Geçtiğimiz yaz boyunca HDP bürolarına dönük saldırılar, sokakta Kürt olduğundan ‘şüphelenilenlere’ karşı linçler ve yakılan dükkânlar basit bir milliyetçi hassasiyet histerisinden daha fazlasını işaret ediyor.
Ana akım medya saldırıları klasik devlet diliyle ‘teröre karşı milliyetçi tepki’ olarak tanımlasa da, linç eylemlerinin milliyetçi hassasiyetlere sahip ‘sıradan vatandaş’ işi olmadığı aşikâr. Ülkü Ocakları tarafından yapılan ‘Türkiye genelinde eylem’ çağrılarının güzergâhları istisnasız HDP bürolarına uğrayacak şekilde düzenlenmişti. Saldırılar devletin planlamasıyla, polis gözetiminde, kontrollü bir şekilde gerçekleştirildi. İlgili mercilerin yaptığı açıklamalarla ‘olayların’ bıçakla kesilmiş gibi sona ermesi bile sokağa çıkan güçlerin örgütlü ve devletle bağlantılı olduğunu gösteriyor.
Ülkü Ocakları, kurt işareti yapan saldırganların ülkücü hareketi itibarsızlaştırmaya çalıştığını iddia ederek sorumluluğu Osmanlı Ocakları’na attı. Osmanlı Ocakları da ‘paralel örgüt’e. Saldırganların kim olduğu sorusu ‘ulan hepiniz oradaydınız be’ diyerek geçiştirilebilir elbet. Ancak ‘hangi ocak daha tehlikeli?’ minvalinde sürdürülen tartışma, son yıllarda Türkiye’deki faşist harekete veya faşizmin karakterine dair birçok yanılgıyı barındırdığı için bu konuyu biraz açmak gerek.
Ülkü Ocakları mı, Osmanlı Ocakları mı?
‘Ülkü Ocakları bitti, şimdi Osmanlı Ocakları’, ‘Ülkücüler reddediyor, demek ki sorumlu Osmanlı Ocakları’ gibi ifadeler, son yıllarda görmeye alıştığımız, MHP’yi normalleştirme yaklaşımının geldiği son aşama. Bu yaklaşım AKP’yi otoriter ve neoliberal bir burjuva partisi olarak değil, faşist bir parti olarak tanımlama eğilimiyle el ele gidiyor. Faşist olan MHP değil de AKP olunca, faşist bir hareket için aranan ‘paramiliter’ güçler de 7-8 Eylül günlerinde bulunmuş oldu.
MHP’nin ve Ülkü Ocakları’nın ‘değiştiği’ tezi uzun zamandır işleniyor. Daha önemlisi MHP, herhangi bir merkez sağ partiye indirgenerek AKP’yi geriletmek adına ittifak kurulabilecek ya da fiilen aynı saflara düşülebilecek bir odak olarak gösteriliyor. Yerel seçimlerde ‘bas-geç’ şiarıyla karşımıza çıkan bu anlayış, AKP’yi geriletmek adına faşistlerin desteklenebileceğini açıkça ifade ediyordu. Ankara Belediye Başkanlığı seçiminde ‘Mansur Yavaş, kurtuluşa kadar savaş’ sloganları atılırken kurt işaretleri ile sol yumrukları yan yana gördük, ‘ülkücülerle solcular sandıkları koruyorlar’ başlıklı haberler okuduk.
Ardından CHP ve MHP’nin ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun desteklenmesi süreci geldi. 7 Haziran genel seçiminin ardından faşist partinin CHP ve hatta HDP’yle koalisyon kurması için beklenti içerisine girilmesi de aynı durumdu. Tüm bunlar, MHP’nin AKP’den daha az tehlikeli, hatta desteklenebilecek bir yapı olduğu ‘imajının’ oluşmasına yardım etti.
AKP’nin rolü
Sokaktaki faşist saldırıları yaratan iklimin baş mimarı, kuşkusuz Cumhurbaşkanı Erdoğan. Üstelik Erdoğan’ın Kürtleri düşmanlaştıran ve HDP’yi hedef gösteren, yapılacak her türlü saldırıyı meşrulaştıran söylemi yeni değil. Kasım 2014’te “esnaf gerektiğinde askerdir, alperendir, polistir” diyerek ‘teröre’ karşı alınması gereken tavra dair mesajını net bir şekilde iletmişti.Hürriyet gazetesine dönük saldırılara öncülük eden AKP Gençlik Kolları Başkanı Abdurrahim Boynukalın’ın sırtını yasladığı ve güvendiği şey tam da Erdoğan’ın çizdiği meşruiyet çerçevesiydi.
Çözüm sürecini bitiren, toplumun büyük çoğunluğunun barış talebini ezip geçen Erdoğan ve AKP’nin savaş politikaları, sokaktaki milliyetçi hezeyanın başlıca sorumlusu. Bugün sadece askerî operasyonlar değil, sivil halka yönelik yüz yıllık devlet refleksiyle gerçekleştirilen ‘özel harp’ taktikleri de batıda faşist saldırıların palazlanacağı zemini yaratıyor. Kısacası, AKP’nin savaş politikaları faşist hareketin güçlenebileceği uygun koşulları şekillendiriyor.
Osmanlı Ocakları
Osmanlı Ocakları dergisi olarak 2005’te kurulan ve dört sene sonra dernekleşen bu yapı, açık ki devlet bürokrasisi ve AKP önderleriyle sıkı ilişkilere sahip. Başkan Kadir Canpolat eski bir Alperen Ocakları üyesi. Türkiye’yi 2006’da ziyaret eden Papa 16. Benedictus’a yönelik suikast girişimiyle yakalanan altı kişi arasında adı geçiyor. Trabzon Alperen Ocakları eski il başkanı Mustafa Öztürk, Hrant Dink suikastıyla ilgili verdiği ifadede Kadir Canpolat’ın da aralarında olduğu altı kişiyi Alperen Ocakları’ndan tanıdığını söylüyor.
Osmanlı Ocakları ‘siyasetler üstü’ olduğunu iddia ededursun, örgüt yayınları Erdoğan’a övgü manzumeleriyle dolu. Temel slogan, “kefenli liderin kefenli askerleriyiz”. Canpolat, 7 Haziran öncesinde AKP’den milletvekili aday adayıydı. Osmanlı Ocakları’nın bir dizi rant, kariyer ve ‘karanlık’ ilişkiler ağının parçası olduğu ve bunun AKP’den bağımsız olmadığı açık.
Osmanlı Ocakları’nda aktif görev almak için dokuz kriter var: “bulunduğu ülkenin vatandaşı olmak, yüz kızartıcı suç işlememiş olmak, bağlı olduğu dinin gereklerini yerine getirmek, Osmanlıca bilmek veya Osmanlıca dersi alıyor olmak, kavgaya bulaşmamak, daha önce ihraç edilmemiş olmak, ekonomik ve zaman serbestisi olmak, paralel yapı vb. bölücü örgüte üye olmamış olmak, kefenli liderin kefenli askeri olmak”. Osmanlı Ocakları belli ki, son yıllarda daha açık bir şekilde milliyetçi tabana oynayan, MHP’den oy kapmaya çalışan AKP liderliği açısından özellikle Anadolu kentlerindeki milliyetçi gençliği açtığı ikbal kapıları aracılığıyla devşirmeye yarıyor.
Rekabet
Ülkü Ocakları ve Alperen Ocakları, kurulduğu günden bu yana Osmanlı Ocakları’na karşı rahatsızlıklarını dile getiriyor. Arka planda bir rekabet sürüyor. Osmanlı Ocakları’na katılanların kariyer uğruna davaya ihanet ettiği vurgulanıyor. Alperen Ocakları’nın başkanı verdiği bir röportajda, Kadir Canpolat hakkında ‘Alperen olsaydı asla Osmanlı Ocakları’na geçmezdi’ diyerek kendisi dâhil pek çok Alperen’e para karşılığında Osmanlı Ocakları’na geçme teklifinin geldiğini söylüyor. Bir de Ertuğrul Gazi Şenlikleri’ne Osmanlı Ocakları rozetlilerin alınıp kendilerinin alınmaması ‘zorlarına gitmiş’.
“80 öncesi Ülkücüler, 90’larda Alperenler, şimdi Osmanlı Ocakları” diyerek gösterilen kolaycı tepkiler, hem var olan örgütlerin işlevlerini yitirdiklerini varsayması hem de adı anılan farklı ocakların aynı ideolojik sürekliliğe sahip olduğunu ima etmesi açısından eksik ve hatalı. Malum ocaklar arasındaki rekabeti salt ikbal ya da kariyer amaçlarına indirgemek de yanlış. Aralarında bir ideolojik-politik farklılık da söz konusu.
12 Eylül darbesinin ardından birçok iç tartışma ve bölünme yaşayan ülkücü harekette ideolojik olarak en belirgin ayrışma İslam tartışmasıyla yaşanmış ve Alperen Ocakları bu ideolojik bölünmenin sonucunda kurulmuştu. Bugün Osmanlı Ocakları’nın Osmanlı’yı ihya etme hevesi ve ‘Osmanlıcı’ vurgular, Ülkücü-Alperen hareketle farklılaştığı noktalardan biri. Genel olarak Osmanlı Ocakları’nın (hiç değilse şimdilik) pek ‘oturmamış’ ideolojik vizyonunun bıraktığı izlenim, sanki böylesi bir teşkilatlanmaya ihtiyaç duyulmuş da Osmanlı jelatiniyle piyasaya sürülmüş gibi. Ülkü Ocakları Sivas Başkanı da Sivas’ta şube açan Osmanlı Ocakları’na tepki olarak işlevlerinin ‘şanlı Türk tarihini bölmek’ olduğunu söylerken “16 bin yıllık tarihimizin 650 yılını sahipleniyorsunuz” diyerek bu ideolojik farklılığa işaret ediyor.
Bu rekabet Özal’ın ANAP’ına geçen ‘eski ülkücülerin’ Türk Ocakları’nı açma girişimi ve ona yöneltilen tepkileri hatırlatıyor. ANAP içinde ‘hareketçiler’ olarak tanımlanan eski ülkücülerle, 1970’lerden itibaren Aydınlar Ocağı’nda bir araya gelen faşist ‘aydınların’ yeni politik koşullarda ortaklaştıkları ‘çağdaş sağ’ söylemini ‘partiler üstü’ görünecek bir örgütle hegemonik kılmanın yolu olarak, Türk Ocakları ihya edilir. 1986’da açılan Ocaklar, hükümet desteği ve devlet katkısıyla çok ciddi bir örgütlenme ve yaygın faaliyet imkânı bulur. Yani AKP’nin Osmanlı Ocağı girişimi ilk değil, milliyetçi-muhafazakâr tabana hakim olmaya ve sağda ideolojik hegemonya kurmaya dönük eskiden beri çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilen bir siyasal rekabetin bugünkü koşullardaki devamı.
Değişik ocaklar arasındaki ideolojik farklılıktan konu açılmışken, bu noktada Ülkü Ocakları’nın ne olduğunu, faşist hareketin Türkiye’deki serüvenini hatırlamakta ve ‘MHP’nin değiştiği’ iddiasının ne kadar sahici olup olmadığına bakmakta yarar var.
Ülkü Ocakları
MHP ve Ülkü Ocakları ideolojik bir değişim sürecinden geçmiş değil. Hâlâ sıkı sıkı ideolojik kökenine bağlı, hâlâ soy Türkçü. Lider-Teşkilat-Doktrin üçlemesi temel bir ilke olarak sahiplenilmeye ve Ülkü Ocakları’nda bu çerçevede ideolojik-politik eğitime devam ediliyor. Ülkü Ocakları merkezi tarafından hazırlanan bin kitaplık bir okuma listesi bu eğitimlerin bir parçası olarak ülkücülere veriliyor.i Söz konusu ideolojik sıkılığı yıllardır kesintisiz yayınlanan ülkücü yayınlarda takip etmek mümkün. Ülkücü hareketin “doğası olan yoğun mücadeleyi” yürütebilmek için çelik bir iradenin gerektiği söyleniyor. “Ülkücü Hareket’in çelikten iradesini inşa eden yegâne şey ise Lider-Teşkilat-Doktrin üçlemesidir” deniyor.
Üçlemenin Turan’ı gerçekleştirebilmenin de tek yolu olduğu anlatılıyor. Bu üçlemenin Nihal Atsız’ın eserlerine atıfta bulunarak anılan Göktürk Devleti’nin yapılanışının devamı olduğu vurgulanıyor. Hareketin bütün mensuplarına bu üçlemeyi özümsemeleri, kayıtsız şartsız bağlı olmaları ve yaşam biçimlerini buna uyumlu hale getirmeleri salık veriliyor. Doktrinden dışarı taşmak, ihlal etmek cezalandırılması gereken bir davranış. Doktrinden kastedilen hareketin tıpkı Führer gibi konumlandırdığı ve ‘Dünya Türkülüğünün değişmez Lider’i’ olarak tanımladığı ‘Başbuğ’ Alparslan Türkeş’in ‘Dokuz ışık doktrini’.
Teşkilatlı olmak “benliğinden vazgeçmeyi” gerektiriyor. “Kendi benliğinden vazgeçerek mensubiyet şuuruna erişen ve bütünün parçası olan bu bireyler, zenginliklerini bütüne yani teşkilata katarak daha da değerli bir mertebeye ulaşmışlardır. Benliğinden vazgeçerek teşkilatın mensubu olmak, teşkilat için yaşamak, her insanın erişemeyeceği bir mutluluktur.” Kısaca, teşkilat “liderin izinde, doktrinin ışığında, son neferinin son nefesiyle mücadele edecek” yapılanmadır.
Her ne kadar temel ilkeleri arasında komünizme olduğu kadar nazizme de karşı olunduğu ifade edilse de ve partinin ‘okunması gereken kitaplar’ listesinde artık yer almasa da Ülkücü gençlik arasında en çok okunan yayınlardan biri Hitler’inKavgam kitabı.ii Ülkü Ocakları eski Genel Sekreteri Afşin Efkarlıoğlu’na göre Kavgam “dikkate değer, yanlışları olduğu kadar doğruları da olan” bir kitap. 2005’te yapılan bir röportajda “okumayanlar okusun, okuyanlar bir kez daha okusun. Biz arkadaşlarımızdan kendilerini geliştirmelerini istiyoruz” diyen Efkarlıoğlu’nun muhabirin “kitaba neden özellikle ülkücüler ilgi gösteriyor?” sorusuna yanıtı: “Neden Ermeni iddiaları bu kadar güçlü seslendiriliyor?”
Kısaca, MHP de Ülkü Ocakları da köklü ırkçı, faşist ideolojisinden vazgeçmiş değil. Bu değişip değişmeme meselesine yanıtı bizzat Bahçeli şöyle veriyor: “Milliyetçi Hareket’in değişip değişmediğini, milliyetçiliğin misyonunu tamamlayıp tamamlamadığını çok merak edenlere hatırlatmak isterim ki, tarihi kökleri ve iddiaları güçlü olan hareketler varlığını ve ayrıcalığını sürekli muhafaza ederler.”
Komando kurt
Faşist hareketten ve sokaktaki faşist saldırganlıktan bahsederken gözden kaçırılması en tehlikeli olan şey Ülkücü hareketin ne kadar köklü olduğu. Ülkücü tanımını sahiplense de MHP’de yer almayan bir dizi farklı aktöre rağmen bugün söz konusu geleneğin ana, kitlesel buluşma noktası MHP- Ülkü Ocakları. Osmanlı Ocakları’yla bir kıyaslama yapıldığında belki de söylenmesi gereken ilk şey, MHP’nin yaklaşık 60 yıllık tarihi olduğu. Yani cinayette, linçte, sokakları puslulaştırmada, provokasyonda, sindirmede, işçi hareketini boğmada 60 yıllık bir ‘karanlık’ deneyimi var. Paramiliter gücün adresi değişmedi ve yeni bir adres yaratmak birkaç senede olabilecek bir şey değil.
Ülkü Ocakları hiçbir zaman sadece Turancılığın temel eserlerinin okunduğu bir ‘kulüpten’ ibaret olmadı. Bizzat Türkeş tarafından 1966’da kurulan ocakların suç dolu geleneği, 1960’lı yıllardan itibaren sayısız sosyalistin, öğrencinin, sendikacının, işçinin kanını dökerek pratik yaptı. 1980 öncesinde işçi sınıfı hareketini boğmak için bizzat sermaye tarafından palazlandırıldı. Yarı askerî bir örgütlenmenin olduğu Ülkü Ocakları’nda eğitilen kadrolar grevleri ve yükselen sol hareketi kanla bastırmak üzere kullanıldı. Kentlerdeki işsiz, umutsuz gençlerin sisteme karşı tepkisini anti-komünizm etrafında örgütleyen hareket, kadrolarını ‘komando kamplarında’ eğitti. İlk olarak İzmir’de kurulan ve hızla yaklaşık 40 ile yayılan komando kamplarında ülkücülere temel eğitim emekli askerler tarafından verildi. Kamplar Nazilerin SS örgütlenmesini temel alıyordu.
12 Eylül darbesiyle birlikte gelen kısa bir gerilemenin ardından 90’lı yıllarda yine devletle organik ilişkiler içerisinde, geçmişte edindikleri pratiklerin yardımıyla, Kürt halkına yönelik savaşın en kirli aktörleri oldular. Ülkücüler 1990’larda şehirlerde Kürtleri yönelik saldırıları organize ederken, bir yandan da Türkeş devlet erkânına ‘gayri nizami harp tekniklerinin’ uygulanması gerektiğini buyuruyordu. Bu tavsiyelerin neticesinde kurulan ve binlerce “faili meçhul” cinayetin sorumlusu olan Özel Hareket-Özel Tim personeli ülkücü kadrolardan devşirildi. Günümüze kadar da devletin tetikçileri bu ülkücü kadrolardan çıktı.
Askerî eğitimli, ülkücü paramiliter güç yetiştirmekten vazgeçmeyen Türkeş 1990’larda Azerbaycan’da da kamp kurdu. Rüzgâr Birliği olarak bilinen ve 500 kişilik emekli askerden ve ülkücü gönüllüden oluşan bu ‘gizli ordu’, Ermenilere yönelik kanlı eylemler gerçekleştirdi.
Kuzu postunda kurt
Türkiye’de faşist hareket her zaman dünyadaki benzerlerinden farklı bir ayrıcalığa sahip oldu. Faşist hareketlerin var olan düzene ve devletlere karşı, onu yok ederek kendisini yeni bir devlet olarak örgütleme hedefinin aksine, Türkiye’de faşistler her zaman devletle iç içe oldu. Kendi misyonunu mevcut devleti yıkıp yerine yenisini inşa etmek değil, var olan devleti korumak olarak tanımladı. Her zaman devlet bürokrasisiyle iyi ilişkiler kurdu, bizzat o bürokrasinin parçası olmaya çalıştı. Devlet de her zaman içinde bu unsurları tuttu, genellikle korudu, kolladı, işine geldiği zaman kullandı. Faşist hareket gerektiğinde sermayeye güven vermek, kendisinin de tercih edilebilir bir güç olduğunu göstermek ve bürokrasiyle kurduğu bağları sıkılaştırmak için takım elbiseli, jöleli imajını hep korumaya çalıştı. Bu aynı zamanda bir dizi kanlı, pis, karanlık eylemle kendisi arasındaki organik ilişkilerin üzerini örtmeye yarayan bir maske işlevi görüyordu.
Bugün MHP’nin 7-8 Eylül’ü reddediyor olmasını Ülkü Ocakları’nın olaylarda dahli olmadığına kanıt sayanlar zaten kirli tarih boyunca MHP’nin sahiplendiği herhangi bir pislik hatırlıyorlar mı acaba? Sokaktaki faşist terörün baş aktörü, örgütçüsü olmakla siyasî alanda meşruiyeti kaybetmeme dengesi MHP’nin her zaman kaygısı oldu. 12 Eylül öncesinde sıkıyönetim çağrıları yapan MHP sokakları bizzat terörize ederek süreci kendi eliyle hızlandırmaya çalıştı. Bir yandan ‘gömülen silahlar’ çıkarılırken, diğer yandan yapılan eylemler reddediliyor veya ‘icat edilen’ bir takım illegal örgütlere ihale ediliyordu. Kısaca, MHP’nin ve Ülkü Ocaklarının tarihi bir inkârlar tarihi.
Sanıldığının aksine MHP ülkücüleri hiçbir zaman sokaktan çekmedi. Yıllardır “12 Eylül’de devlet bizi kullandı. Biz bu oyuna gelmiyoruz” söylemiyle sokaklardan çekildiği imajını yayan ülkücüler bugün de “kaosu, Türk-Kürt kavgasını engelliyoruz” diyor. 2005’te dört bir tarafı bayrak mitingleri sarmışken Trabzon’da F tipleriyle ilgili bildiri dağıtan TAYAD’lıların bayrak yaktığını, Öcalan posteri açtığını söyleyerek dakikalar içerisinde yüzlerce kişilik bir linci organize eden faşist kadrolar da ‘halkı esas biz durdurduk’ diyordu.
Faşist saldırganlığı önlemenin ve bir 7-8 Eylül’ün daha yaşanmamasını sağlamanın yolu istikrarlı bir antifaşist hareketi örmekten geçer. Son on yılda birçok faşist linç eylemi yaşandı. İşçi sınıfı mücadelesinin içinde güçlü bir antifaşist hareketin eksikliği söz konusu linçleri tekrarlanabilir kılıyor, ‘milliyetçi refleks’ olarak normalleştirilmesinin önüne geçilemiyor. Faşist eylemler kolaylıkla unutuluyor ve tekrarlandığında yeni bir durummuş gibi şaşkınlıkla karşılanıyor. Oysa ne mevsimlik işçilere ne de sokakta Kürtçe konuşanlara dönük faşist şiddet yeni. Özellikle Kürt sorununda savaş politikalarının uygulandığı ve çözümün tıkandığı dönemlerde faşist saldırılar dozunu arttırıyor. Kurt savaştan besleniyor.
2008’de başlayan Oslo sürecinin sona ermesinin ardından, 2011’de yine çözüm sürecinin tıkandığı dönemde Kürtlere yönelik pek çok faşist saldırı gerçekleştirildi. Türkiye İnsan Hakları Vakfı Dökümantasyon Merkezi’nin hazırladığı 2002-2013 arası linç eylemleri raporundaiii özellikle Kürtlere dönük saldırılarda çözümsüzlük siyasetinin yürütüldüğü dönemlerdeki açık dalgalanma gözlenebiliyor. Anadolu kentlerinde Kürt mevsimlik işçilere ve inşaat işçilerine, genel olarak da üniversite öğrencilerine odaklanan saldırıların sonunda failler asla cezalandırılmıyor, çoğu kez saldırının ardından Kürtler bölgeyi terk etmek zorunda kalıyor, genellikle saldıranlar değil mağdurlar kendilerini polis sorgusunda buluyor. Saldırganların inşaat işçisinden rahatsız ‘vatandaş’ değil örgütlü ülkücüler olduğunu anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Taksim’de poşu taktığı için boğazı kesilen gençten, Kürtlerin yakılıp yıkılan ev ve işyerlerine, ülkücülerin kaçırıp kırbaçla, falakayla işkence yaptığı öğrenciye kadar pek çok olay devletin göz yummasıyla ‘malum’ kadrolarca gerçekleştiriliyor. Faşist şiddetin sadece Kürtleri değil Müslüman olmayanları, transları, solcuları, işçileri de hedef aldığını unutmayalım.
MHP değişti mi?
MHP’yi 12 Eylül öncesiyle kıyaslayıp bugünkü durumu bir ‘değişim’ olarak tanımlamak yanlış olur. Yukarıda özetlenmeye çalışıldığı gibi Ülkücü faşist harekette ideolojik bir değişim ve dönüşüm sürecinden bahsetmek söz konusu değil. Bu yanılsamanın oluşmasına neden olan, Türkiye siyasetinin kendisinde yaşanan değişim ve faşizmin karakterine dair yaygın kafa karışıklığı.
Bugün dünya sermayesinden ve uluslararası sermayenin kurumlarından ‘ayrı düşmeyi’ göze alamayan Türkiye egemen sınıfının öncelikli talebi siyasî ve ekonomik istikrar. Egemen sınıf faşizmi elinde bir kart olarak tutmaya devam etse de, bugün o kartı kullanmayı işlevli görmüyor. Faşizm siyasal alana sermaye lehine şiddetli bir müdahale anlamına gelse de, diğer yandan özellikle kapitalist kriz koşullarında küçük burjuva ve kısmen de olsa proleter kitlelerin tepki ve öfkelerini yansıtan bir kitle hareketidir. Bu anlamda faşizm doğuşundan itibaren içsel bir gerilimle damgalanmış bir siyasal akımdır. Bu gerilim, onu sermaye açısından hayli riskli bir seçenek haline getirir. Geleneksel devlet mekanizmalarının sınırlarını aşan faşist kitle terörü, sermaye düzeninin devam ve istikrarı açısından kontrolsüz bir duruma yol açabilir. Tam da bu ihtimal nedeniyle faşizm, egemen sınıf için ciddi bir kumardır. Sermaye ancak egemenliğinin ciddi bir tehdit altında olduğu çok özel koşullarda bu kumarı oynamaya cüret edebilir.
Önemli olan bu kumar oynanmadan faşizmi engelleyebilmek, ‘yılanın başını küçükken ezmek’, faşistlerin örgütlenmesine, propaganda yapmasına, kendilerini meşru göstermelerine geçit vermemek.
i Okuma listesinde başlıca isimler Türkeş, Ziya Gökalp, S. A. Arvasi, Nihal Atsız, İbrahim Kafesoğlu vb.
ii Kavgam’ın Türkiye’de basılması ve satılması Bavyera hükümetinin yayınevlerine açtığı davaların sonucunda 2007’den beri yasak. Bazı kitapevleri satış yapmaya devam ediyor. Yayın hakları süresinin sona ermesiyle birlikte 2016’dan itibaren Almanya’da Kavgam’ın yeniden basılabileceği tartışılıyor.
iii Türkiye’nin Linç Rejimi, Tanıl Bora, Birikim Yayınları, 2014.