Ahmet Eken
Her ne kadar okundukları ve dikkate alındıkları konusunda ciddi endişelerim varsa da, son yıllardaki sevindirici gelişmelerden bir tanesi tarih bilimi üzerine yapılmış çalışmaların bir bölümünün Türkçe’ye çevrilmesi oldu. Artık tarih biliminde çığır açmış bazı eserlere daha kolay ulaşabiliyoruz. Bunlardan bir tanesi de Jacques Le Goff’un kitabı. Yazar, meselesi hakkında şöyle diyor: “Tarih, tıpkı ana malzemesini oluşturan zaman gibi, ilk bakışta süreklilik arz edermiş gibi görünür. Ama aynı zamanda değişimlerden de oluşmuştur. Ve uzmanlar uzun süredir bu değişimleri belirlemek ve tanımlamak için, ilk başlarda tarihin çağları, sonra da dönemleri adı verilen bölümleri o süreklilik içinde kesip ayırmışlardır… Bana ‘dönem’ terimi en uygunu gibi görünüyor… Bu terim 14-18. yüzyıllar arasında ‘zaman aralığı’ veya ‘asır’ anlamı kazanmıştır. 20. yüzyılda ise ‘dönemlendirme’ terimi türetilmiştir.”
Vurgulamak istenen, insanın zaman üzerindeki bir eylemini açıklamak ve zamanın bölünmesinin herhangi bir etki olmadan kendiliğinden ortaya çıkmış bir durum olmadığıdır.
Bu terim çalışmanın ana eksenini oluşturuyor. Bu basit bir kronolojik olgu değil, “aynı zamanda geçiş, dönüm noktası, hatta bir önceki dönemin toplumuna ve değerlerine yönelik yadsıma fikirlerini de” yansıtıyor.
Ve geliyoruz Le Goff’un mercek altına alacağı alana: Ortaçağ ile Rönesans ilişkisi, aralarındaki bağlantılar ve ayrı dönemler olup olmadığı sorununun, ne zaman, nasıl başladığı ve tabii verilen cevaplar. Yazar, tek tek bu konularda söylenenleri ele alıp eleştirdikten sonra, “Rönesans Ortaçağ’ın son alt döneminden ibarettir” diyerek noktayı koyuyor. Uzun Ortaçağ’ın bu dönemi, daha sonra yaşanacak olan pek çok olgunun habercisi olmuş ancak, ayrı bir “dönem” değil.
Hacimli bir çalışma olmamasına rağmen kitapta Ortaçağ ile ilgili ilginç bilgiler yer alıyor. Rönesans – Ortaçağ ayrılığını öne süre görüşleri eleştirirken, yazarın aktardığı olgular bu dönemi öğrenmek isteyenler için gayet yararlı. Bazılarının altını çizmek istiyorum.
Floransa’da 14. yüzyılda başlayıp daha sonra İtalya, ardından da Avrupa’ya yayılan kültürel gelişmeye, bu yüzyıllarda kimse Rönesans adını vermemiş. Yeni bir ahlakı ve yeni değerleri temsil ettikleri duygusuna sahip şairler, yazarlar, sanatçılar, ama en çok da filozoflar kendilerine “hümanist” demişler. Tanrı’nın ve havarilerin, azizlerin, vb mutlak üstünlüğünden çok, erdemleri, varoluş haliyle insanı öne çıkaran bu harekete Rönesans adı verilmesi çok sonraları olmuştur. Tanım, yazar ve tarihçi Jules Michelet’ye (1798-1874) ait. Tarihçiye göre “Rönesans, Paganizme, zevke, tenselliğe, özgürlüğe geri dönüşü işaret etmektedir.” Onu, İsviçreli sanat tarihçisi Jacob Burckhardt (1818-1897) izler. Sonunda o yüzyıllar adlarına kavuşurlar.
Ancak hümanistlerden itibaren Ortaçağ, hep kötülenen bir dönem olmuş. “Hayali bir Antikçağ ile tahayyül edilen bir modernleşme arasında yer” aldığı için “Ortaçağ” denilen bu yüzyıllar için pek çok olumsuz söz söylenmiş, hatta iftiralara uğramıştır.
Yazar, Ortaçağ karşıtı kampanyanın evrimi konusunda, şu bilgiyi veriyor: “Rönesans adı verilen dönemde kültürel seçkinler tarafından Ortaçağ’a karşı hissedilen ve ifade edilen 14. yüzyıldan itibaren başlayıp, 15 yüzyıl özellikle de 16. yüzyılda giderek yaygınlaşan düşmanlık, hatta aşağılama daha sonra 18. yüzyılda, Aydınlanma adı verilen devrin alimleri tarafından devralınmış ve daha da ağırlaştırılmıştı. İşi, Ortaçağ’ı Karanlık Çağ olarak nitelemeye kadar vardırmışlardır.”
Ortaçağ karşıtı kampanyayı başlatıp sürdürenlerin en önce söyledikleri Ortaçağ düşüncesinin Antikçağ ve onun büyük düşünürlerini görmezden geldikleri ve geriye dönmenin gerektiği olmuş. Le Goff, bunun doğru olmadığını belirtiyor ve kanıtlıyor. Olgulara baktığımız zaman Ortaçağ düşüncesinin antik kültürün varlığından habersiz olmadığını, dinsel açıdan bazı sorunlar çıkarsa da bu kültürü kullanıp sürdürdüğünü görüyoruz. Ortaçağ’ın rasyonel, bilimsel ve eğitsel düşüncesi olduğu gibi antik “yedi serbest sanat (gramer, retorik, diyalektik, aritmetik, geometri, müzik ve astronomi) sistemine dayandırılmış. Antik Roma çizgisinde dilbiliminde önemli gelişmeler kaydedilmiş. Latince, din adamlarının ve laik seçkinlerin dili olarak, Hristiyan olmuş bu bölgelere yayılmış. Bu gelişmenin Avrupa’da dil birliğini kurduğunu görüyoruz. Ayrıca bu dönemde “toplumun en alt kesimlerinde ve gündelik yaşamda yerel diller” giderek ön plana çıkmış.
Bir diğer ilginç nokta Ortaçağ’da okuma ve yazmanın Antikçağ’a göre daha yaygın olması, kızlar da dahil, okula giden çocuk sayısı artmış, “papirüsten daha kullanışlı olan parşömen ve 4-5 yüzyıla doğru rulo hâlindeki kitapların (volumen) yerini alan dikey defterler (codex) okumanın yaygınlaşmasını” kolaylaştırmış. Bu arada scirptores’ler de (yazıcılar, kâtipler) boş durmamış, “yazım biçimleri arasında bir birlik oluşturmasalar da Rönesans, çok geçmeden Roma harfleri adını alacak ve Petrarca tarafından moda haline getirilecek hümanistik yazıyı kabul ettirme başarısını” göstermiş.
Eski Yunanca’nın yeniden keşfini ise Rönesans’a borçluyuz. Konstantinopolis’in Türkler tarafından alınmasından sonra Batı’ya sığınan Bizanslı alimler bunu kolaylaştırmış.
Yazar, ilerleyen satırlarda 15. yüzyıl ile 18. yüzyılın sonu arasında düşünürlerde “uyanan” rasyonel düşüncede ciddi bir gerilemenin eşlik ettiği, bunn yerini mucizenin, doğaüstünün, akıldışının aldığı” duygusuna da itiraz ediyor ve “Ortaçağ din adamlarının çoğunun, tıpkı üniversiteler ve okullarda yürürlükte olan eğitim sistemi gibi referans noktası akıl… iki anlamıyla birlikte ratio idi: düzenli düşünce ve hesap,” diyor. İddiası doğrultusunda verdiği örneklerden sonra, bu konuda Rönesans’ın başarısının, “Ortaçağ’daki fazla şekilci akıl mefhumunun bilimsel aklın gelişmesinin önüne” koyduğu engelleri kaldırmak olduğunu belirtiyor.
Ortaçağ’ı karalayanların bir diğer iddiası, bu dönemde düşüncenin insan etrafında düzenlenmemesi olmuş. Le Goff, rönesans öncesine dayandığını ve 12. yüzyılda bazı din adamlarının “bu dünya insan için yaratılmıştır” fikrini ısrarlar savunduklarını belirtiyor. Yine Rönesans’ın tartışılmaz gözüktüğü bir alan olan sanatlar konusunda da itirazları var: “Skolastiğin güzellik duygusunun boğduğu fikrini… eleştiren Umberto Eco, Ortaçağ felsefesi ve teolojisinin estetik sorunlarla dolu olduklarını göstermektedir. Yazar tek tek eserleri değil, daha genel anlamda estetik kaygıyı ele almaktadır. Zaten Ortaçağ sanatını konu alan… düşünmüş okuyucu, roman tarzı bir kiliseye veya gotik bir katedrale baktığında, bu çağın sanatsal başyapıtlar üretmekle kalmayıp güzellik duygusu ve onu ifade etme, yaratma, Tanrı’ya ve insanlığa sunma arzusuyla harekete geçtiğine de ikna olacaktır. Ortaçağ çok sayıda başyapıt üretmiştir.” Bu başyapıtların üretildiği alanlardan bir tanesi de “Tezhip sanatı.”
Kitaptan yapacağım son alıntı, yazarın bu iki devrin ekonomik, politik ve sosyal alanlardaki vaziyeti hakkında söyledikleri olacak. 15. yüzyılın sonunda yeni bir kıtanın keşfi ve ardından devam eden coğrafî keşifler, dünyanın çehresini büyük ölçüde değiştirmiş, ancak geriye baktığımız zaman açık deniz gemiciliğinin Ortaçağ’dan itibaren örgütlendiğini görüyoruz. Pusulanın 13. yüzyılda kullanılmaya başlanması, kıç dümeni, kare yelken buna olanak sağlamış. Yine Avrupa tarım ekonomisi Ortacağ’da belirli bir gelişme kaydetmiş. Demir sabanın icadı toprağın daha derinlemesine sürülmesine imkân tanımış. Yılda üç kez almaşık ekin yapılmaya ve öküz yerine at kullanılmaya başlanmış. Ekonomik düşünce, “az bulunurluk”, “sermaye”, “tefecilik” kavramlarıyla zenginleşmiş, canlı tartışmalar yaşanmış.
“Sınai” diyebileceğimiz alanda değirmenler çoğalmış, bunların hidrolik testere gibi yan uygulamaları belirmiş ve 12. yüzyıldan itibaren yel değirmenleri ortaya çıkmış.
Ortaçağ ile Rönesans arasındaki süreklilik modern devletlerin oluşumunda da görülüyor. “Batı 7. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar, temelde bir kopuş yaşamadan uzun bir gelişme sürecinden geçmiştir,” diyen Le Goff, şu satırları yazıyor: “Siyaset alanı bunun en kayda değer biçimde yaşandığı yerdir. Gerçi Fransız Devrimi’nden önce de kopuş denemeleri yaşanmış ama başarısız olmuşlardı. (Dönem dönem siyasî hayat alabora olsa da) sonunda monarşi ayakta kalmıştı… Modern devlet ağır işleyen bir süreç içinde kuruldu, monarşi yeni yetkileri yavaş yavaş üstlendi ve modern devleti karakterize eden kurumları önemli zaman aralıklarıyla kurdu.” 12. yüzyıldan itibaren hukuk, edebiyat, tıp ve daha geç dönemde bilim ve siyaset alanları özerkleşmeye başlamış. “Bir başka deyişle, devletin ortaya çıkışına teolojinin her şeyi kapsayan alanının giderek artan miktarda gelişmiş kültürel araca sahip olan bir toplumdaki laikleşmeye bağlı olarak adım adım laikleşmesi eşlik etmiş.
Yazara göre Rönesasns ayrı bir dönem değil. Yaşananları dönem değişimi olarak görmek hatalı, “Benim kanaatime göre,” diyor, “dönem değişimi, uzun Ortaçağ’ın sonu 18. yüzyıl ortasına yerleştirilmelidir.”
Ve gelelim yüzyıllar boyunca damgalanan Ortaçağ’ın bu lekeden nasıl kurtulacağı öyküsüne: Le Goff, “Victor Hugo’nun Notre-Dame de Paris‘i buna örnektir” diyor ve devam ediyor, “ayrıca Fransa’da 1821’de Ecole Nationale Des Chartes kurulur, Almanya’da ise 1819-1924 arasında eski ve özellikle de Ortaçağ Almanya’sına ilişkin kaynakları yayımlayan Monumenta Germaniae Historica yayın hayatına başlar.” Bazı tarihçiler, yeterince bilinmediğini söyleyerek, Ortaçağ tarihini bilimsel olarak incelemeye başlar. Başka araştırmacıların yanı sıra, “Fransız Marc Bloch (1886-1944) ve Annales ekolüyle birlikte Ortaçağ, parıltılarıyla ve gölgeleriyle yaratıcı bir çağa dönüşür.” Tarihçiler arasında kötüleyici anlamı da kaybolur.