Alber Sabanoğlu
Lise yıllarında bazı arkadaşlarla birlikte oldukça geniş bir rock/pop kültürüne hakim olmuştuk. Bob Dylan buna pek dahil değildi. Olsa olsa uzaklarda duran, ne olduğu pek iyi anlaşılamayan saygıdeğer bir gölge gibi ara sıra görünüp kaybolurdu.
Amerika’da üniversitede ilk yılın sonunda Dylan okuduğum şehre konser vermeye geldiğinde ise “Desire” ve “Blood on the Track” albümlerinin her şarkısı artık günlük hayatımın birer parçasıydı.
O ilk yıl birçoğumuzun masumiyetini yitirdiği yıl oldu. Özellikle gönül ilişkilerinde hızlı bir duygusal “eğitim” almanın yanı sıra lise yıllarında ısrarla kafamıza işlenen – ya da kafamızda yarattığımız – demokratik, medenî, geleceğe ümitle bakan ABD imajı da tuzla buz oluyordu. Noel geceleri rengârenk ışıklarla süslenmiş boş eşik ve pencerelerin kasvetli yalnızlığını; sonsuz koridorlarda birbirleriyle değil konuşmak bakmaya bile cesaret etmeden robot gibi yürüyen biliminsanlarını; sokaklarda, metrolarda kendi kendine konuşan insanları; her köşebaşına sinen şiddeti anlatmaya İngiliz rock grupları yetmeyecekti. Onların ozanı Bob Dylan’dı.
Sosyal yergi geleneği
“Biz” kimdik? Türkiye’den oraya okumaya veya başka nedenlerle gelmiş bir grup genç. Amerika’nın dört bir yanından gelen, ailelerinden bağımsız yaşamanın tadını yeni çıkarmaya başlayan biz yaşlardaki Amerikalıları da katabiliriz.
Dylan, gene bizim önceden pek varlığından haberdar olmadığımız daha insancıl başka bir Amerika’nın da sesiydi. Oturma odalarında Woody Guthrie ve Pete Seeger dinlenir, çocuklar televizyonsuz, masa oyunları oynayarak yetiştirilir ve kendilerine Kızılderililerin de o ülkenin temel kültürünün bir parçası olduğu öğretilir… Dışarıda kar durmaksızın yağarken kalorifersiz evlerde kat kat yorganlara sarılmış olarak Kuzeyli kızlarla sabahlara kadar konuşulur, sevişilir, icabında aşık bile olunabilirdi… Öyle bir Amerika henüz vardı o zamanlar.
Aynı yıl tanıştığım Kansaslı dostum Mike’ın sık sık söylediği bir folk şarkısı vardı:
Little boxes on the hillside
Little boxes all the same.
….
And the people in the houses
All went to the university,
Where they were put in the boxes
And they came out all the same
Tepenin eteklerinde küçük evler
Hepsi birbirinin aynı küçük kutular.
….
O evlerdeki insanların
Hepsi üniversite okur.
Onları kutulara koyarlar
Ve hepsi birbirinin aynı çıkar kutulardan.”
O şarkıda dile getirilen sosyal yergi geleneğinin devamcısıydı Dylan. Daha da geriye gidildiğinde Emerson ve Thoreau’nun fikirlerinin etkisi de görülebilir eserlerinde.
Yıl sonunda konserini görmeye civar şehirlerden, bazı arkadaşlar da dahil çok kişi geldi. Dylan, iki saat boyunca şarkılarını mırıldanarak, değiştirirerek, uzatarak, kısacası tanınmaz hâle getirerek söyledi ve geldiği gibi, tek bir kelime etmeden gitti. Biz seyirciler de şaşkın, ne olup bittiğini tam anlamamış halde oradan ayrıldık.
Farketmedi. Sonraki yıllarda Dylan gitgide daha sağlam bir yol arkadaşı oldu bize. Arada asıl adının Robert Zimmerman olduğunu, annesinin haftada bir gün ev arkadaşımız Leah’nin teyzesiyle Duluth’ta çay saatinde buluşan bir hanım olduğunu keşfettik, sevindik, “bizden” olduğunu biraz daha fazla hissettik. Aslında Dylan’in kendi kimliği konusunu taktığı yoktu: o yıllarda önce Hıristiyan oldu, sonra Yahudiliğe geri döndü, sonra hepsini reddettiğini açıkladı… yoluna devam etti.
“Para konuşmaz, küfür eder”
Genel olarak okuduğum veya dinlediğim eserleri aklımda tutabilme yeteneğim yoktur. Hayatım boyunca okuduğum roman, hikâye, deneme ve şiirlerin beni etkileyen kısımları soyut kavramlar şeklinde kafamda uçuşur. Ortaokul sınıf arkadaşarımın birçoğu, kırk sene önce hocalarımızın her gün kafamıza vura vura ezberlettiği La Fontaine şiirlerini hâlâ söyleyebiliyor. Bense “Karınca ve Ağustos Böceği”nin ilk iki dizesinden öteye geçemem.
Ama Bob Dylan’ın en az 5-6 dizesi net bir şekilde hep kafamdadır.
Bunlardan üçü aynı şarkının, “It’s Alright Ma”nın içindedir. Bu şarkı belki de Dylan’ın eriştiği en yüksek noktadır; ozan o noktadan insanlığın hâllerini büyük bir açıklıkla görür ve gerçekleri art arda, acımasızca bağırır:
“Money doesn’t talk, it swears”
“Para konuşmaz, küfür eder”
“He who is not busy being born is busy dying”
“Her kim yeniden doğma çabasında değilse ölmekle meşgul demektir”
“For those who think death’s honesty won’t fall upon them naturally, life sometimes must be lonely”
“Ölümün dürüstçe, doğal olarak kendilerine gelmeyeceğini sananlar için hayat bazen çok yalnız olmalı”
Her şarkısı baştan aşağı böyle keskin gözlemlerle dolu değildir. Kim olduğunu hatırlamıyorum, Bob Dylan için: “Söylediği her on şeyden dokuzu saçma, onuncusu ise deha ürünüdür” demişti. Doğruluk payı var bu gözlemde.
“Pictures of Johanna”yı alalım örneğin. Sakin bir sabah, evdeyim, dinlemeye başlıyorum. Daha önce çok dinlediğim bir parça, ama nedense sözlerini anlamamışım veya aklımda kalmamış. Bu defa anlamaya niyetliyim. Dikkatle sözlere odaklanıyorum, ama nafile, ikinci dörtlükten sonra kafa başka yerlere gidiyor. Tekrar tekrar koyuyorum, ama imkân yok, bir yerden sonra ipin ucu kaçıyor. Buna rağmen sözlerin sadece söyleniş şeklinde bile garip bir güç var. Anlamaya çalışmayı bırakıyorum, kendimi koyverip tam hayallere dalmışken birden o “onda birlik” laf geliyor, tokat gibi vuruyor suratıma, kendime geliyorum:
“Everybody was making love or else expecting rain”
(“Herkes ya sevişiyor ya da yağmuru bekliyordu”).
Tabii ki.
Dışarıdan eğer bir ses gelmiyorsa
Geçenlerde YouTube’da Bob Dylan’ın, kendisine sorulan sorulara doğru dürüst cevap verdiği ender söyleşilerden birini buldum. En fazla birkaç sene öncesinden olmalı: Mülakatı yapan kişi, oldukça yaşlanmış bir Dylan’a artık klasikleşmiş şarkılarını nasıl yazdığını sordu.
“Bilemiyorum,” dedi Dylan. Sonra tam da “It’s Alright Ma”nın ilk dizelerini okudu ve:
“Böylesine güçlü bir şeyi nasıl yazar insan, bilemiyorum” dedi.
“Yani şimdi böyle bir şey yazamam mı demek istiyorsunuz?”
Dylan’ın gözleri bir an buğulanır gibi oldu, sonra:
“Yazamam,” dedi, “şimdi başka şeyler yapabiliyorum, ama öylesini yazamam. O ilham kaynağı kurudu çoktan.”
Çoktan kurudu, evet. Sadece Bob Dylan için değil, 60’lı-70’lı yillarin tüm muhteşem rock grupları, folk ve pop müzisyenleri, hatta caz müzisyenleri için 70’lerin ikinci yarısında, en geç 1980’de tükendi, bitti. Yaşlandıklarından değil, henüz gençtiler birçoğu 70’lerin sonunda. Bitti sadece. Sonra gelenler, birkaç istisna dışında ya kendi kendilerinin ya da başkalarının kötü kopyaları, cılız sesler olabildiler ancak. Sanatçı, etrafından kopuk bir birey değildir hiçbir zaman. Tersine, etrafındaki sesleri herkesten daha iyi dinleyebilen, algılayabilen bir kişidir. Dışarıdan eğer bir ses gelmiyorsa, istediği kadar “dahi” ve yetenekli olsun, fazla dişe değer bir şey çıkaramaz. Özgün olamaz.
Bob Dylan’ın Nobel’i almayı hak etmediğini iddia edenlere ise örneğin geçen yılın edebiyat ödülünü alan Patrick Modiano’nun birkaç romanını okumalarını tavsiye ederim. Dylan’ın yukarıda sözünü ettiğim dizelerinde ve başka birçok şiirinde Modiano’nun benim okuduğum romanlarının topundan daha fazla anlam, fikir, hayat olduğunu düşünüyorum. Aynı şeyi son yıllarda Nobel alan başka yazarlar için de söyleyebilirim.