Ahmet Eken
Kadınlar
Eduardo Galeano
Sel Yayıncılık, 2016
Takati yettiğince toprağın lanetlilerinin yanında durmaya çabalayan, duyduğu, gördüğü kötülükleri kayda geçiren Eduardo Galeano’yu geçen
yıl kaybettik. Seslerini duyuramayanlar, duyulmayanlar bir arkadaşlarını yitirdi. Artık geride yazdıkları var. Yazarın Türkçe’ye çevrilen yeni kitabı, Kadınlar, bir derleme. Daha önce bir kısmını Türkçe’de de okuduğumuz bazı kitaplarında kadınlar hakkında anlattıkları bir araya getirilmiş. Düşünenler iyi düşünmüş, çarpıcı olayların altını çizmekte usta yazarı keyifle okuyoruz.
Kadın ve sanat
Aristo, “Kadın deforme olmuş bir erkektir. Onda en temel unsur, yani ruh, eksiktir” demiş ve bazı krallıklar bu sözünü pek bir sevmiş, “ruhsuz varlıkların” plastik sanatlarla uğraşmaları yasaklanmış. On altıncı yüzyılda Bologna’da, 524 erkek ressama karşılık bir kadın
ressam varmış. On yedinci yüzyılda Paris Akademisi’nde, 435 erkek ressama karşılık hepsi de ressamların karısı ya da kızları olan 15 kadın ressam bulunuyormuş. On dokuzuncu yüzyılda, aynı zamanda sirk akrobatı ve Toulouse-Lautrec’in modeli olan Suzanne Valandon, erkekleri ilk kez çıplak çizmeye cesaret etmiş.
Yaşamı hakkında pek bir şey bilmediğimiz Sappho, bundan 2600 yıl evvel Midilli (Lesbos) adasında doğmuş ve şiir yazmış. Pek çok erkek onu beğenmemiş ve Katolik Kilisesi 1703 yılında şiirlerinin yakılmasını emretmiş. Ne yazık ki, emir büyük bir özenle uygulandığı için bugün elimizde çok az şiiri var.
Bir döneme adını veren Kraliçe Victoria, her ne kadar kendilerine afyon dayatılan Çinliler tarafından pek ahlakı düzgün biri olarak bilinmiyorsa da, aslında ahlak, görgü kuralları konusunda hayli titizmiş. İmparatorluğun merkezinde, görgü kurallarını okutan kitapların okunmasını mecbur kılmış. Galeano, bu kitaplardan bir tanesinde erkek yazarların kitaplarıyla kadın yazarların kitaplarının raflarda birbirine çok yakın durmasından kaçınmak gerektiğinin tavsiye edildiğini ifade ediyor. Ancak, istisnaî bir durum var: Yazarlar evliyse bir sakınca yok!
Rosa Maria, 1723 yılında altı yaşındayken Afrika’dan Rio de Janeiro’ya getirilip satılmış. On dört yaşındayken, efendisine bacaklarını açmış. On beş yaşındayken sahibi bedenini altın madencilerine kiralamaya başlamış. Otuz yaşındayken yeni efendisi papaz, onun üzerinde şeytan çıkarma yöntemlerini ve diğer gece eğlencelerini uygulamış. Daha sonra şeytanlardan biri piposundan içmiş (?), onun ağzından ulumuş ve şehir meydanında yüz kırbaç cezasına mahkûm olmuş. İnfazdan sonra bir koluna felç inen Maria, okuma yazma öğrenmiş. Denildiğine göre, bunu başaran ilk siyah kadın. Otuz yedi yaşında sokağa atılmış kadın köleler ve miadını doldurmuş fahişeler için sığınma evi açmış. Gereken parayı da tükürüğüyle çiğnediği ekmek parçalarını etkili bir ilaç olarak satıp toplamış. Kırk yaşındayken birçok inanan onun trans halinde yönettiği ayinlere iştirak ediyormuş. Kırk iki yaşında cadılıkla suçlanıp Rio de Janeiro hapishanesine kapatılmış. Kırk dört yaşında Lizbon’a Kutsal Engizisyon’un hapishanesine gönderilmiş ve tabii bir kez daha işkenceler başlamış. Bu ermiş kadının daha sonra ne olduğu bilinmiyor.
Kocalarına itaat
Malum sebeplerden dolayı, monarşiler Fransız devriminden pek hoşlanmamış ve yeni bir düzenin ortaya çıkıp üstelik bir takım fikirlerinin kendileri için tehdit de olduğunu görünce devrimin kökünü kazımak için saldırmaya başlamışlar. Ancak baldırı çıplak orduları devrimi korumayı başarmış ve ilk zaferlerini (Prusya Ordusu’na karşı) 20 Eylül 1792 günü kazanmışlar. Aynı gün Paris’te, milletvekilleri de boşanma kanununu kabul edip bin yıllık bir geleneği sonlandırmış. Bu yeni kanun büyük bir sevinçle kabul edilmiş ve boşanmalar hızla çoğalmış. Yasa hemen her şeyi serbest bıraktığı için, Fransızlar güle oynaya boşanmanın tadına bakmışlar. Lakin tatlı hayat uzun sürmemiş. Gerisini Galeano’dan dinleyelim:
“Napolyon Bonapart… bugün bütün dünyada hâlâ bir hukuksal model olarak görülen bir Medenî Kanun hazırlattı. İktidardaki burjuvazinin bu şaheseri, hukuka çifte standardı getirdi ve mülkiyet hakkını diğer bütün yasaların en üstüne yerleştirdi. Çocuklar, suçlular ve kıt akıllılar gibi kadınlar da birçok haktan mahrumdu, kocalarına itaat etmekle yükümlüydüler… Boşanma, Napolyon tarafından çok ağır kusur işleme şartına bağlandı. Koca karısının zina yapması hâlinde
ondan boşanabiliyordu. Kadının boşanabilmesi ise ancak ve ancak şehvetli kocanın metresini aile yatağına atması durumunda mümkün oluyordu. Zinacı koca en kötü ihtimalle bir ceza ödüyordu. Zinacı kadın her halükarda cezaevini boyluyordu… Bu uygulamalar, bu gelenekler Fransa’da bir buçuk asırdan uzun bir süre hükmünü sürdürdü.”
Juana Manso, 1819 yılında doğmuş. Küçük yaşlardan itibaren aksi, ‘baş belası’ biriymiş. İlerleyen senelerde Arjantin ve Uruguay’da kızlarla erkeklerin birlikte öğrenim gördükleri okullar kurmuş. Bu okullarda dinî eğitim zorunlu olmadığı gibi fiziksel cezalar da yasakmış. İlk halk kütüphanesi de onun eseri. Eğitim üzerine kitaplar yazdığı gibi, evlilik hayatının ikiyüzlülüğünü eleştiren bir de romanı varmış. Boşanma diye bir şey henüz yokken, onu da yapmış. Buenos Aires gazeteleri ona bol bol küfretmiş. Ölümünde, kilise cenazesini kaldırmayı reddetmiş.
Juana Manso’nun doğumundan yüz yıl sonra, 1919 yılının sonlarında
Emma Goldman Amerika’dan 250 istenmeyen yabancıyla birlikte sınırdışı edilmiş. Goldman’ın işlediği bazı suçlar şöyle: Mecburi askerlik hizmetine karşı çıkmak, doğum kontrol yöntemlerini yaygınlaştırmak, grev örgütlemek. Birçok kez tutuklanmış. Günlerden bir gün, “Acaba bizim sürekli övülen ve kutsanan annelik görevimizden
daha korkunç, daha kriminal bir şey var mı bu hayatta?” demiş. Bir başka gün de, “Savaşlar, kendilerinin yerine ölüme başkalarını gönderen, savaşmaktan aşırı korkan ödlek hırsızlar arasında” diyerek savaş hakkındaki düşüncesini söylemiş.
Aşk ve intikam
Afganistan’ın 1979 yılında (artık olmayan) SSCB tarafından işgal edilip tarumar edilmesi üzerine düzenlenen uluslararası bir toplantıda kendilerine radikal İslam’ın temsilcisi adını veren bir hareketin temsilcisi Sovyet askerlerinin rezaletlerini anlatırken şöyle demiş: “Komünistler kızlarımızın namusunu kirlettiler. Onlara okuma yazma öğrettiler!”
Okuma yazma öğrenmesi engellenen kadınlar arasında bu meseleyi halledip ardından ortaya edebî ürünler koyan kadınların bu tavırları
da münafıklar tarafından iyi gözle görülmemiş, ayıp kabul edilmiş. Yüzyıllar boyunca kadınlar yazdıklarını kendi isimleriyle yayımlayamamış. Bunun tipik örneği Bronte kardeşler. Emily, Anne ve Charlotte kitaplarını Ellis, Acton ve Currer Bell isimleriyle piyasaya çıkarmış. Zaten yazarların “aşk ve intikam”, “aile kurumunun ikiyüzlülüğü”, bağımsız bir kadının cesareti gibi konulardan söz etmesi de eleştirmenlerin sabrını taşırmış ve “kaba, ham, terbiyesiz, vahşi, hayvani, ahlaksız” diyerek bu münasebetz kardeşlerin eserlerini yerde yere vurmuşlar!
Galeano, Hıristiyanlığın egemen olmasıyla yok edilmeye çalışılan erotik aşkın tanrıçası Venüs’ün (Aphrodite) macera dolu yaşamını da
yazmayı ihmal etmemiş. Olay şöyle: Venüs, bir sabah Sienna şehrinde toprağın altında bulunmuş ve şehir, Roma döneminde gömülen tanrıçaya saygılarını sunup buldukları bu heykeli en önemli köprünün başına dikmişler. Ancak kısa bir süre sonra Siena saldırıya uğrayıp yağmalanmış. 7 Kasım 1357 tarihinde toplanan kent meclisi bu olaydan Venüs’ü sorumlu tutup heykelin parçalanmasını ve parçalarının nefret ettikleri Floransa şehrine gömülmesini emretmiş. Bu olaydan 130 yıl sonra, Floransa’da Sandro Botticelli malum tabloyu yapmış. Ancak, denilene göre, on yıl kadar sonra rahip Savonarola büyük arınma ateşini tutuşturunca, fırçalarıyla işlediği günahlardan pişmanlık duyan Boticelli yaptığı bazı şeytanca tabloları ateşe atmış. Ama Venüs’e kıyamamış.