Atilla Dirim
15 Temmuz darbe girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması, siyasetinin merkezine kategorik AKP ve Erdoğan düşmanlığını yerleştiren, siyasî hedef olarak da “gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler” sloganını şiar eden bazı çevrelerde şaşkınlıkla karşılandı. Bu şaşkınlığın arkasında üzüntünün ve hayıflanmanın saklı olduğunu tahmin etmek çok güç değildi, ancak 12 Eylül darbesinin izleri henüz eskimiş olmadığı, sayısız mağdurun o korkunç günleri ve ayları ve yılları anlatmaya devam etmesi, darbe girişiminin başarısız olmasından duydukları üzüntüyü açıktan ifade etmelerine engel oldu.
Sonra hızla komplo teorileri üretilmeye başlandı. Bu zaten gerçek bir darbe değildi, böyle darbe mi olurdu, bu önceden planlanmış bir senaryoydu, eğer bu gerçek bir darbe olsaydı, tanklara karşı kim direnebilirdi ki? Hele de bu direnenlerin ellerinde kızıl bayraklar olmaması, aksine hatırı sayılır bir kısmının AKP seçmeni olması, bütün bunların Erdoğan’ın bir oyunu olduğunun ispatından başka ne olabilirdi ki?
Komplo teorileri üretenlerin ortak noktalarından biri, yığınların gücünü hafife almaları veya yok saymalarıydı. Kendilerine kurtarıcı misyonu biçenler, kendilerinden olmayanların kendilerinden bağımsız bir şekilde harekete geçebileceklerine inanmıyordu. Seçimlerde kendilerine değil de burjuva partilerine oy vermeye tenezzül eden yığınların iyi bir şey yapması zaten mümkün değildi. Evet, bütün bunlar bir numaradan, bir aldatmacadan ibaretti!
Darbelerin ancak 12 Eylül modelinde gerçekleşebileceğini, başka türlüsünün mümkün olmadığını düşünenler, dünyada yakın ya da pek de yakın olmayan tarihte yaşanan başarısız, yığınlar tarafından engellenen darbe girişimlerinden haberdar olmasa gerek. Çok geçmişe gitmeye gerek yok, Sovyetler Birliği’nin çöküş sürecinde yaşanan 19 Ağustos darbe girişimi, 15 Temmuz darbe girişimine şaşılacak denli benziyor.
Muhafazakâr bürokrasinin direnişi
Sovyetler Birliği’ni komünizmin kalesi olarak görmeye devam edenler için, 1991 hiç de iyi bir yıl değildi. Düşman kalenin ta içine kadar girmiş, burçlarını teker teker ele geçirmiş, bayrağı indirmek üzereydi ki, birden komünizmin kurtarıcıları sahneye çıkmış, herkesi umutlandırmıştı.
Sovyetler Birliği’nin hâli haraptı doğrusu. Yıllardır sürdürülen devlet kapitalizmi politikaları, ağır baskılar, geniş halk yığınlarının içinde bulunduğu sefalet, yokluk, karaborsa, Afganistan işgalinin getirdiği ağır yükle birlikte devletin ana gelir kaynağını oluşturan petrol fiyatlarında yaşanan derin kriz, egemenlerin ülkeyi eskiden bu yana olduğu gibi yönetmelerine imkân tanımayan bir noktaya getirmişti.
Kendisini egemen sınıf olarak örgütleyen bürokrasinin bir kanadı, Gorbaçov önderliğinde glasnost ve perestroika (açıklık ve yeniden yapılanma) politikalarını uygulamaya başlamıştı. Bu politikalar genel bir kabul görmekle birlikte, devlet kapitalizminin terk edilip batı tipi kapitalizme geçişle birlikte ayrıcalıklarını, daha doğrusu iktidarlarını kaybedeceklerini anlayan “muhafazakâr” bürokrasi, (kendileri açısından) kötü gidişatı bir darbeyle durdurmaya karar vermişti.
Darbecilerin içinde yok yoktu. Başbakan Valentin Pavlov, Savunma Bakanı Dimitri Yazov, İçişleri Bakanı Boris Pugo, Köylüler Birliği Başkanı Vasili Starodubtsev, SSCB Yüksek Sovyeti Başkanı Anatoli Lukyanov, Savunma Konseyi birinci başkan yardımcısı Oleg Baklanov, Devlet Sanayi Birliği Başkanı Aleksandr Tizyakov, Politbüro üyesi Oleg Şenin, Kara Kuvvetleri Komutanı Valentin Varennikov, KGB Şefi Vladimir Krıyuçkov ve iki başkan yardımcısı Viktor Gruşko ve Geni Ageyev ile KGB Generali Vıyaçeslav Generalov… Velhasıl bürokrasinin önemli bir kesimi darbenin içindeydi.
“Muhafazakâr” bürokrasi daha önce de Gorbaçov’un nispeten daha ılımlı, daha katılımcı, daha fazla demokrasi öğeleri içeren politikalarına karşı çeşitli şekillerde direnmeye çalışmış, 1991 yılının Nisan ayında SBKP Merkez Komitesi’nde yapılan bir oylamayla Gorbaçov’u görevden almaya dahi kalkışmıştı. Bütün bunlar sonuç vermeyince, son çare olarak darbeye başvurmuştu.
Darbecilerin saflarında çözülmeler
Gorbaçov darbeye, Erdoğan’a benzer bir şekilde, daçasında tatil yaparken yakalanmıştı. Kırım’daki yazlığına gelen darbeciler, önce Gorbaçov’la pazarlık yaparak onu görevden çekilmeye ikna etmeye çalışmış, ancak görevden çekilmesi yolundaki taleplerini kabul ettiremeyince, kurdukları Devlet Olağanüstü Hal Komitesi (DOHK) televizyonda yayınladığı bir bildiriyle Garbaçov’un hasta olduğunu, Komite’nin yönetimi geçici olarak eline aldığını ve Garbaçov’un durumu düzelene kadar ülkede başkanlık yetkilerini Başkan Yardımcısı Yanayev’in kullanacağını ilan etmişti.
DOHK, yayınladığı bildiride yapılan reformların ülkeyi uçuruma sürüklediğinden, halkın servetinin yağmalandığından ve yeni birlik anlaşmasının ülkenin bölünmesinden başka bir anlama gelmeyeceğinden, bunun ne pahasına olursa olsun engelleneceğinden söz ediyordu.
Bu arada başkent Moskova sokaklarında tanklar dolaşmaya, stratejik noktalarda askerî birlikler konuşlanmaya başlamıştı. Muhafazakâr bürokrasinin “komünizmi” kurtaracağını umut edenler bütün bu olanları izlemeye çalışırken, beklenmedik haberler gelmeye başlamıştı: Moskova’da sokaklara akan on binlerce kişi tankların karşısına geçiyor, darbeye karşı Gorbaçov’un, daha da önemlisi, Rusya Federasyonu Cumhurbaşkanı Boris Yeltsin’in sokağa dökülüp direnme çağrılarına destek veriyordu.
Bu durum karşısında, zaten ordunun tümünün desteğini alamamış olan darbecilerin saflarında çözülmeler yaşanmaya başlamıştı. 20 Ağustos’ta bazı birlikler Gorbaçov ile Yeltsin’e bağlı olduklarını ilan ederken, darbeciler parlamentoya saldırmaya karar veriyordu. Bir yandan da darbeci askerler, otobüsler ve temizlik araçlarını kullanarak halkın parlamentoya ulaşmasını engellemek için barikatlar kuruyordu. Bu esnada çıkan çatışmada üç kişi ölünce araçlar ateşe verilmiş, ancak askerlerden ölen olmamıştı. Bunun üzerine KGB’nin parlamentoya saldırmakla görevlendirilen Alfa ve Vympel birimleri bu görevi yerine getirmeyi reddetmiş, paraşütçü Omon birlikleri de onlara katılmıştı.
Tankların üzerine çıkan Boris Yeltsin, gerçek bir halk kahramanına dönüşmüştü. Darbenin “komünizmi” kurtaracağını umanlar ise dehşet içindeydi: Bu nasıl bir halktı böyle? Komünizmi kurtarmayı neden istemiyordu? Neden koskoca Sovyetler Birliği’ni bölüp parçalayacak olan adama destek veriyordu? On binlerce kişinin beyni emperyalizm tarafından yıkanmış mıydı? Yoksa her biri parayla satın mı alınmıştı?
21 Ağustos’ta darbe kesin olarak engellenmiş, takip eden günlerde Gorbaçov Moskova’ya dönmüş ve darbeciler tutuklanmıştı. Halk ise sokaklarda zaferini kutluyordu.
Panzehir nerede?
Askerî vesayetle mücadele edeceğini vaat ederek seçimlerden zaferle çıkan AKP, gerçekten de Ergenekon davası ile sivil ve askerî bürokrasinin önemli bir kısmının belini kırmış gibi görünüyordu. Ancak, bunu yaparken, sivil ve askerî bürokrasi içinde hatırı sayılır bir güç sahibi olan diğer bir kuvvetle, Gülen Cemaati ile ittifak kurmak durumunda kalmıştı.
Aradan çok da uzun olmayan bir süre geçtikten sonra, bu kez de Gülen Cemaati olarak örgütlenen bürokrasi ve sivil uzantıları ile iktidar savaşına girdi. Bu savaşı tek başına sürdürebilecek kadar güçlü değildi; askerî ve sivil bürokrasinin önemli bir kısmı Cemaat’in (ve ittifak içinde olduğu anlaşılan Kemalist subayların) denetimindeydi, buna karşı koyabileceği mekanizmalar ancak sınırlı bir şekilde işe yarıyordu ve yine bürokrasinin içinde güç sahibi olan bir başka güçle, eski düşmanıyla, yani Ergenekon davası zanlılarıyla ittifak kurdu. Böylece ordunun ve bürokrasinin en azından bir kısmının pasifize olmasını sağlayarak, arkasına aldığı güçlü halk desteğiyle Cemaat’in (ve Kemalist subayların) darbesine engel olmayı başardı.
Gerek Sovyetler Birliği’ndeki 19 Ağustos darbe girişiminin, gerek Türkiye’deki 15 Temmuz darbe girişiminin engellenmesinde en büyük pay sahibi olanlar, sokağa dökülen on binlerce, yüz binlerce insandı. Bütün bu insanlar, her iki ülkede de mevcut iktidarları bütün kötülüklerin kaynağı olarak görenler tarafından hain, gerici, kötü, emperyalizmin uşağı olmakla karalandı. Oysa her iki ülkede de sokağa dökülenler, bürokrasinin yapacağı bir darbenin sonuçlarını yaşayarak tecrübe etmişlerdi ve bunu bir daha yaşamamak için her türlü bedeli ödemeye razıydılar.
15 Temmuz sonrası ortaya çıkan durum, iyi bir durum olmaktan çok uzak. Bunun panzehiri ise yine 15 Temmuz’da sokağa çıkanların içinde mevcut. Bu kitlenin hatırı sayılır bir kısmı, Erdoğan’ın çağrısından önce sokağa çıkmıştı. Mevcut antidemokratik uygulamaların en fazla bu insanları rahatsız edeceği de açık. Mesele, bu insanlara ulaşılabilecek mekanizmaları inşa etmekte.