Canan Ertufanlıoğlu
Bu yıl gelmiş geçmiş en büyük “İstanbul’un Fethi” kutlaması yaşandı. Kaçıncı yıldönümüydü diye soracak olsam, kimsenin tam olarak sayıyı hatırlayacağını pek sanmıyorum. Çünki 500, 550, 600 gibi “yuvarlak” bir sayı değildi, fethin 563. yıldönümü kutlandı bu sene — Sayın Cumhurbaşkanı’nın, “dünyanın en büyük üç boyutlu sahnesi”nin, TSK jetlerinin, bilumum havai fişeklerin ve cümbür cemaat otobüslerle dört bir yandan getirilen sadık AK Partililerin katılımıyla.
Bırakın yuvarlak olmayı, 563 bir asal sayı! Yani kendinden ve 1’den başka hiçbir sayıya bölünmeyen o gariban sayılardan biri. Olayın ne kadar zorlama olduğuna bu 563 rakamından başka kanıt gerekmiyor herhalde. Bu nedenle de 2016 İstanbul’un Fethi kutlamasının sorunsallaştırılması gerekiyor. Neydi bu, neden düzenlendi, yine ne çorap örüyor AKP başımıza?
Milâdi 100 senesi civarında Romalı hiciv şairi Juvenal, hemşehrilerinin ne kadar bayağılaştığını, vatandaşlık haklarını talep etmeyi ve kullanmayı nasıl ihmal ettiklerini, eski görkemlerinden nasıl eser kalmadığını belirtip onları eleştirmek için, artık tek kaygılarının “panem et circenses” (yani “ekmek ve sirkler [gladyatör oyunları]”) olduğunu yazmıştı. Sonraki yüzyıllarda Juvenal’in eleştirisini siyaset haline getiren nice hükümet oldu. Bu bağlamda AKP hükümetinin bunca senedir halkın ekmek ihtiyacını oldukça iyi karşıladığı söylenebilir; İstanbul’un Fethi kutlamalarıyla da halka bir çeşit “gladyatör oyunu” armağan etmiş oldu. Her gün yeni bir özgürlüğün ellerinden alınmasına tanık olan vatandaşlarımız daha ne istesin? Ama olay bundan ibaret değil bence.
İdeoloji Arayışı
İstanbul’un Fethi Osmanlı devrinde kutlanmıyordu. İlk defa 1953’te, Demokrat Parti döneminde ciddi bir kutlama düzenlenmiş olması, hatta İstanbul Fetih Cemiyeti’nin bir grup muhafazakâr entelektüel tarafından 1950’de, Demokrat Parti’nin zaferinden iki ay sonra kurulması, 1953’ün fethin 500. yıldönümüne (yani 563. yıldönümünden çok daha mantıklı bir vesileye!) denk düşmesi kadar Tek Parti devrinin kapanmasına ve Kemalist ideolojiye alternatiflerin ifade edilebilir hale gelmesine de bağlı olsa gerekir. Her ne kadar “Türk-İslâm Sentezi” özgül bir ideoloji olarak 1970’li yıllarda ortaya çıkmışsa da, Yahya Kemal Beyatlı gibi şairlerin ve bizatihi İstanbul’un Fethi gibi tarihi olayların anılmasının şahsında bu ideolojinin nüveleri o dönemde de mevcuttu.
Millî Görüş’ü geride bırakmış, ancak SETA ve benzeri “beyin” takımlarının bütün çabalarına rağmen henüz “yerli ve millî” gibi yüzeysel kalıpların ötesinde “ideoloji” denmeye layık bir dünya görüşü geliştirememiş olan AKP, hâlâ “Reis”in kulaktan dolma bilgilerini sağda solda servis ettiği bir ortamda belki “Türk-İslâm Sentezi”ni iktidarının ardındaki kocaman entelektüel boşluğu kısmen de olsa doldurmak için kullanmak istiyor olabilir. İstanbul’un Fethi gibi motiflere bu kadar iştiyakla sahip çıkması belki bundandır.
Ne var ki, her ne kadar milliyetçilik her zaman faşizme evrilmezse de, son derece özgül ve dışlayıcı olan “Türk-İslâm Sentezi” ideolojisinin faşizme iki adım mesafede durduğu kesin olduğu gibi, AK Partililerin menfaatlerini ve ayrıcalıklarını kaybetmemek uğruna şekillenmesine göz yumduğu “Tek Adam” yönetiminin düzenlediği milyon kişilik mitinglerle dört nala o yönde yol aldığı malesef açıktır.
Ancak her ideoloji, belirli gerçekleri kabul edip başkalarını inkâr etmekle oluşturur kendisini. Örneğin Ekmeleddin İhsanoğlu için “üç dil biliyormuş, ne var ki bunda?” diyen Sayın Erdoğan, Arapça ve Farsça’nın yanısıra Latince ve Yunanca bilen, Rönesans Avrupası’ndan bilgi ve bilgin ithal eden, yalnız Şeyh Hamdullah’tan kitap değil, Gentile Bellini’den portre sipariş edebilen bir Fatih Sultan Mehmed’in yanında ne kadar nâkıs kalacağının hatırlanmasını herhalde istemez.
Tamamlanmamış Fetih
Kur’an-ı Kerim’de “kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın [yani haksız yere] öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur” buyrulur (5/32). Yani masum insanları öldürmek kesinlikle yasaklanmıştır. Hâl böyle iken, kendilerini İslamî hareketler olarak tanımlayan IŞİD ve benzeri terör örgütleri Irak’ta, Suriye’de, Pakistan’da, Türkiye’de habire yaptıkları katliamları nasıl meşrulaştırabilirler? Bu sorunun cevabı basittir aslında: Bu ülkeler Dârü’l-İslâm (yani İslam toprakları) değildir onlara göre; orada tekfir ettikleri insanlar yaşadığı için bu ülkeler Dârü’l-harb’dır, o halde orada kan dökülmesi caizdir. Yani bu ülkelerin İslam tarafından fethi yarım kalmıştır.
Kendilerini Osmanlı hayranı olarak tanıtsalar da, Cumhuriyet Türkiyesi muhafazakârlarının İstanbul hakkındaki tavırları hep buna yakın olmuştur. (Oysa bir imparatorluk olmanın gereği olarak Osmanlı son derece içericiydi.) Kan dökülmesini savunmamışlardır elbette, ama İstanbul’un hâlâ tam olarak fethedilmediğini düşünmüşler, fethi sonuçlandırmanın çarelerini aramışlardır. Örneğin Taksim’e cami yapmak saplantısı bu kalemdendir. İhtiyaç olan her yere cami yapılmasında elbette sakınca yoktur, ama eğer amaç farklı insanların yaşadığı her santimetre kareyi onlardan koparıp almak, her yere kendi kimliğini dayatmak ise, o zaman iş değişir. Böyle düşünenlerin bir numaralı hedefi onyıllardan beri Ayasofya’nın müze olmaktan çıkarılıp tekrar cami haline getirilmesidir. İstanbul’un Fethi’nin AKP iktidarı tarafından bu kadar abartılı bir şekilde gündeme getirilmesinin ardındaki nedenlerden biri de kamuoyunu bunu desteklemeye seferber etmek olabilir.
Ayasofya’nın tekrar cami olmasını savunanlar, her şeyden önce Fatih’in vakfı olduğunu belirtiyorlar. Olabilir. Öte yandan müzelerimiz sağdan soldan toplanmış on binlerce vakıf eseriyle doludur. Yüzlerce vakıf bina iktidar tarafından taraftarlarına dağıtılmış, işlevleri dışında kullanılmalarına bu şekilde göz yumulmuştur. Hatta Birinci Dünya Savaşı esnasında Medine düşerken Fahreddin Paşa Ravza-i Mutahhara’ya (yani Hz Peygamber’in mezarına) vakfedilmiş sandıklar dolusu değerli eşyayı İstanbul’a göndermiştir ve bunlar hâlen Topkapı Müzesi’nde bulunmaktadır. Müzelerdeki bu on binlerce eser vakfedildikleri yere gönderilsin, AKP taraftarlarının kullandığı yüzlerce yapı tekrar asıl işlevlerine iade edilsin, Ayasofya konusu o zaman tartışmaya açılabilir belki.
Kaldı ki, Fatih her ne kadar Ayasofya’yı vakfetmişse de, aman dileyen ve dolayısıyla zımmî statüsü kazanan gayr-i Müslimlerin bir ibadethanesine el koyması caiz değildi. Zaten Fatih’in Ayasofya’yı cami haline getirmesi dinî değil siyasî bir hareketti. Bu durumda Ayasofya haram maldı ve bunun bile bile vakfedilmesi küfür olduğu gibi, bu vakfı kabul etmek de küfürdür. Her neyse, asıl mesele bu değil, “fetih zihniyeti” dediğimiz illete yakalanmış olan siyasetçilerin kendileri gibi olmayan insanlara hayat hakkı tanımamasıdır. Bana kalırsa bir yandan 19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos, 29 Ekim önemsizleştirilirken öte yandan 29 Mayıs’ın böyle abartılı bir şekilde kutlanmasının asıl amacı budur. Osmanlı tarihi, AKP’nin elinde bir tahakküm aracı olmuştur, tıpkı Alman tarihinin Nazilerin elinde bir tahakküm aracı olması gibi.
Konu dinden açılmışken, son zamanlarda iyice almış yürümüş olan “şehitlerimiz” edebiyatının da İslam ile bağdaşmadığını hatırlatmakta yarar vardır. “Şehit” kelimesi özgül olarak fî sebilillah (yani Allah yolunda) ölen demektir. Görev başında ölen herkes şehit olmadığı gibi, cihad olmayan bir savaşta ölen askerlerin yahut polislerin şehadet mertebesine eriştiğini iddia etmek küfürdür. Kemalistler, İstiklal Savaşı’nın cihad olmasından hareketle “şehit” terimini kullanmışlar ve giderek sekülerleştirmişlerdir; AKP iktidarı ise Kemalistlerin bu saptırmasını dinî duyguları sömürmek uğruna kullanarak küfre girmektedir.
Kâfirlere fiyaka
Menderes’in ilk Dışişleri Bakanı Profesör Fuad Köprülü, 1950’li yıllarda İstanbul’un Fethi kutlamalarına, dost ülke Yunanistan’ı rencide edeceği gerekçesiyle karşı çıkmıştı. “Sıfır sorunlu dış politika”nın “herkesle sorunlu dış politika”ya tebdil edildiği AKP iktidarının böyle bir endişe duyması elbette beklenemez. Ancak sanırım Batı’yı umursamamak değil, gözlerine sokmak gayesi güdülmüş olabilir burada.
Yaşı tutanlar hatırlayacaktır, İkinci Viyana Kuşatması’nın 300. yıldönümüne Türkiye de davet edilmişti. Ancak o zaman başımızda bulunan asker takımı, “Türkiye bir yenilgisinin kutlanmasına katılmaz” gerekçesiyle daveti reddetmiş, bu suretle tarihi boyutlarda bir çiğlik abidesi olduğunu cümle âleme göstermişti. Premodern zihniyetini henüz atamamış olan birçok ülke gibi (örneğin Sırbistan, Yunanistan…) Türkiye de tarihinin geride kaldığının bilincinde değil anlaşılan. Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Emine Erdoğan Hanımefendi’nin “2016 Dünya İnsani Zirvesi”nde malum uyduruk “16 Türk Devleti” kıyafetleri giydirilmiş palabıyıklı figüranların önünde verdiği poz belki Türkiye Cumhuriyeti’ni “Doksan yıllık reklam arası” addedenleri etkilemiştir, ama misafir devlet adamlarının kıs kıs güldüğüne hiç şüphemiz olmasın.
İşte, “İstanbul’un Fethi’nin 563. Yıldönümü Kutlamaları” da bazı devlet adamlarımızın akılları sıra Batı’ya verilmiş bir “nanik mesajı” olabilir. Ama Batı’nın bundan çok muzdarip olacağını lütfen düşünmeyelim.
Bir başka etmen de dış politikadaki hezimetleri örtmek endişesi olabilir. Ne de olsa AKP iktidarı Beşar Esed rejiminin “altı ayda düşeceğini” ilan edeli kaç yıl oldu? Evet, bildiniz, tam dört yıl. Arada sınırötesi başarılarımız, Suriye’ye kaçak silah sokmaktan ve Süleyman Şah Türbesi’ni alelacele boşaltıp terk etmekten ileri gidemedi. Osmanlı padişahları da zaferden zafere at koşturdukları devirler kapanınca şenliklerle, afili imar projeleriyle halkın gözlerini boyamaya çalışmamış mıdır?
Uzatmayalım. Mesele şudur: “Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?” kabilinden, İstanbul’un Fethi’nin 563. yıldönümünde acaba neden milyonlar harcanıp abartılı bir kutlama düzenlendiğini her düşünen kişinin merak etmesi gerekir. İster Kemalizm’e alternatif olacak bir ideoloji arayışı olsun, ister İstanbul’un tamamlanmamış olan fethini hitama erdirmek, yani Türkiye’nin tek örnekleşmesini gerçekleştirmek, ister Batı devletlerine hava basmak, bu gördüğümüz yeni bir siyasî söylemin inşası ve habercisidir. Önümüzdeki dönemde devamı geleceğine şüphe yok.