Ian Almond
“Tüm kadınlar öldüğünde, cihatçılar onların cesetlerini evlerin içinde yaktılar. Kadınların işini bitirdikten sonra çocukları kilitlemiş oldukları …’ya geri döndüler. Küçük çocukları getirdiler –iki, bir buçuk, üç yaşındakileri– birbirine tutunmuş olan çocukları dışarı çıkardılar. Grupları dışarı çıkardılar ve bıçaklayarak öldürdüler. Bıçaklarla çocukların karınlarını deştiler ve bağırsaklarını dışarı çıkardılar… Cihatçıların çocukları böyle öldürmelerinin nedeni cephane harcamamak olabilirdi ya da bu cihatçılar için bir oyundu.”
Önemsiz bir yalanı itiraf ederek başlamalıyım: her ne kadar yukarıdaki sahne tamamen gerçek olsa ve görgü tanıklarının ifadelerine dayansa da, yazıdaki bir unsur tamamıyla uydurma. Bu vahşetin ne cihatçılarla bir ilgisi var, ne de Ortadoğu’da gerçekleşiyor. Bunlar 1980’lerde Guatemala’da oldu. Benim tek yaptığım her seferinde gerçek faillerin –ABD tarafından finanse edilen kontrgerilla askerleri– yerine “cihatçılar” kelimesini yazmak oldu. Paragrafın aslı Virginia Garrard-Burnett’in Guatemala üzerine yazdığı kitaptan alıntı.
Artık “IŞİD” kelimesi mutlak kötülük ile eşanlamlı hale geldi. Bu kelime, sekiz hafta gibi kısa bir sürede saf kötülüğün cisimleşmiş haline dönüştü. IŞİD kelimesi medyamızın öne sürdüğü tüm ahlakî öfkeyi küresel bir sünger gibi emdi. Kelimenin hızlı hâkimiyetinin anlambilimini izlediğimde hissettiğim şaşkınlığı hatırlıyorum: Bir gün Irak’ın kuzeyinde bir yerlerde, isyancı bir serseri grubu vardı, ertesi gün ise dünya liderleri “kıyamet”ve “eşi benzeri görülmemiş” gibi sözler kullanıyorlardı. Küresel medya aygıtının tümü (BBC World, CNN, New York Times) Beyaz Saray’ın ardına takıldı ve yedi gün içinde IŞİD’in dalgalanan siyah bayrakları ve maskeli tank kullanan İslamcıları, kötülüğün yeni yüzü olarak yerleşti. Küresel siyasî yapısı her ay yeni, taze bir kötüye ihtiyaç duyan bir dünyada, IŞİD aranılan nitelikleri mükemmel bir şekilde karşılıyordu: kadın düşmanı, Batı karşıtı, azınlıklardan nefret eden, vahşi, demokratik olmayan ve hepsinin ötesinde enerji hatlarını tehdit eden güç.
IŞİD’i savunan herhangi bir şey yazmak niyetinde değilim; acımasız ve berbat haydutlar oldukları belli. Yazmak istediğim; IŞİD hakkında konuşmayı öğrenme şeklimiz, onu tartışmalarımıza dahil etmeye başlama şeklimiz. Fox News yorumcularından ünlülerin attığı twitlere, USA Today’in başyazılarından facebook yorumlarına, radikal İslam üzerine yaptığımız konuşmaların tümünde, son derece rahatsız edici bir şey var. Bu şey, sözde “Batılı” değerlerimizin tam da merkezinde güçlü bir –entelektüel, ahlakî, tarihsel– korkaklık olduğunu ortaya çıkarıyor. Bu şey, yalancılık kokuyor; modern, Batılı ve liberal geleneklerimizin her kesimini kaplamış inkârın kötü kokusunu yayıyor.
“Mutlak olarak kötü” bir şeylerden bahsetmek hiçbir zaman iyi bir fikir değildir. Bunun, hemen hemen her zaman çok olumsuz istenmeyen iki etkisi olur. Birincisi, Kötü’nün ortaya çıkışına katkıda bulunan ama Kötü ile bağlantılı olmayan diğer unsurlar gizlenir ve önemsiz gösterilir. IŞİD örneğinde bu unsurlar, yalnızca ABD/İngiltere güçlerinin kuzey Irak’ta yürüttüğü devasa askerî bombardımanın bu grubun ortaya çıkmasına zemin hazırlayan iktidar boşluğunu yaratmış olması değil, aynı zamanda PatrickCockburn’ün (www.lrb.co.uk/v36/n16/patrick-cockburn/isis-consolidates) ve diğerlerinin de işaret ettiği gibi, ABD’nin kurduğu yozlaşmış Maliki hükümetinin Irak ordusunun IŞİD karşısındaki çarpıcı yenilgisinde temel bir faktör olması da var. 140 adet helikopterin (sadece biri isyancılara karşı savaşta kullanılırken görüldü) satın alınmasına gitmesi gereken para şu an büyük ihtimalle İsviçre’de. Mutlak kötünün tek nedenliliği, hiçbir zaman Kötü’nün nasıl vücut bulduğunu sormak zorunda olmadığımız anlamına gelir. “Son dakika haberleri” konusundaki takıntımızın her tür tarihin olaylarını yağmalaması gibi, “Mutlak Kötü” düğmesine basmak da her türlü bağlamın sihirli bir şekilde buharlaşıp uçmasına yol açar.
İkincisi, “mutlak kötü” kavramı bizim kendi iyiliğimizi yapay bir şekilde arttırır. Popüler söylemde “Batı” terimi, fantastik, neredeyse Tolkiencı bir ölçüde, saf ve kesin özgürlük ve erdem anlamına yakınlaşıyor. Daha da kötüsü, bu etki sadece şimdiki zamanda yaşanmıyor, aynı zamanda geriye dönük bir şekilde geçmişi yeniden çiziyor ve biçimlendiriyor: IŞİD’in bombalanması “iyi” bombalama oluyor, geriye dönük olarak Irak ve Afganistan’da yapılan “kötü” bombalamaları haklı çıkarıyor. İster liberal ister muhafazakâr olsunlar, bazı Batılı yorumcuları dinleyen biri hiçbir Batılı liderin hiçbir zaman rahiplere ve entelektüellere işkence edilmesi, okulların bombalanması ve çocukların öldürülmesi emrini vermediğini düşünebilir.
Batılı siyasî geleneğin en çok saygı gösterilen ve sıkça alıntılanan kişiliklerinin pek çoğunun en korkunç vahşet eylemlerine meyilli olması çarpıcıdır, yine de tek duyduğumuz Ortadoğu’nun bizden öğrenecek ne çok şeyi olduğu. Winston Churchill, IŞİD’in öldürdüğünden daha fazla kadını ve çocuğu zehirli gazla öldürmek istemiştir; Başkan Obama’nın çok çeşitli uçak ve insansız hava araçları pek çok ilkokul öğrencisinin üzerine bomba yağdırmıştır. Başkan Reagan ve yardımcılarının Orta Amerika politikaları IŞİD’in öldürdüğünden daha fazla sayıda çocuğun karnının deşilmesine neden olmuştur. Eski Dışişleri Bakanı MadeleineAlbright utanç verici bir röportajında yarım milyon Iraklı çocuğun ölümünün Ortadoğu’da “istikrar” için ödenmesi gereken bir bedel olduğunu söylemiştir. Henry Kissinger ve Margaret Thatcher binlerce Şilili öğrenci ve işçinin işkence görmesine ve kaybedilmesine güle oynaya destek vermiştir.
Liste uzayıp gidiyor. IŞİD’in kötü olduğunu biliyoruz, peki ama bizi bu kadar iyi yapan nedir? Video kliplerde insanların yavaşça kafalarının kesilmesinin insanlık dışı olduğunu biliyoruz. Acıdan kıvranan insan vücutlarına Santiago’daki bodrumlarda kademeli olarak elektrik vermek neden bundan daha iyi? İnsanlara bomba atmanın korkunç olduğunu biliyoruz, bombaları onların üzerine yukarıdan bırakmak neden daha iyi?
Bunları yazmamda etkili olanın öfke olduğunu memnuniyetle kabul ediyorum; bir yandan Churchill ve Reagan hakkında hürmetli bir sakinlikle konuşurken, diğer yandan çoğunlukla müttefiklerimiz olarak gördüğümüz devletler tarafından desteklenen acımasız militanlara karşı ahlakî bir haçlı seferi başlatmak isteyenlere karşı olan öfke. Ancak sonuç olarak, dikey olarak değil, yatay olarak düşünen bir etiğe ihtiyacımız var. Bir vahşeti –ayrı ve izole olan ve yalnızca uzun dikey ahlak eksenlerinde yukarıdan gelen spot ışığı ile aydınlanan bir olay olarak değil– pek çok yerden gelen ve çoklu sebepleri olan bir şey olarak görmeliyiz. Batılı entelektüeller olarak özellikle olayları zaman içinde, zaman süreçlerinin bir parçası olarak görmeli ve kendi ülkelerimizin bu süreçlerin tarihinde nereye oturduğunu anlamalıyız. Ne CNN’in 90 saniyesi, ne de Newsweek’in üç sütunu yapabilir bunu bizim için.
Son olarak Lutherci bir notla bitireyim. Luther, İslam hakkında –ve Katolikler, Türkler ve Yahudiler hakkında da– oldukça kötü şeyler söylemiştir. Ancak bir noktada kısmen haklıdır. 1518 ile 1540 arasında Luther, Viyana’ya yönelen Türk taarruzundan esinlenen bir dizi risale yazmıştır. Bu Osmanlı saldırısını “Tanrı’nın cezası” olarak görmüştür. (“Tanrı bizleri kırbaçlamak için Türkleri gönderdi”). Luther hiçbir noktada Almanya’yı uzakta beliren bu felaket karşısında ahlakî açıdan masum olarak görmemiştir: Türkler kötü olabilirdi, ancak onlar yalnızca bizim daha büyük kötülüğümüzün bir sonucuydu. Geçtiğimiz 150 yılda ABD ve Avrupa işkencelerinin ve cinayetlerinin tarihine aşina herhangi biri için, IŞİD’de her şeyden önce gördüğümüz şeyin, kendi zalimliklerimizin daha geniş, daha alenî bir biçimi olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. IŞİD’i ve onun özenti emperyalizmini bombalarken, gerçekte kendimizin bir versiyonunu bombalıyoruz.
Ian Almond, Georgetown Üniversitesi’nde dünya edebiyatı profesörü.
Çeviren Onur Devrim Üçbaş