Atilla Dirim
Arap alfabesinin terk edilip yerine Latin alfabesinin kabul edilmesi için yapılan ve “Harf Devrimi” olarak adlandırılan çalışmalar esnasında, yeni alfabeyle imla kuralları meselesi de yoğun bir şekilde tartışılmaktaydı. Çalışmaları yürüten ekibin içinde bulunan Ahmet Cevat, Türkçe’de sözcüklerin sonunun sert sessizle bittiğini, bu yüzden de kitab, cevab gibi Arapça sözcüklerin yeni yazıyla sert yazılmasının doğru olacağını söyler, sonunda bu kural kabul edilir. Ancak Yakup Kadri bu yeni uygulamadan hiç memnun değildir. Bu gibi durumlarda şikâyet mercii olan Mustafa Kemal’in yanına koşar. “Paşam”, der, “benim adımı Yakup yapmaya çalışıyorlar. Benim ismim bir defa beynelmileldir, her yerde ‘B’ ile yazılır. Tevrat’ta Jacob diye geçen bir isimdir. Kuran’da geçen bir isimdir. Yakub Suresi vardır”. Bunun üzerine Atatürk gülerek şöyle der: “Abe birader, sen de beynelmilel bir isim almasaydın.” Konu kapanır.
“Daha yavaş ve daha güç”
Ortadoğu coğrafyasında Arapların fetih hareketleri ve İslam’ın Arap olmayan toplumlar arasında yayılması sonucunda geniş kitleler tarafından kabul edilen ve Osmanlı Müslümanları tarafından 600 yıldan uzun bir süre kullanılan Arap alfabesinin tahtı, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sallanmaya başladı. Arap harflerinin Türkçenin yapısına uygun olmadığı düşüncesi, 1860’lı yıllardan, yani kapitalizmin Osmanlı İmparatorluğu’na giderek daha fazla girmesinden ve batılı devletlerle olan kapitalist ilişkilerin güçlenmesinden sonra ortaya çıkmaya başlamıştı.
Yazı reformu düşüncesini destekleyenlerin bir kısmı Latin esaslı yeni bir alfabeye geçilmesini savunurken, bir kısmı da Arap alfabesinin yine Latin yazısında olduğu gibi ayrık harflerle yazılmasının daha iyi olacağını savunuyordu. Özellikle Selanik, İzmir ve İstanbul gibi ticaretin güçlü olduğu şehirlerde, Türkçe’nin Fransızca imlasıyla Latin harfleriyle yazılması uygulaması giderek yaygınlaşıyordu. Pek çok mağazanın tabelasında, ticarî ilanlarda ve posta kartlarının üzerinde bu yazı görülmeye başlanmıştı.
Latin alfabesinin Türkçe’ye uyarlanması görüşü ilk kez 1860’lı yıllarda Azerbaycanlı Feth Ali Ahundzade tarafından ortaya atılmıştı. Ahundzade ayrıca Kiril alfabesi kökenli bir alfabe de hazırlamıştı. 1908-1911 döneminde Latin esaslı yeni Arnavut alfabesinin benimsenmesi, Osmanlı aydınları arasında da yoğun tartışmalara neden olmuştu. 1911’de Elbasan’da bazı İslam âlimlerinin Latin harflerinin şeriata aykırı olduğuna dair fetvasına karşı sert bir polemiğe giren Hüseyin Cahit, Latin esaslı Arnavut alfabesini savunmakla kalmayıp Türklerin de aynısını uygulamalarını öneriyordu. 1911’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Arnavut kolu, Latin esaslı alfabeyi kabul etti.
Manastır’da 1911 yılında Latin harfleriyle Eças (Esas) adlı ilk Türkçe gazete yayınlandı. Kılıçzade Hakkı’nın 1914 yılında yayınladığı Hürriyet-i Fikriye adlı dergide çıkan beş imzasız makale, Latin harflerinin yavaş yavaş kullanılmasını öneriyor ve bu değişikliğin kaçınılmaz olduğunu ileri sürüyordu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en önemli isimlerinden Enver Paşa da alfabe tartışmalarıyla ilgilenmiş, bu konuda çalışmalarda bulunmuştu. Enveriyye ismiyle hazırlattığı ve ayrık harf esasına dayanan yeni bir alfabenin orduda kullanılmasını bir süre zorunlu kılmış; ancak uygulamada büyük sıkıntılar doğmuştu. Komutanların büyük kısmı bu yazıyı okuyamadığı için emirleri anlamıyor, bu nedenle belgeler hem Enveriyye yazısıyla, hem de standart yazıyla kaleme alınıyordu. Bir süre sonra kendiliğinden mi, yoksa emirle mi olduğu anlaşılamadan, bu yazı terk edildi. Mustafa Kemal, bu yazıyla ilgili olarak 1918’de şunları söyleyecekti:
“Bu iş, iyi niyetle yapılmış olmasına rağmen, yarım yamalak ve zamansız yapılmıştır… Savaş zamanı, harflerle uğraşılacak zaman mıdır? Ne için? Haberleşmeyi kolaylaştırmak için mi? Bu sistem haberleşmeyi eski sisteme göre daha yavaş ve daha güç kılmıştır. Hızın önem kazandığı bir zamanda, işleri yavaşlatan ve insanların kafasını karıştıran bu atılımın avantajı nedir? Fakat madem bir işe başladınız, bari bunu doğru dürüst yapacak cesareti gösteriniz.”
“Kargacık burgacık” harflerden “medenî” harflere …
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir üyesi olarak Mustafa Kemal de Latin harfleri meselesiyle yakından ilgileniyordu. İlk defa 1905-1907 tarihleri arasında Suriye’deyken konuyla ilgili görüşlerini dile getirmiş, 1922 yılında Halide Edip Adıvar’la bu konu hakkında konuşmuş ve böylesi bir değişikliğin sert önlemler gerektireceğini söylemişti.
İttihat Terakki’nin kalemşörlerinden, Tanin gazetesinin yayıncısı, milletvekili ve Malta sürgünlerinden Hüseyin Cahit (Yalçın), Latin harflerine geçilmesi için baskı yapmayı sürdürüyordu. Eylül 1922’de İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Mustafa Kemal’e “Neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?” diye sormuş, karşılığında “Henüz zamanı değil” cevabını almıştı. 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde de aynı yolda bir teklif verilmiş, ancak teklif kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından “İslam’ın bütünlüğüne zarar vereceği” gerekçesiyle reddedilmişti.
Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, devletin yeni sahipleri, 1925’te çıkardıkları Takrir-i Sükûn Kanunu’yla kendilerine yönelik bütün muhalefeti susturarak tek parti diktatörlüğünü tesis ettiler. Artık ilk hedefleri kapitalist batılı devletlere rüştlerini ispat etmekti. Bu nedenle “modernleşme” adı altında bir dizi radikal reform yapmaya karar verdiler. Geniş ölçekli bir toplum mühendisliğiyle, toplumsal yaşamın her alanına müdahale edildi. Bu çerçevede Latin harflerine geçiş tartışmaları da hız kazandı.
TBMM’de 25 Şubat 1924 tarihinde Bütçe Kanunu Tasarısı görüşülürken söz alan İzmir mebusu Şükrü (Saraçoğlu), Arap alfabesinin Türkçe için yetersiz olduğu ve ülkedeki okuma yazma oranındaki düşüklüğün baş nedeninin Arap alfabesi olduğunu ifade etti. Konuşmasında “Benim kanaatimce, bu büyük derdin en vahim noktası harflerdir. Eğer ben Arap harfi diyecek olursam burada da acaba benim fikrime tuğyan ve isyan edecek var mı? Efendiler! Bunun yegâne kabahatlisi harflerdir. Arap hurufatı Türk lisanını yazmaya müsait değildir. Hacımızın, hocamızın, amirimizin, memurumuzun gayretine, asırlardan beri yapılan bunca fedakârlıklarına rağmen, halkımızın ancak yüzde ikisi veya yüzde üçü okumuştur… Ben isterdim ki, tedrisat-ı aliyye ve orta tedrisat için bütçesinin binde yüzünden fazla bir meblağını tahsis eden bu millet pek az bir zaman zarfında çocuklarının okuyup yazmasını görsünler…” diyordu.
Mustafa Kemal, Ağustos 1928’de Latin esasına dayanan yeni alfabenin hazırlanması emrini verdi. Kendisine geçiş dönemi için 5 ila 15 yıllık bir süreyi tavsiye ediyorlardı; ancak Mustafa Kemal, onlara “3-5 ayda olur, ya da hiç olmaz” karşılığını verdi. Arap alfabesi “kargacık burgacık” olduğu yolunda ve benzeri akıl almaz söylemlerle aşağılanırken, Latin esaslı yeni Türk alfabesinin halkı çok kısa bir sürede medenîleştireceğinin propagandası yoğun bir şekilde işlendi. Anlatılanlara göre yüzyıllar boyunca kullanılan Arap alfabesi aslında bu dile uygun değildi, “modern” eğitim ve öğretimin, “çağdaşlaşmanın” önünde bir engeldi, hatta “kafaları demir bir çerçeve içinde bulunduruyordu”.
Mustafa Kemal, İstanbul Sarayburnu Parkı’nda 9 Ağustos 1928 gecesi düzenlenen bir şenlik sırasında halka hitaben şu konuşmayı yapıyordu: “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar, bizim güzel ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız ki, milletimizin yazısıyla kafasıyla bütün medeniyet âleminin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz.”
1 Kasım 1928’de Harf Kanunu kabul edildi. Kanunun 4. maddesi, kanunun yayın tarihinden iki hafta sonra başlamak üzere eski yazıyla her türlü gazete ve mecmua yayınını yasaklıyordu. 5. madde, ertesi yıl itibarıyla eski yazıyla kitap basılmasını suç haline getiriyordu. 9 madde ise en radikal olanıydı; bütün okulların Türkçe eğitiminde Latin harflerinin kullanılmasını zorunlu kılıyor, derslerde eski harfli kitap kullanılmasını yasaklıyordu.
“Devrimin” kazanımları
1 Aralık 1928’de Latin harflerinin kullanımı zorunluluğu başladı. Bu zorunluluk Türkiye’de deprem etkisi yarattı; çünkü Latin alfabesini bilen bir avuç seçkin aydın hariç herkes bir anda okuyamaz ve yazamaz durumuna düşmüştü. Bunun üzerine devlet hızlı bir okuma yazma seferberliği başlattı. 16-45 yaş arası bütün vatandaşların okuma yazma kurslarına katılmasını zorunluydu; ancak pratikte bu uygulama kâğıt üzerinde kaldı. Ne bu kadar sayıda kalifiye öğretmen vardı, ne de bunları gerçekleştirebilecek maddî imkânlar söz konusuydu. Genelde büyük şehirlerde açılan kurslara yabancı dilleri bilen seçkinler katıldı ve sertifikalarını aldılar. Halkın büyük kısmının kurslardan haberi bile olmadı. Mustafa Kemal, yurt gezilerine çıkarak halkı yeni yazıyı öğrenmeye teşvik etmeye ve çabaları hızlandırmaya çalıştı.
Latin harflerinin kabulünden sonra okuryazarlık oranının nasıl değiştiği, oldukça tartışmalı bir konudur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yüzde 8,1 olarak gösterilen okuryazar oranı, yıllar süren savaşlar boyunca okuma yazma bilmesi muhtemel yetişkin Müslüman erkek nüfusunda görülen azalmanın yanı sıra, eğitim sisteminin fiziken çökmesine de bağlıdır. 1895 yılına ait Osmanlı istatistiklerinde Anadolu ve Rumeli’de 5-10 yaş arası kız ve erkek İslam çocuk nüfusunun yüzde 57’sinin ilkokul öğrencisi olduğunun görülmesi, yine 1900’de imparatorluktaki 29.130 sıbyan okulunda ve iptidailerde (ilkokullarda) 900 bin civarında kız-erkek öğrencinin okuyor olması, cumhuriyetin ilk yıllarında verilen okuryazar oranının olması gerekenden daha düşük olduğunu düşündürmektedir.
Yine de bütün çabalara rağmen 1935 yılına ait istatistiklere göre, 16,5 milyon olan nüfusun sadece yüzde 20’si okuma yazma biliyordu. Bu oran 1945’te yüzde 30’a, 1950’de yüzde 34’e çıkabilmişti. Yani, harf devrimi okuma yazma oranlarını yıllara göre ikiye, üçe katlamıştı ama, eğer bir yanlışlık yoksa, 1895 oranlarının yanına bile yaklaşamamıştı.
Latin harflerinin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, Türkiye yayıncılığı ağır bir darbe aldı. Gayet yüksek tiraja sahip olan gazete ve dergiler bir anda satamamaya başladı ve maddi sıkıntıya düştüler. Tek parti diktatörlüğü bu durumu değerlendirerek muhalif basını susturmak için yayıncılık koşullarını daha da ağırlaştırdı, devletin resmi yayın organları dışında her türlü yayını fiilen ortadan kaldırdı. Eski yazının her türlü kullanımı şiddetle yasaklandı, bu emre uymayı reddedenler ağır cezalara çarptırıldı.
Arap alfabesiyle Kuran basımı ve okunması da yasak kapsamında olduğu için jandarma köy köy dolaşarak Arapça Kuran okuyanları tutuklamaya ve ağır cezalara çarptırmaya başladı, böylece potansiyel muhalif olabilecek kişiler kılıfına uydurularak tek parti diktatörlüğü tarafından etkisiz hale getirildi.
Bugün …
İlerleyen yıllar içinde “eski yazının” neredeyse tümüyle unutulması, beraberinde çok önemli bir sorunu getirdi. 1928 yılına kadar devletin resmî yazışmalarında Arap alfabesi kullanılıyordu ve yüzlerce yıllık arşivlerde bulunan belgelerin çok büyük bir kısmı bu alfabeyle kaleme alınmıştı. “Yeni yazı” ile yetişen kuşaklar bu belgeleri okuyamıyordu. Hoş, zaten bu belgelerin okunmasını pek isteyen de yoktu. Osmanlı arşivinin hatırı sayılır bir kısmı 1934 yılında hurda kâğıt olarak satılmış, bu durumun farkına varan kişilerin ısrarlı çabalarıyla satışa son verilmiş, ancak tonlarca belge yok olmuştu.
Günümüzde araştırmacılara açık olduğu öne sürülen arşivlerden hâlen Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde yer alan Osmanlı Arşivi’nde 95 milyon belge ve 400 bine yakın defter bulunuyor. Bu belgelerin henüz yüzde 50’si tasnif edilebilmiş. Türkiye’de arşivde çalışan mevcut uzman sayısına bakıldığı zaman söz konusu belgelerin tamamının okunmasının uzun yıllar alacağı tahmin ediliyor. 1950’li, 1960’lı yıllarda yazılmış hatıratlar bile Arap harfleriyle yazılmış olarak karşımıza çıkabiliyor.
Bütün bunların sonucunda, Avrupa ülkelerinin büyük kısmında okula giden sıradan yurttaşlar mesela 20. yüzyılın başında kaleme alınmış edebî eserleri değişen dili dikkate almak suretiyle kolaylıkla okuyabilirken, Türkiye için bu durum söz konusu değil. Dilde de sadeleştirme ve öz-Türkçeleştirme adı altında yapılan hatırı sayılır değişiklikler, 1928’e kadar yazılan eserlerin, yayınlanan gazetelerin, dergilerin, basılı olan veya olmayan belgelerin, hatta aile yadigârı mektupların bile okunamamasına, tarih ile bağların ciddi bir şekilde kopmasına neden oldu.
Tarih ile olan bağların kopması, beraberinde resmî tarih adı verilen ve gerçeklerle pek az noktada örtüşen bir manzumenin genç kuşaklar tarafından tek gerçek olarak kabul edilmesine neden oldu. Tarihî gerçeklerin üstü örtüldü, örneğin tek parti diktatörlüğü “halkın demokrasiye hazır olmaması” gerekçesine bağlandı. Anadolu’nun Hıristiyan halklarının, daha sonra Naziler tarafından işlenecek olan Yahudi soykırımına bile örnek teşkil edecek şiddette bir soykırımla ortadan kaldırıldığı gerçeğine yönelik belgeler, yapılan detaylı ayıklama çalışmalarıyla yok edildi. Yok edilmeyenler, arşivlerin ulaşılması neredeyse imkânsız olan en ücra köşelerine atıldı. Tarih yine tersyüz edilerek, mağdurların zalim, zalimlerin mağdur olduğu anlatıldı.
Bugün okuma yazma oranının yüzde 95 seviyesine ulaştığı söyleniyor. Ancak örneğin yayınlanan kitap sayısında, yapılan bilimsel araştırmalarda, okuma alışkanlıkları karşılaştırmalarında Türkiye’nin dünya ortalamasının çok alt sıralarında yer alması, Latin harfleriyle beklenen “çağdaşlık ve kültür sıçramasına” henüz tam olarak ulaşılamadığını ortaya koyuyor. Latin alfabesinin kullanıldığı okullarda, ezbere dayalı sistemler nedeniyle, kendisine ezberletilen şablonların dışına çıkmakta zorlanan gençler yetiştiriliyor.
Öyle görünüyor ki, vaktiyle Mustafa Kemal’in şikâyet ettiği “kafalarımızı içine alan demir çerçeve”, değişen alfabeye rağmen yerli yerinde duruyor. Anlayış aynı kaldıktan sonra, bunda şaşılacak bir şey yoktur elbette.