve davranışsal varsayımlar inşa ederek devam eder. Dolayısıyla, çocuk bakımının tarihsel olarak kadınlara verildiği olgusuna dayalı sosyal işbölümü, bu biyolojik aksiyomun doğrudan bir sonucu haline gelir ve bu sonuç nihayetinde erkek egemenliğinin “bilimsel açıklamasına”, yani bahanesine, dönüşür.” (Somay 2013, s. 251).
Bu da yüzyıllardır insan yavrusunun dil yetisi gelişene ve en az 3-4 yaşına gelene kadar anne ile kurduğu monogomik ilişkiyi açıklar. Bebek bu süreç boyunca yalnızca anneyle ilişki kurabilir ve empati yapabilir. Çocuğun anneye olan bu bağımlılığın altında, aslında çocuğun anneye olan muhtaçlığı yatmaktadır.
Büyük beyin, dar leğen kemiği
Her insan prematüre doğar. Burada prematüreden kastım, gebeliğin 36. haftadan önce sonlanmasıyla dünyaya gelen, anne karnındaki gelişimini tamamlamış bebek değildir. Zaten anne karnında normal doğum süresi olarak sınırlandırılan 40 haftayı geçirmiş bebek de prematüredir. Bunun nihaî sebebi gelişmiş beyinlerimizin ve kafatasımızın, kadının pelvik açıklığının sınırlayıcı faktörüyle karşı karşıya kalmasıdır. Hamilelik süreci uzadıkça, annenin doğumda ölme riski de artar. Büyük beyin ve dar leğen kemiği arasındaki uzun bir evrimsel savaş sonucu, doğal seçilimle, insanlarda gebelik süresi dokuz ay on günle sınırlanmıştır.
Diğer memelilerin aksine insan yavrusu dünyaya geldiğinde gelişimini tamamlaması için önünde uzun bir süreç vardır. Dokuz ay on gün sonucunda dünyaya gelen bebek, anne karnında gelişimini henüz tamamlamadığından kendi hareketleri üzerinde çok az kontrole sahiptir ya da hiç değildir, bu yüzden de çaresiz, muhtaç ve anneye yapışıktır. Anne bu durumu, “annelik içgüdüsüyle” kontrol altına alır. Daha önce kendi bebekliğinden, kendi annesi ile tecrübe ettiği empati ve merhametin annelik içgüdüsüne dönüşmesi sayesinde anne, yavrusuyla iletişim kurmaya hazırdır. Bebeğin anneye olan bu muhtaç durumu, kadınlardaki ayna nöronların fazlalığının başka bir açıklamasıdır.
Anne, annelik içgüdüsü sayesinde kendi arzusunun peşinden gitmez. Kendi arzularını erteler, böylece bebeğine gerekli ilgi ve alakayı verir. Yeni doğan da doğduğu andan itibaren tıpkı hayvanlar gibi bazı içgüdülere sahiptir. Tabii zaman içerisinde insanı hayvandan farklı kılan dürtüye de sahip olur. Bebeğin ilk içgüdüsel davranışı kavramaktır (ilk sağlıklı kontrol bebeğin avucuna dokunmaktır). İkincisiyse kafayı memeye çevirmektir. Bebeğin de içgüdüleri yardımıyla anne ve yeni doğan arasında empatik bir ilişki kurulacaktır. Bu şekilde ilerleyen ilişkinin sonunda dili öğrenmeye başlayan bebek, dili simgeselleştirmeye başlayacaktır. Yani dil artık yalnız bilinçten ibaret değildir ve bilinçdışında da yerini alacaktır.
Üstün Dökmen, Sanatta ve Günlük Yaşamda İletişim Çatışmaları ve Empati, Remzi Kitapevi, 2008.
Marco Iacoboni, Mirroring People: The Science of Empathy and How We Connect with Others, Picador Yayınları, 2009.
V.S. Ramachandran, “The neurons that shaped civilization” http://www.ted.com/talks/vs_ramachandran_the_neurons_that_shaped_civilization.html.
Bülent Somay, “Empatik ve Semiyotik”, Suret, Sayı: 2, 2013.
V.S. Ramachandran: Araştırmacılar, hastaya bir iğne batırıldığında beyinde ateşlenen hücrelerin (“ağrı nöronları”) başka bir hastaya iğne batırılmasını izlerken de aynı şekilde ateşlendiğini keşfetti. Ayna nöronlar, kişi ve diğerleri arasındaki engeli ortadan kaldırır. Ben bunlara “empati nöronları” diyorum. (Mazoşist ya da sadist bir kişinin ayna nöronlarının, bir başka kişiye iğne batırılmasına nasıl tepki vereceğini merak ediyorum.)
Daha önceki bir yazımda, ayna nöronları ve taklit yoluyla öğrenmeyi “insan evrimindeki ileri doğru atılım”ın arkasındaki itici güç olarak olarak önermiştim. Karmaşık ve gelişkin bir ayna nöron sisteminin ortaya çıkışı, ilk hominidlerde proto-dil, empati, “başkalarının zihinleri kuramı” ve “başkalarının bakış açısını benimseme” gibi benzersiz insan yeteneklerinin ortaya çıkmasının zemini hazırladı.