Cumhuriyet’in Diyarbakır’da Kimlik İnşası (1923-1950)
Ercan Çağlayan
İletişim Yayınları, 2014
Genç Türkiye Cumhuriyeti önce, Diyarbakır’ın bir Türk kenti ve orada konuşulan dilin Türkçe olduğu kanıtlanmaya çalışır.
Çalışmaların başını, ilk dönemde, Ziya Gökalp çeker: Diyarbakır’daki “adetlerin, abidelerin, kitabelerin ve lisanın Diyarbakır halkının terihten beri Türk olduğunu gösteren somut emareler” olduğunu, Diyarbakır’ın “lisan, hars [kültür], tarih ve mezhep bakımından” Türk olduğunu anlatır.
Şöyle yazar: “Diyarbekir şehrinde ana lisan Türkçe olmakla beraber, her fert biraz Kürtçe bilir… Lisanî tetkiklerim gösterdi ki Diyarbekir’in Türkçesi… Azeri lehçesinden ibarettir. Diyarbekirlilerin mahdut kelimelerden mürekkep olarak söyledikleri Kürtçeye gelince bu lisanın köylerde konuşulan fasih Kürtçeden farklı olduğunu gördüm… Diyarbekirliler Kürtçenin kaidelerini tamamıyla hafzedip [yok edip] suni bir Kürtçe icat etmişlerdir. Bu Kürtçeye ‘Türk Kürtçesi’ namını vermek gayet doğru olur. Lisaniyat noktayı nazarından gayet mühim olan bu vakıa, Diyarbekirlilerin Türk olduğuna en büyük delildir.”
Diyarbakır’ın Türklüğünü kanıtlamak, özellikle Şeyh Sait ayaklanmasından sonra daha acil ve bilinçli bir politika hâline gelir. Diyarbakır Türk Ocağı’ndan Genel Merkez’e gönderilen 1926 tarihli bir mektupta, “tarihi ve etnoğrafi teşkilatıyla tamamen bir Türk şehri olan Diyarbakır’da yabancı harslardan bakiye kalan tesiratı [yabancı kültürlerden geri kalan etkileri] silmek üzere” çalışıldığı ve orada “Türklüğü idame ettirmek için” Ankara’dan destek beklendiği yazılır.
Böylesine önemli bir konuda Mustafa Kemal boş mu duracak? Durmaz elbet, 1932’de “Diyarbekirli, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır” der. Bu sözleri aktaran Diyarbekir gazetesinde aynı gün şu cümleleri de içeren bir yazı yayımlanır:
“Ben Türk elinin kahraman bir bucağındanım. Yazık ki oraya Berir Diyarı diyorlar. Fakat biz diyarımızın ne olduğunu biliriz. Bizim diyarımız Oğuz Türk’ün has konağıdır, biz de bu yüce konağın çocuklarıyız… Türk eli büyüktür ve yer yüzünde yalnız o büyüktür. Her yeri dolduran Türk’tür. Ve her yanı aydınlatan Türk’ün yüzüdür… Dirliğin ne olduğunu anlatan da Türk’tür.”
Birinci Umumi Müfettişlik tarafından 1939’da yayımlanan bir kitap Diyarbakır’ın Türklüğünü şöyle vurgular: “Temeli Türkler tarafından kurulan, en küçük taşından en büyük burcuna kadar soyu sopu Türkoğlu Türk olan Diyarbakır, dün olduğu gibi bugün de doğunun büyük bir kültür merkezi ve Türklüğün kutsal bir yuvasıdır.”
Bir yalanı kanıtlamaya çalışmak, yalanın yalan olduğu gerçeğini değiştirmez. Türkiye devleti de bunu biliyordur elbet. Dolayısıyla, kanıtlama çalışmalarına, durumu değiştirme çalışmalarının eklenmesi gerekiyordur. Yani iskân ve zorunlu göç politikalarıyla Diyarbakır Türkleştirilmelidir.
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya meseleyi 1936’da şöyle ifade eder: “İskân işleri önemle takip ve tatbik olunacak mesaildendir. Bilhassa nüfus miktarlarında Kürt nüfus adedinin tebarüzü [görünümü] aleyhimize kaydolunabilir. Biz suret-i umumiyede bu kadar Kürt sanmıyorduk. Aşağı yukarı 100.000 diyorduk. Ve bunun da temsili [asimilasyonu] şüpheli idi. Çünkü Diyarbekir’e gidiniz, tahsil görmüşü, tüccarı ve esnafı işinde ve evinde hep Kürtçe konuşur. Bu sebeple, temsil ve dil işini kökünden halletmek gerekir. Buna da yalnız Türk halk iskânı tedbiri ile değil, memurumuz, zabitimiz ve askerlerimiz miktarlarını da nüfusa dahil ederek tam Türkçe konuşur Türkleri hiç olmazsa müsavi [eşit] ve müvazi [dengeli] miktara getirmek ilk önce lazım bir iştir.”
Kürt bölgelerine Türk yerleştirmek ilk olarak 1930’larda gündeme gelmiş değildir elbet. Daha 1925 yılında Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, Başbakan İnönü’ye yazdığı bir mektupta Diyarbakır, Siirt, Bitlis Van ve Muş’ta Ermenilerden kalan arazilere (emval-i metrukeye) Türk muhacirlerin yerleştirilmesi gerektiğini belirtir, böylece “Kürt meselesinin hallolunacağını” ifade eder.
Diyarbakır’da devlet tarafından iskân edilen Türklerin genellikle uzun süre kalmadığı, ilk fırsatta Türkiye’ye geri döndüğü anlaşılıyor. Resmî yazışmalar devlet görevlilerinin bu konuda şikâyetleriyle dolu. Kesin bilgi yok, ama belli ki yerleştirilen Türkler “Burası yabancı bir memleket yahu!” diye düşünüp kalmamayı tercih etmiş!
Kürtlerin Türk olduğunu kanıtlamaya çalışmak ve bölgedeki Türk nüfusu çoğaltmaya çabalamak Kemalist Cumhuriyet’in uyguladığı politikaların sadece iki tanesi. Daha pek çoğu var: önde gelen Kürt ailelerini Batı’ya sürmek, her tarafta “Türklük aşılayan” yatılı okullar, Türk Ocakları ve Halkevleri/Halkodaları açmak, kızların Türk memur ve askerlerle evlendirilmesini özendirmek, Kürtçe konuşanları ağır cezalara çarptırmak… Ve tabii bölgeyi Umumi Müfettişlikler yoluyla yönetmek.
Bütün bunlar ve çok daha fazlası Ercan Çağlayan’ın Cumhuriyet’in Diyarbakır’da Kimlik İnşası (1923-1950) adlı mükemmel kitabında tüm ayrıntılarıyla yer alıyor. Kürt sorununun kökenini anlamak, meselenin PKK’den kaynaklandığı yanılgısına düşmemek için gerekli olan her şey bu kitapta mevcut.