Ahmet Turan Köksal
Taksim’de Gezi protestoları sonrasında beton denizi haline gelmiş meydana küsüldü. Hani zorunlu askerlikte talim alanında yanlışlıkla bir er kendini vurur ya, sonra o askerin tüfeği cezalandırılır ya da o talim alanına küsülür ve bir süre oraya uğranılmaz ya, işte aynı o şekilde kendi döktükleri betona tavır almış durumdalar. Küstüler vallahi!
Düştüğümüz duruma bakın; Taksim Meydanı’na küsülünce ve ilgisiz bırakılınca şimdiki hâlinden daha kötü olmayacak diye avunuyor, seviniyoruz.
Meydan’dan önce Gezi’ye doğru uzanalım, sonra AKM’ye bakarız. Gezi Parkı’nın bulunduğu yerde Topçu Kışlası vardı. Daha eskiden ne vardı peki? 1876’daki Kauffer Haritası ile 2009 uydu haritasını çakıştırarak Taşkışla’nın Güneybatı Kulesi’nden Taksim Anıtı’na bir çizgi çekersek Gezi Parkı alanını çaprazlamasına ikiye bölüyoruz, işte bu bölümün kuzey tarafı Ermeni Mezarlığı’dır.
Topçu Kışlası’nın eski hâli, bazı popüler tarihçilerin iddia ettiği kadar mimarî yönden ‘şık’ bir yapı değildir. Orijinal bile değildir. İçinde geniş bir dikdörtgen alanı olan (sonradan top sahası olarak işlev kazanmış) binaya Abdülmecit döneminde yapılan bakımda, garip ölçekli soğan kubbeler eklenmiştir. Ne Osmanlı’da ne de Selçuklu’da var olan tür oryantalist detayların ecdadın hangi yönüne gönderme yaptığını kimse bilmiyor. Yeniden yapmaya kalkınca neden makyajlı ve soğanlı hâlinde diretiliyor? Eski ama daha sade hâli neden söz konusu bile olamıyor, belli değil.
Kışla’nın bir rölövesi (bilimsel olarak kabul edilmiş tıpkı çizimi) dahi yok. Eldeki birkaç fotoğraftan bu binanın aynısını yapmak mümkün değil. ‘Masum bir tarihi canlandırma’ sayılmayacak bu ‘yeniden yapım’ın altında başka gerekçeler aramayacağız da ne yapacağız?
Topçu Kışlası neden yıkıldı peki? Özel davetle ülkemize gelen Henri Prost’un önerisidir bu yıkım. Gezi Parkı’nın, Hilton’u da içine alacak kadar uzun bir yeşil bandın başını tutması amaçlanmıştır, ama Prost’un bir başka önerisine göre Gezi Parkı’nda yan yana betonarme bloklar vardır. İstanbul’a büyük hayallerle getirtilen plancılar da hatasız sayılmaz.
Planda geçen yeşil bant bırakılamamış, ayrılan yere oteller sıralanmış (Continental, Hyatt, Hilton, Gökkafes, Swiss Otel), Gezi Parkı öylesine bırakılmış, 60 yıldan fazla süredir bir türlü kamusal yeşil alan olarak verimli kullanılamamıştır. İBB’nin şimdiki planına gelecek olursak, dünyada epey rağbet gören Landscape Architecture Magazine isimli peyzaj mimarlığı dergisi projeyi “İstanbul’s Awful Plan” (İstanbul’un Berbat Planı) başlığıyla sunmuştur!
“Bu bir darbe”
Dünyada pek çok meydan farklı protestolara evsahipliği yaptı. Konular çeşitliydi. Örneğin, günde kişi başı 400 gr ekmek tüketimi ile dünya rekorunu elinde tutan Mısır’da ekmeğe yüzde 40’a varan zam yaparsan, isyan çıkar, Tahrir Meydanı dolar. İngiltere’de bile kelle vergisi koyarsan şiddetli itirazlar gelir, Trafalgar Meydanı dolar. Ama tüm bunların Gezi’den bir farkı vardı. Gezi’de milletin isyan etmesinin sebebi, bizzat Gezi’ydi. Evet, meydanı korumak için, meydana çıkılmıştı. Protestoya konu olan “öge” kendi içindeydi yani. Yok olacağı endişesiyle, iş makinelerinin önünde durularak protesto edilen inşaat faaliyeti, protesto mekânıydı ayrıca.
Sanıldığının aksine bazı “demokratik” toplumlarda “Ben karar verdim ve olaaacccaaaakkkk” denince seçmenin yarısının oyu alınabiliyor. Fakat söz konusu ufacık bir kent parkı olunca, korunacak şeyin protestosu yine kendi üstünde olabiliyor ve çapı ne olursa olsun kıyamet de kopabiliyor. Dünyada “Occupy” diye adlandırılan hareketin belki de tam manasıyla örtüştüğü tek protesto Gezi’ydi.
Sonra başka yerlere çekildi, iktidar dedi ki “Bu bir darbe”. Sonra beyin yakan bazı açıklamalar geldi, “üç beş ağaç” dendi, kentin bilmem kaç km dışındaki fidan dikiminden bahsedildi, faiz lobisi dendi, paralel dendi, akil adamlar içine Kurtalar Vadisi’nin oyuncusu alındı.
İnada inat katmak olayları büyütür. Çok kısa sürmedi protestolar. Etkisi yavaş yavaş kayboldu. Hani beylik bir laf var ya, “Gezi’yi ilk üç gün ben de destekledim” diye. Zavallı bir arada kalmışlık olmasının yanında, bir kent parçasının üzerinde nöbet beklenerek “koruma hakkı”nın olağanlığından bahsediyor da haberi yok. Bir fenomen olarak kaldı, biraz da alay konusu oldu…
AKM ve Venedik
Venedik’te mimarlık bienali yapılır. Modern sanat konusunda uzman sayılmasak bile en ucuz uçak biletlerini kollaya kollaya, iki yılda bir artık vize verirlerse takip ederiz etkinliği. Türkiye 2014’te ilk kez pavyona sahip oldu ve küratör Murat Tabanlıoğlu, Türkiye Pavyonu’nda ‘Places of Memory’ (Hafıza Mekânları) isimli bir düzenleme yaptı. İstanbul’daki üç bölgeyi seçmiş. İlki, Taksim; ikincisi Taksim Meydanı’nın dar ucunda Türkiye’deki modern mimarlığın sembollerinden biri olan Atatürk Kültür Merkezi (AKM). (Babası, AKM’nin mimarı Hayati Tabanlıoğlu’dur ve Tabanlıoğlu Mimarlık, AKM’nin yenileme projesini yapmıştır.) Üçüncü bölge de Bâb-ı Âli (küratör, gençlik yıllarının burada geçtiğini beyan etmiştir).
Bu tür etkinliklerde sanırım sergilenen şeyin (artık neyse) önüne sergi mekânın kendisi geçiyor. Venedik’te camdan baktığınızda arılar gibi işleyen vaporettoların, su sütündeki ortaçağ kentinin silüeti dururken, garip ve biraz da rahatsız edici ve ayrıca devamlı tekrarlanan soyut ve melodisiz müzikle beraber (örneğin) garip bir yerde duran simsiyah bir taşın manasını çözmeye çalışırız. Ne kadar “düz mimar” olmamak için çaba sarf etsek de, sergiye belirli bir miktar zaman ayırıp Bienal’in kendisi olan binayı incelemeye koyuluruz. İki yılda bir neler olmuş, binayı nasıl korumuşlar, “Aaaa şurada çürük bir ahşap baba vardı, bir de kirişlemeyi kısmî olarak değiştirmişler” diye dikkat ve hafıza testlerine girişiriz.
Türkiye Pavyonu’nda ilgi çeken şey, AKM’nin 1/60 ölçekli kesit maketi oldu. AKM’nin bir dönemin modern mimarlık ve tasarım ikonu olduğu doğrudur. Hayati Tabanlıoğlu önderliğinde ekibin avangart vizyonuyla binayı nasıl yaptığı da ayrı bir araştırma konusu olmuş. AKM halktan biraz da kopuktur, oldukça simgeseldir. Örneğin, AKM’nin bir duvar gibi meydanı deniz tarafında kapatan cephesinin alüminyum doğramaları açılan bir sahnenin perdesini simgeler.
AKM’nin yapılış serüveni de çok ilginçtir. İlk olarak Mimar Feridun Kip ile Mimar Rüknettin Güney‘in projesi 1946’da yapılmaya başlanmış. Ödenek yokluğu nedeniyle tamamlanamamış, 1953’te Bayındırlık Bakanlığı’na devredilmiş ve 1956’da mimar Hayati Tabanlıoğlu‘nun projesi ile inşaata devam edilmiş; nihayet 1969’da İstanbul Kültür Sarayı adıyla hizmete girmiş. 23 yılda yapılan bina sadece 1,5 yıl sonra Arthur Miller’in Cadı Kazanı adlı oyun oynanırken çıkan yangında harap olmuş. Yangında can kaybı olmamış, fakat IV. Murad adlı oyunun galası için Topkapı Sarayı‘ndan getirtilmiş eşyaların bir kısmı da yanmış (IV. Murad‘a ait bir kaftan, değerli bir Kur’an, IV. Murat’ı gösteren bir tablo).
Yeniden Hayati Tabanlıoğlu tarafından onarılan bina sekiz yıl sonra 1978’de ikinci kez açılmış. 2000’li yıllara kadar o haliyle hizmete devam etti. Şimdi 16 yıldır metruk ve boş durumda. 2012’de Sabancı Holding onarılması için gönüllü oldu. AKM 2013’te hizmete girecekti. Yetmiş yılda binanın sadece 23 sene kullanılması ne kadar çok şey anlatıyor bize.
Baroksa Barok, Rokokoysa Rokoko
AKM hakkında çoğu kişi fikir beyan eder. Modern mimarlık ve Türkiye ekseni konusunda fikir yürütenler binayı ve hele hele büyük salonunu beğenirler. İşbu yazının müellifi de ayrıca giriş fuayesindeki merdivenini çok sever. Bazıları da binayı soğuk ve kaba bulur. Sıcak ve ince olmak için nasıl olmalı deyince bir örnek bulamamaları onları rahatsız etmez pek. Viyana Opera binasını çeşitli kereler inceledik. Paris’tekine de baktık. Erivan’dakinde (çok hoş bir binaydı) bir gösteri izledik. Gösteri sanatları olarak kullanılacak ve çok büyük bir salonu ve yan salonları olan bir binanın, sıcak ve ince olma ihtimalini düşündük. Bir de “AKM’yi yıkıp Baroksa Barok, Rokokoysa Rokoko yapacağız” tehlikesini görünce…
AKM eğimden de faydalanır; gerçekten Taksim Meydanı’nı sınırlar. Hatta bu fikri kullanıp Topçu Kışlası’nın gerekli olduğunu savunanlar da oldu. Nasıl AKM meydanı saran (bitiren) bir duvarsa, Kışla da yapılmalı ve duvarı tamamlamalıydı. İlk ortaya atanların fikri neydi bilinmez, ama seçim kampanyası için hazırlattığı, bir elinde T cetveli, bir elinde kablosu sarkan klavyeli, sarı yağmurluklu afişi gözümüzün önünden hiç gitmeyecek olan, Üçüncü Köprü’yü Marmara Denizi üzerinden geçiren, bir başka köprü projesinde Kıbrıs’ı Anavatan’a bağlayan mimarımız Taksim’e altın varak kubbeli cami projesiyle bu duvarı pekiştiriverdi. Meydanların illa binalarla kapatılması gerektiğini kim söyledi, bilmiyoruz, ama Gezi Parkı zaten üst kotta kalır, o beyaz merdivenler sahne gibi bir durum yaratır diyoruz, geçiyoruz.
Beton üstüne beton
Taksim meydanı gibi, AKM’yi de verimli kullanamadık. Mutlak iktidarların en sevdiği şey kentlerin imar kararlarını zırt pırt değiştirmeleridir. Kültürel, sanatsal veya sosyolojik değişimler, atılımlar kolay olmaz, ama bir gecede imar planı değiştirilir, garip tünellerle meydan altı delik deşik edilir, beton üstüne beton dökülür. Fakat Taksim ya da AKM hiçbir iktidar zamanında bu kadar zarar görmemiştir.
İyi ki küsüldü yani.