Can Irmak Özinanır
Suriye’de Esad rejimine karşı ayaklanmayı takip eden karşıdevrim ve emperyalist müdahaleler dünyanın gündemini önemli ölçüde belirliyor. Neredeyse tüm emperyalist ve alt-emperyalist güçlerin “IŞİD’le savaş” adı altında Suriye’yi insansız hava uçaklarıyla bombalaması veya kendilerine yakın güçleri silahlandırması, zaten hâli hazırda Esad rejimi ve IŞİD tarafından katliamlar yapılan Suriye’de devasa bir insanî dram ve çözülmesi çok zor çelişkiler yaratıyor. Bu çelişkiler sorunun yalnızca bir veçhesi; Suriye’deki durum aynı zamanda büyükten küçüğe pek çok kapitalist devletin hem uluslararası hem ulusal politikalarını yeniden yapılandırmasını beraberinde getiriyor. Sosyalistlerin bu tablo karşısında şu veya bu egemen sınıf politikasını bir diğerine tercih etmek yerine kendi bağımsız politik duruşlarını belirginleştirmesi hayatî bir önem taşıyor. Bu, antikapitalist stratejilerüzerine kapsamlı bir şekilde yeniden düşünmeyi gerektiriyor.
İktidar aygıtı olarak savaş
Suriye üzerinden yaşanan yeniden yapılanma, neoliberalizmin mevcut otoriter yönelimini güçlendirmenin yanı sıra, büyük devletlerin mülteci “krizi” karşısında ulusal güvenlik refleksini harekete geçirmesine ve sağın yükselmesine yol açıyor. Uluslararası düzeyde ise savaş politikaları etrafında yeni ittifaklar kurulmasını ve Ortadoğu açısından yıkım anlamına gelecek yeni bir emperyalist rekabetin önünün açılmasını beraberinde getiriyor. Bütün bunların gerçekleştiği zemini ise yeniden yükselişe geçen “Medeniyetler Çatışması” tezleri oluşturuyor
Özellikle IŞİD’in Fransa’da ve Türkiye’de gerçekleştirdiği katliamlar sonrasında göçmen sorunu, İslam ile Avrupa medeniyetlerinin ne şekilde bir arada yaşayabileceği zemini üzerinden daha çok tartışılmaya başlandı. Mevcut atmosferde birkaç temel örnek, göçmen karşıtlığı, savaş ve otoriterizmin farklı bağlamlarda nasıl birbirini beslediğini göstermek açısından anlamlı olacak.
ABD’de Cumhuriyetçiler’in başkan adayı Donald Trump Müslümanların ABD’ye alınmaması gerektiğini söylerken, Avrupa Birliği ile Türkiye arasında yapılan anlaşmayla Türkiye mülteciler için bir açık hava hapishanesi hâline getirildi. Fransa’da ise Olağanüstü Hâl ilan edilerek gösteriler yasaklandı, eylem yapanlar polis saldırılarına hedef oldu ve bu sürecin sonunda aşırı sağcı Ulusal Cephe yerel seçimlerde büyük bir yükseliş yaşadı. Türkiye’de Kobanê ile dayanışmak isteyen sosyalist gençlerin IŞİD tarafından öldürüldüğü katliam çözüm sürecini bitirmek ve Kürtlerle yeniden kanlı bir savaşa girmek için mazeret olarak kullanıldı.
Kapitalizmin patronları her ne kadar Paris saldırılarını ve IŞİD’i sebep olarak sunuyorsa da, gerçekte yaşanmakta olan bu saldırıları kendi iktidar aygıtlarına dönüştürüyor olmaları. ABD, tarihindeki en büyük saldırı olan 11 Eylül’ü nasıl Afganistan ve Irak’ı kan gölüne dönüştüren ve hâlen akan kanın zeminini oluşturan bir savaşa çevirmek için kullandıysa, bugün IŞİD saldırıları da tüm emperyalistler tarafından hem Ortadoğu’daki rekabetin dışında kalmamak, hem de kendi ülkelerinde yükselebilecek muhalif sesleri susturmak için bir araç olarak kullanılıyor.
İki barbarlık arasında sol
Genel olarak solun bu tabloya nasıl cevap vereceği çok önemli. Sadece tek tek ülkelerde verilecek cevap da değil, uluslararası düzeyde sosyalistlerin ortak bir sesi olmalı. Göçmenlerle IŞİD saldırıları arasında bağ kuran sağ argümanlara ve Suriye’nin bombalanmasına karşı net bir duruş gerekir. Üstelik bu da yeterli değil. Sosyalistlerin, Batı ile Doğu, medeniyet ve barbarlık, Aydınlanma değerleri ile İslam, demokrasi ile köktendincilik arasında kurulan karşıtlıkların hiçbirine teslim olmadan kendi çizgisini ortaya koyması gerekiyor.
Bu kolay bir tartışma değil. IŞİD, ele geçirdiği bölgelerde ve çevresindeki ülkelerde kendisinden olmayanları öncelikle hedef hâline getiriyor. Aleviler, Hristiyanlar, Ezidiler, Kürtler, LGBTİ’ler, kadınlar, yani neredeyse tüm ezilenler IŞİD’in başlıca hedefleri. Türkiye ve Fransa’da ise IŞİD, asıl olarak solu hedef aldı. Suruç’ta ve Ankara’da bu daha doğrudan gerçekleşirken, Paris’te solcu aktivistlerin yoğun olarak vakit geçirdikleri yerler hedef alındı. Bunun da etkisiyle “Medeniyetler Çatışması”, yani Samuel Huntington’un asıl çelişkinin farklı medeniyetler arasında olduğu yönündeki ünlü tezi bugün giderek daha çok alıcı buluyor ve bir ortak duyu hâlini alıyor.
Paris gibi büyük kapitalist merkezlerde gerçekleşen saldırıların en azından medyada ve hatta sosyal medyada Lübnan, Qamişlo, Nijerya, Irak gibi yerlerdeki saldırılardan daha büyük bir tepki yarattığı da bir gerçek. Facebook’un Fransa bayraklı profil resimleri uygulamasını hemen devreye sokması, tüm televizyonların anında canlı yayına girmesi diğer ülkelerdeki bombalamalarda yaşadığımız bir şey değil. Elimizde bu konuda net bir veri yok, ancak politik gelişmelere ve gelişmeyenin ne olduğuna bakarak Batı’da IŞİD saldırılarının genellikle Avrupa medeniyetine dönük bir saldırı olarak algılandığını söylemek mümkün gözüküyor.
Böyle bir atmosferde emperyalizmin Ortadoğu’da IŞİD’in de ortaya çıkmasında pay sahibi olan vahşeti, Fransa’da olağanüstü hâl ile kendini iyice açık eden kapitalist devletin doğası, kapitalizmin krizini işçi sınıfına ödetmeye çalışması gibi çok köklü sorunların görünmez hâle gelmesi tehlikesi doğuyor. Meseleyi aydınlanmış Batı ile geri kalmış Doğu arasında koyduğunuzda aynı gemide bulunduğunuzu düşündüğünüz “medeniyeti” kurtarmak öncelikli hâle geliyor. Başta Suriye olmak üzere Ortadoğu’da insansız hava uçaklarının her gün sivilleri öldürüyor olması en iyi ihtimalle sessizlikle geçiştirilmiş oluyor.
Medeniyetler çatışması hem emperyalist saldırganlığın hem de IŞİD saldırganlığının beslendiği temel kaynağı oluşturuyor. İki taraf da kendi medeniyet projesinin tek alternatif olduğunu söylüyor, karşılığında ise kan, yıkım ve yoksulluk siyaseti güdüyor.
İslamofobiyi ve mültecilere dönük ayrımcılığı körükleyen medeniyetler çatışması argümanına karşı solun çeşitli kanatlarının direnmekte, mültecilerle dayanışmakta ve savaşa karşı çıkmakta olduğunu akılda tutmakta fayda var, ancak medeniyetler çatışmasının yarattığı kafa karışıklığının solu hiç etkilemediğini söylemek mümkün değil. Sol, sokaklarda mültecilerle dayanışma gösterileri yapabiliyor, ancak 2003’te Irak Savaşı’na karşı sokaklara çıkan devasa hareketten eser yok. Üstelik tüm bunlar dünya çapında solun büyük toplumsal hareketler, isyanlar, grevler ile zaman zaman egemenlerin gözünü korkutan şekilde yükseliş fırsatları yaşadığı bir sürecin sonunda yaşanıyor.
Emperyalist savaşın açıkça yükseldiği bir ortamda savaş karşıtı bir hareketin inşa edilemiyor oluşunda emperyalizm ile IŞİD yani iki barbarlık arasına sıkışan solun kafa karışıklığının önemli bir etkisi olduğunu görmek ve bunu açıkça tartışmak gerekiyor.
Zizek ve Badiou: Avrupa değerleri mi, yeni bir evrensel mi?
Sol içi tartışmaları burada uzun uzun anlatmak mümkün değil ancak Avrupa solunun önde gelen iki entelektüelinin, Slavoj Zizek ve AlainBadiou’nun Paris saldırıları sonrası yazdıkları iki farklı tavrı kabaca resmetmesi açısından faydalı.
Zizek, “Paris Saldırılarının Ardından Sol Radikal Batılı Köklerine Sarılmalı” başlıklı uzun bir yazı yazarak kendi tabiriyle “solcu tabulara” hücum etti. (Bu yazının Türkçe çevirisine üç parça hâlinde viraverita.org sitesinden erişebilirsiniz). Saldırılardan kısa bir süre önce mülteciler hakkında yazdığı yazıda sınırların açılmasını talep edenleri “iki-yüzlü sol liberaller” olarak tanımlayan Zizek, Paris saldırılarının ardından “serbest dolaşım hakkının” kaldırılmasını, mültecilerin nereye gideceklerinin, kaç kişi gideceklerinin Avrupa devletleri tarafından saptanmasını, mültecilerin bunlara uymak zorunda olduğunu anlatıyor. Arada “sınıf mücadelesine dönmek”, “sömürülenler arasındaki küresel dayanışma” gibi radikal bir retorik kullansa da, temelde mültecilerin büyük kısmının hoşgörü, ifade özgürlüğü gibi Batı değerleriyle uyumlu olmadığını, dolayısıyla hem göçmen karşıtlığı ile hem de Avrupa kültüründen gelmeyen mültecilerin “hoşgörüsüzlüğüyle” mücadele etmesi gereken solun yukarıda sayılan radikal Avrupa değerlerine sarılması ve bunları dayatmaması gerektiğini savunuyor.
Alain Badiou ise Paris saldırıları üzerine yaptığı “Yaramız çok taze değil” başlıklı konuşmada kapitalizmin mevcut evresinin, savaşın Fransa devleti tarafından nasıl kullanıldığının, sınıflar arasındaki ve sınıflar ile mülteci ve göçmenler arasındaki ilişkilerin, IŞİD saldırganlığının uzun bir analizini yapıyor. (Badiou’nun yazısı bildiğim kadarıyla henüz Türkçeye çevrilmedi. İngilizce metne şu adresten erişebilirsiniz: http://mariborchan.si/text/articles/alain-badiou/our-wound-is-not-so-recent). Avrupa-merkezciliği, emperyalist saldırganlığı, göçmenlere dönük tutumu sert bir şekilde eleştirerek Batı öznelliği, Batı’ya duyulan arzunun öznelliği ve IŞİD’inki gibi nihilist olarak sınıflandırdığı “tepkisel öznellikler” ve bunlara bağlı faşizmler arasında sıradan insanları ezen bir mücadeleden bahsediyor. Badiou’nun analizinin faşizmi tanımlama biçiminden, proletarya içinde sayılabilecek insanları orta sınıf olarak değerlendirmesine kadar başlı başına bir yazıyı gerektirecek pek çok tartışmalı yönü var. Ancak bu tablo karşısındaki önerisi yazının en vurucu noktası. Badiou, küresel kapitalizmin egemenliği ve IŞİD saldırganlığı –kendi deyimiyle tepkisel öznellikler– karşısında solun enternasyonal düşünen yeni bir öznellik yaratması gerektiğini savunuyor. Badiou, bu alternatifi yaratmanın stratejik bir aciliyet ve görev olduğunun altını çiziyor. Badiou’nun önerisi Zizek’inkinin tersine “medeniyetler çatışması” karşısında Avrupa-merkezciliği aşan, farklı biçimleriyle proletaryayı uluslararası bir şekilde içeren, komünist bir evrensel ortaya koymak anlamına geliyor.
Zizek’e karşı bir polemik yapmak bu yazının amacını aşar, ancak perspektifine ilişkin birkaç not düşmekte fayda var. Paris saldırıları ardından Badiou bağımsız bir sınıf politikasını dünya çapında hayata geçirmeyi savunurken, Zizek kendisini “Avrupa değerleri” olduğunu varsaydığı bir takım değerlerle sınırlıyor. Zizek, meseleye bir enternasyonalist, hatta Avrupalı bir enternasyonalist olarak bile değil, salt Avrupalı olarak yaklaşıyor. Bunu yaparken bahsettiği değerlerin çeşitli mücadelelerin sonucu olduğunu hatırlatıyor ama bu mücadeleleri Avrupa merkezli olarak sınırlıyor; kapitalizmin bileşik ama eşitsiz geliştiğini, tüm dünyada baskı ve sömürüye karşı mücadeleler geliştiğini,bahsettiği değerlerin Avrupa’ya değil dünya işçi sınıfına ve ezilenlerine ait, onların mücadelesinden süzülerek gelen değerler olduğunu unutuyor. Daha vahimi ise, Paris saldırıları ile göçmen sorununu son derece sağcı bir konumdan birbirine bağlıyor. Saldırıları yapanlar arasında Avrupa vatandaşları da olduğunu görmezden gelerek mültecileri potansiyel saldırganlar olarak çerçeveleyen bir yerden tartışıyor. Karşı çıkıyor gibi göründüğü medeniyetler çatışması anlayışını yeniden üretiyor ve kapitalist devletin bir baskı aygıtı olarak işlevini meşrulaştırıyor.
Elbette dünya iki Avrupalı entelektüelin bir meseleye ilişkin fikirleriyle değil mücadelelerle şekilleniyor, ancak bu iki düşünürün fikirleri solun içindeki iki temel hattı en basit –hatta belki karikatür– hâliyle göstermek açısından uygun. Üstelik bize strateji üzerine tartışmanın ne kadar önemli olduğunu da yeniden hatırlatıyor.
Sol, mevcut ortak duyuya karşı kendi çizgisini ortaya koyacaksa, sarılması gereken “Batı değerleri” değil, işçi sınıfının ve ezilenlerin mücadele geleneği. “Avrupa değerleri”nin başına “radikal” sözcüğünü eklemek bir şeyi radikal kılmaya yetmiyor, radikal olan her zaman aşağıdan olana, başka bir dünyayı mümkün kılabilecek kurucu pratiklere odaklanmayı gerektiriyor.
Bir özgürlük ve eşitlik etiği
Badiou’nun yeni bir evrensel yaratma önerisinden yola çıkarak Lenin’in 1902’de sorduğu soruyu tekrarlayalım: Ne yapmalı?
Kuşkusuz mücadele edeceğiz, ama nasıl bir politik hat çizeceğiz? Kendisini bir egemen fikir olarak örgütleyen medeniyetler çatışmasına ve onun IŞİD’de cisimleşen karşıdevrimci ikiz kardeşine karşı bağımsız bir sosyalist politikayı nereden kuracağız?
Öncelikle, postmodernizm tarafından salık verilen “evrensel fikirler önermemek” gibi anlayışları geride bırakmak lazım. Sosyalizmin, her biri savaş öneren medeniyetler argümanının karşısına yepyeni bir evrensel, yani kendi medeniyet projesi ile çıkması elzem.
Sosyalizmin kendi medeniyet projesi, egemen sınıfların şu veya bu kanatlarının önerilerinden radikal biçimde farklıdır. Sıradan insanların dünyayı değiştirebileceği ve kendi kendilerini yönetebileceklerini savunur. Bunun temelinde ise sınıf politikası vardır. Sosyalistler, medeniyetler çatışmasının karşısına Batı-Doğu, barbar-medeni, laik-dindar gibi ayrımların hepsinin ötesine geçen bir sınıf politikası ile çıkmalı.
Bu, her tür ezme-ezilme ilişkisini sınıf kategorisi içinde eriterek görmezden gelmek anlamına da gelmemeli. Dünyadaki pek çok mücadele kendilerini doğrudan bir sınıf mücadelesi olarak açığa vurmaz, hatta tarihte çeşitli sınıflardan gelen kitlelerin bir arada yer almadığı tek bir ayaklanma bile yoktur denebilir. Dolayısıyla bağımsız bir sınıf politikası, ezilenleri kapsamak ve onların özgürlük mücadelesinin öznesi kılabilme konusunda önderlik etme yeteneğine sahip olmalıdır. Politika söz konusu olduğunda sıklıkla unutulan, ancak çok temel olan bir şeyi her gün yeniden hatırlamalıyız: Politika sadece bizim gibi düşünenleri örgütlemek değil, bizim gibi düşünmeyenleri başka bir dünya fikrine kazanmak ile ilgilidir. Antonio Gramsci’nin 20. yüzyıl başlarında ifade ettiği gibi, her mücadelenin içinde aynı zamanda hegemonya mücadelesi vermek gerekir.
Hegemonya mücadelesi salt fikirsel bir mücadele değildir; başka bir dünyayı inşa ederken dünyaya ilişkin yepyeni bir bakış açısının mücadeleden süzülerek ortaya konmasıdır. Bu bakış açısına göre, kapitalist toplumda kitlelerin doğal olarak algıladığı dünya görüşü karşısında kitlelerin kendi kendilerini yönetme sanatında eğitilmesi sosyalizmi gerçek kılabilir. Ezilenleri bir sınıf politikası etrafında birleştirme amacı güden bir mücadelenin etik-politik bir içeriğe sahip olması gerekir. Bu etik-politik içerik soyut etik ilkeler sunarak değil, mevcut mücadeleler içindeki en birleştirici, özgürlükçü ve eşitlikçi halkayı tutup genelleştirerek ortaya konabilir. Bugün medeniyetler çatışmasının emperyalist veya sekter-şeriatçı yüzlerinin karşısına dikilecek bir politik hattın, var olan mücadelelerden süzülen bir etik-politik içeriğe sahip olması gerekiyor. Bunu işçi sınıfını ve ezilenleri bölen “Gerçek İslam nedir?” türü teolojik tartışmalar veya Batı ile Doğu’yu birbirine karşıt olarak konumlayan kültürel çatışmalar ile başarmak mümkün değil. Her ülkede mücadelenin koşulları ve öne çıkaracakları farklı olabilir, ancak Marx’ın dediği gibi, sosyalizm mücadelesi biçim olarak ulusal olsa bile içerik olarak enternasyonaldir. Sosyalistler olarak dünyadaki tüm mücadelelerin deneyimlerini birleştiren, yani kendisini politik olarak ifade eden bir özgürlük ve eşitlik etiğine ihtiyacımız var.
Sosyalizmin gerçek bir alternatif hâline gelmesi kendisini egemen sınıf içi çatışmaların tarafı olarak öne sürmekle değil, her tür inancın ve inançsızlığın, her tür yönelim ve kimliğin eşit ve özgür yaşayabileceği koşulların ancak sosyalizmle mümkün olabileceğini pratikte kanıtlamasıyla ve her tür özgürlük talebini kapitalizme karşı bir mücadeleye yönlendirmede önderlik edebilmesiyle mümkündür. Medeniyetler çatışmasına karşı yepyeni bir medeniyet önermek gerekir. Politikayı Obama’ların, Erdoğan’ların, Putin’lerin, Hollande’ların, Bağdadi’lerin değil sıradan insanların yapacağı bir dünya iddiası sosyalizmin en eski ve vazgeçilmez iddiasıdır. Bu iddiaya sahip çıkmak gerekir.