Ümit Aktaş
Darbenin önlenmesinden sonra tedavüle sokulan en önemli kavramlardan biri “demokrasi” oldu. Oysa bu darbeyi durduran kitlenin içinde olanların birçoğunun darbe karşıtlıkları, esas itibariyle demokrasiyi savunma amacına dayanmamaktaydı. Hatta bu kitlelerin birçoğu açısından demokrasi pek de muteber bir şey değildi. Darbeye karşı direniş için halkı sokağa döken en önemli etken, defalarca darbeler karşısında susmuş ve darbeciler tarafından madunlaştırılmış olan bir halkın öfkesini ve onurunu ortaya koymaktı. Ayrıca bu tepki, darbenin geldiği merci olan Fethullahçılığa ve onu destekleyen ABD’ye karşı duyulan öfkenin de bir patlamasıydı. Bir de, Tayyip Erdoğan’a ve onun nezdinde temsil edildiği düşünülen değerlere (“İslamî değerlere”) sahip çıkma arzusuydu.
Biçimsel olarak demokrasiyi dert etmeyenlerin, kavramsal anlamda demokrasiyi ortaya koydukları tartışılamazsa da, demokrasiyi dillerine pelesenk eden bir başka kesim (HDP eşbaşkanları, bazı Kemalistler ve solcular) açısından, tankların karşısına çıkarak darbeye dur diyenlerin biçimleri (sakallı, çarşaflı, başörtülü giyimler; tekbir ve selalara dayanan sloganlar), “demokratik” şablona uyarlı bulunmadığından, bir tür küçümsenmeyle karşılandı.
İktidar yanlısı dekoratif aydınlar ise meseleyi daha çok bir Fethullahçılık karşıtlığında sığlaştırdılar ve ortaya çıkan “zafer” görüntüsünden nemalanmaya çalışarak, meydanlardaki demokrasi söylemini içeriklendirme çabasında bulunmadılar. Yapabildikleri yegâne şey “demokrasi şehitleri veya gazileri” gibi arabesk deyimler icat etmekten öteye gidemedi. Çünkü onlar açısından Erdoğan’ın otoriter duruşu, demokratik bir söylemin derinleştirilmesinden daha değerliydi.
“Kavramsal anlamıyla” bir demokrasi mücadelesi
Ama demokrasiyi, dahası kendilerinin yönetimde etkinleştirilmesini pek de umursamayan darbe karşıtı kitleler, “demokrasi mücadelesi” kadar gösterilerinde de, hatta belli bir karnaval havasıyla boy gösterseler ve kendilerini temsil eden yönetici elitler ya da basiretsiz temsilcileri adına mücadele etmiş olsalar da, belli ki bu konuyu, yani Türkiye’de kavramsal bir demokrasi veya bir başka anlamıyla istişareye, hak ve adalete dayanan bir yönetim anlayışı ve uygulamasını tartışmaya açmaya (maalesef) hiç de niyetli değiller(di).
Ama her ne kadar onlar “demokratik” bir mücadele için sokağa dökülmeseler ve bu mücadeleyi verenleri biçimsel açıdan beğenmeyen bazı sol elitler de bu darbe karşıtı mücadeleyi kendi zihinlerindeki şablonlara uygun bir demokrasi mücadelesi olarak görmeseler de, verilen bu mücadele sonuçta “kavramsal anlamıyla” bir demokrasi (halkın yönetimde etkinleşmesi, kendi iradesini ortaya koyması ve özgürlüklerini savunması) mücadelesinden başka bir şey değildir.
Geçtiğimiz günlerde ziyaret ettiğim köydeki yaşlı bir akrabam, darbeyi durduranın yönetici elitler değil, milletin kendisinin olduğunu ama giderek yükselmekte olan diktatoryal sorununun da ortada durduğunu (elbette böyle “süslü” laflar etmeksizin) söylemişti. Görebildiğim kadarıyla İslamî cemaatlerin pek çoğu bu yaşlı köylü kadar ferasete sahip değiller. Onun kadar eleştirel ve sorgulayıcı bir izan ve idrakten de yoksunlar. Buna sebep olan ise gerek “zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri”nin, gerekse edinmiş oldukları kültürün ağırlıkları. Oysa peygamberler “insanları sırtlarındaki yükten ve bileklerindeki zincirlerden” kurtarmak için mücadele etmekte değiller miydi?
Diktatoryal sorun
Üzerinde sürdürülen tüm tartışmalara, eksikliklere ve zaaflarına karşı, demokrasinin otoriter ve diktaya dayanan yönetimlere göre olumlu yönü, toplumsal kesimleri hayatın her alanında görece de olsa etkinleştirmesi. Bu katılımsal etkinlik, toplumsal bir seferberlik olarak, hem atıl toplumsal enerjileri ve aklı etkinleştirir, hem alternatifler üretebilme becerilerini artırır, hem de toplumu kendi kaderi üzerinde düşünme ve eyleme konusunda sorumlu kılar. Bu demokratik durum, aynı zamanda halkı bir mekân içerisinde tanımlar ve kabullenir. Dolayısıyla bu sosyolojik/sosyopolitik mekâna (habitus) ait söz söyleme hakkı veya önceliği de o mekânda yaşayan halka aittir. Oysa otoriterlik (veya diktatorya), önce toplumsalı mekânsızlaştırır ve tüm seferberlik çağrılarını, toplum adına düşünen ve eyleyen bir merkeze tâbi olmaya yöneltir.
Bununla beraber, otoriter veya diktatoryal anlamdaki bir iktidar olmanın demokratik bir iktidar oluştan temel farkı, yurt kadar halkı da kendisine mülkleştirmesidir. Bu tip bir siyaset anlayışı ise, toplumu mekânsızlaştırdığı kadar, aklını kullanmaktan ve sorumluluklarından da yoksunlaştırır. Çünkü halkı reayalaştıran geleneksel anlayış, onu hiçbir konuda ergen (reşid) ve mümeyyiz kabullenmez. En azından sıcağı sıcağına yaşadığımız en son deneyim, otoriter seçkinciliğin bu tür bir siyasal (zih)niyetinin bariyerlerini yıkmış olsa da, bu “şenlik” havasının uzun süre devam et(tiril)meyeceği de ortadadır.
Diktatoryanın ise, Jakobenlerden “komünist diktatorya”ya değin, olumlu bir kullanım alanı ve itibarı da var elbette. “Aydınlanmış despotluk”un “halka rağmen halk için” sloganında ifadesini bulan vesayetçi elitizmi, kendince içkin bir “iyi niyet”e de sahiptir. Ama “cehenneme giden yolların iyi niyet taşlarıyla döşendiğini” de unutmamak kaydıyla. Çünkü denge ve denetim mekanizmalarından yoksunlaşan her iyi niyet ve ütopizm, bir süre sonra bizzat kendi öngördüğü yoldan çıkarak, bir canavara dönüşecektir. Aksi ise bir peygamber sabrını gerektirir ki, onun da Allah tarafından denetlendiğini unutmayalım. Bunun ötesinde akıl akıldan üstündür ve her aklın ve iradenin, uyarı, eleştiri, yol göstericilik ve sorgulanmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Hatta günümüzde de tanık olduğumuz gibi, “kraldan fazla kralcılar”ın baştan çıkaramayacağı hiçbir kul da bulunmamaktadır.
Her türlü vandallığı yapabilme hakkı
Bizzat Fethullah Gülen’in “yoldan çıkma” süreci için de doğru olan bu kural, elbette sadece ona münhasır da değildir. Sözgelimi Karadeniz’e otoyol yaparken, otoriter bakışın üsttenciliği, kendisine ram olmuş bir halka otoyol gibi bir nimet sunmakta olduğunu düşünmektedir. Ama bunu yaparken, o halkın tüm toplumsal mekânının denizle ilişkisi çevresinde oluştuğunun ne farkına varır, ne de bunu dikkate alır. Hatta o otoyolu yapmak için (veya bir HES inşası için) köylerin yaşamsal mekânlarını umursuzca tahrip eder ve oraların bir toplumsal ve kültürel doku olduğunu idrak edemez. Çünkü “enerji üretmekte ve çevreyi modernleştirmekte”dir. Onun gözünde dikkate alınacak yegâne değerler bunlardan ibarettir. Bunun için her türlü vandallığı yapabilme hakkını kendisinde görmektedir.
Ya da Taksim’deki Gezi Parkı’nı veya benzeri başka bir mekânı, sadece bir inşa alanı olarak görür. Orada sürmekte olan farklı hayatların (sözgelimi evsizlerin veya kent yoksullarının, dahası ağaçların ve kuşların hayatları) farkına varmaz ve hatta bu hayatları umursamaz. Şehirlerin silueti kadar tarihsel dokuların inşacılığı engelleyen her türlü “fantezik” değeri de umurunda değildir. Oysa otoyolu veya barajı yaptıktan sonra iktidar mekanizmaları o mekânı terk ederek avadanlıklarını başka mekânlara naklederken, o mekânı, mekânın gerçek sahiplerine bırakır. Elbette mekân sahiplerinin başlarına açtıkları belalarla birlikte. Mesela her yanı gökdelenlerle doldurulmuş İstanbul’un mukimlerinin başına açtıkları trafik belası ya da denizle (veya ova ile) bir halkın arasına soktukları otoyol belası gibi. (Bunlara madenciliği, çevre tahriplerini, turizmin yerel halkın değerlerini umursamayan işgalini vb. de dahil edebiliriz.)
“En iyi karar verici”
Oysa en azından bize göre daha demokratik (bunu insanlara daha fazla değer veren veya daha hakkaniyetli diye de ifade edebilirdik) olan batılı ülkelerde, toplumsal yaşamı ve mekânı doğrudan etkileyecek olan konularda birincil karar verici olan o mekânın sahibi olan halktır. Ama otoriter ya da diktatoryal sistem açısından tüm yaşamsal mekân otoriteye/diktatöre aittir. Otorite/diktatör bu mekânlar hakkında istediği tasarruflarda bulunur, çünkü “en iyi karar verici” odur. Açıktır ki bir ırmağın veya ormanın kenarında yaşayan halk için o ırmak veya orman, salt bir isimden veya görüntüden ibaret değildir. Ayrıca o ırmak sadece su olmadığı gibi (içerisinde balıklar yaşamakta, çevresinde farklı hayatlar sürdürülmektedir), orman da sadece ağaçlardan ibaret değildir (içerisinde karmaşık bir yığın hayatı barıdırmaktadır ve bunların yaşamsal sorumlulukları da insanlara aittir).
Tıpkı bunun gibi, nasıl ki bir zamanlar başka tip iktidar elitlerince başörtüsü bir tür yaşamsal mekânın (inanç, kültür, kimlik, gelenek) bir icabı olarak kavranmadıysa, yeni elitler de sözgelimi bir “cemevi”ni, bir yaşamsal mekân olarak kavramaz. Veya halkın/milletin temsilcileri de yine bu otoriter seçkinler tarafından belirlenerek halka bu belirlenen isimler sadece onaylatılır. İşte tam da bu noktalarda halk, toplumsal ya da siyasal mekânın inşası için alınacak kararlarda katılıma sokulmaz. Çünkü onlara göre halk doğru bir karar alıcı değildir. Doğru kararları ancak uzmanlar ve elitler alabilir.
Yönetenlerden daha basiretli
İşin paradoksal yanı ise, değişen iktidar fazlarına göre halk ya da milletin, tüm o iktidar seçkinlerinin ve onlara ait mekanizmaların (sözgelimi orduların, yardım kuruluşlarının) hiçbir işe yaramadığı yerlerde gerçek kurtuluş savaşlarını verdikleri kadar,yardım çağrılarına en çabucak icabet edenler ve sahici yaşamsal mekânların da yegâne inşa edicileri olduğudur. Nitekim 15 Temmuz’da, daha emniyet güçleri harekete geçmeden, halk (veya millet), darbeciler karşısında kendiliğinden harekete geçmiş ve farklı taktiklerle ciddi bir direnişi örgütlemiştir. Dolayısıyla daha Başbakan’ın veya Başkomutan’ın bile farkında olmadığı bir darbeyi fark ederek önlemeye girişmiş ve hatta bu mercilere de haber vererek onları da harekete geçirmiştir. Tıpkı 1999 Adapazarı depreminde de olduğu gibi. Çünkü o zaman da, devletin ağır ayakları daha yerinden kıpırdayamadan, halk yardımlarını depremin mekânına ulaştırmıştı.
Ama bu kriz anları atlatıldığında, sanki bunları savuşturanlar iktidar seçkinleriymiş gibi, halk veya millet bir kez daha unutularak toplumsal-mekân devletlûların insafına terk edilecek ya da devletlûlar tarafından toplumsal-mekâna bir kere daha el konulacaktır.
Oysa doğru tutum, isterse yanlış karar versinler (devletlûların da nasıl bir yığın yanlış karar verdiklerini, bu darbe girişimi vesilesiyle bir kez daha öğrenmedik mi?), halkın -en azından kendi kaderleriyle ilgili konularda- karar verme etkinliklerini ve yetkinliklerini artırmaktır. Halk/millet bu konuda belki tevazu göstermekte olabilir. Hadi bu da onun kusuru ya da unutkanlığı/aldanmışlığı olsun. Ama görülen o ki, birçok konuda kendisini yönetenlerden daha basiretli ve cesur olduğunu defalarca ispatlamış bulunmaktadır.