Günümüzde hemen hemen her konuda karşımıza çıkan bir hukuk/hukuksuzluk tartışması ile karşı karşıyayız. Bu tartışma daha çok mevcut siyasî iktidarın ve hatta bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözlerine, pratiklerine yönelik bir tartışma. Sık sık hukukun bugün daha önce hiç olmadığı kadar ayaklar altına alındığı, AKP’nin ülkeyi hukuksuzca yönettiği, hükümetin kendisinin bile hukuk bağlamında gayrımeşru olduğu, Cumhurbaşkanı’nın neredeyse her sözünün ve yaptığının hukuka aykırı olduğu söyleniyor. Konuyu İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, “Uluslararası Hukuk” ve “İnsan Hakları Hukuku” alanlarında çalışan ve dersler veren Prof. Turgut Tarhanlı ile konuştuk.
Arife Köse: Hukuk/hukuksuzluk derken neyi kastediyoruz ya da kastetmeliyiz?
Turgut Tarhanlı: “Hukuk” ile başlayalım. Hukuk, ahlâk değildir. Ama sadece bir yasalar toplamı da değildir. Böyle bir başlangıçta bulunmamın nedeni, özellikle son yıllarda, bir ahlâkçı “doğruluk” atağıyla karşı karşıya olmamız. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da. Bunun en vahim sonuçlarından biri, “hakların öznesi” ya da “hak sahibi” insan konumlandırması yerine, “iyi” ya da “kötü” insan yakıştırmalarıyla dolu bir ilişkiler ortamının doğması. Bu sadece hukuk ile sınırlı da değil, siyasetin de bu minval üzerinden yürütülüyor olması bir başka olgu; bir “iyiler” ve “kötüler” çarpışması şeklinde. Hatırlarsanız, dindar George W. Bush da aynen böyle bakardı dünya sorunlarına ve o politikanın semerelerini bugün, bu bölgede hep birlikte tadıyoruz.
Hukuk derken, bunun, mevcut konumumuzu, ilişkilerimizi, düzenimizi ileride bir şekilde ulaşılabileceğimiz ya da bunun, geçmişte bir şekilde var olduğu faraziyesine dayanan, idealize edilmiş bir kurguya bağlı ve bugüne ölçü kabul edilecek, muhayyel bir tasarım olarak düşünmüyorum. Bugünü ve ilişkilerimizin nasıl kurulduğunu önemsiyorum, vurgulamak istiyorum. Hukuk ya da ilişkilerimizi içinde kurup geliştirmeyi istediğimiz normatif bir düzenin varlığı, siyasî ilişkilerle, öyle bir ortam içinde şekillenir. Başka bir ifadeyle, ilişkilerimizin (birey-birey, birey-toplum, birey-idare, toplum-devlet, devlet-devlet, ulusötesi anlamda toplum-toplum) geometrisini nasıl belirleyeceğimizle ilgili bir meseledir hukuk. Bu nedenle siyasî bir karakteri içinde barındırdığını yadsımak olanaksızdır. Elbette sadece siyasî partilerden ibaret bir oyun alanından söz etmiyorum. Toplumsal dinamizmin kendi doğurduğu aktörlerinin katılımıyla da gerçekleşen bir ilişkiler ortamıdır bu.
Bu noktada, Türkiye’de, miras aldığımız kıvamı ağır bir tortu var: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aktarılmış resmiyet kalıpları ve Cumhuriyet’in bunlara karşı bir söylem inşa etme çabasında hukukun operasyonel bir aygıt olarak kullanılması; Cumhuriyet’in kuruluşundan önce ve sonra, geçen zaman zarfında birikmiş ve yüzleşilmemiş insanî sorun kümelerinin hukuk ile tanımlanmasına mesafeyle yaklaşım; her defasında, darbelerle ilan edilen bir “yeniden inşa” hedefinin doğurduğu sonuçlarda, araçsallaştırılmış “hukuk” mekanizmalarının kurulması ve hatta, bunların adeta sabit ve ebedî kılınmaya çalışılması birer olgudur. Bu duruma yol açan, belki biçimi ve tarafları değişse de, hâlâ devam ettiğini söylemenin mümkün olduğu bir siyaset tarzı ve o bağlamda kurulmaya çalışılan bir ilişkiler geometrisi bu durumu daha da ağırlaştırıyor. Bunun en somut ve etkili delili, halen yürürlükte olan askerî dönemin anayasasıdır. Ve onun kurduğu düzen anlayışı ve ideolojik aygıtların, askerî vesayete muhalif siyasî çevrelerin bile tereddütsüz giydiği bir kıyafet olması halidir. Dolayısıyla, bu yükün ortadan kaldırılması çok önemli.
Nasıl bir yük bu?
12 Eylül yönetimi parlamenter demokraside uyumlu bir çalışma ortamları içinde olması beklenen devlet organları içinde yasama, yürütme ve yargı organları arasından yürütmeyi aldı ve onu diğerlerinden biraz daha yukarı çıkardı. Dolayısıyla yürütmenin, diğer devlet organları karşısında asimetrik olarak daha üstün bir konumda ve güce sahip olduğu bir devlet teşkilatı kuruldu. Örneğin bugün, Türkiye’deki başkanlık tartışmasının altında yatan ve zaten güçlü olan yürütmeyi bu sayede daha da güçlendirme tartışmasını da böyle bir ideolojik tercihin tezahürü olarak görüyorum. Dolayısıyla bugünkü tartışma, devletin bütün organlarının birlikte uyum içinde çalışacağı bir rejim mi, yoksa 12 Eylül anayasasının öngördüğü modeli daha da konsolide etmek mi arasında yaşanan bir gerilime dayanıyor. Bu noktada çelişkili bir durum ile karşı karşıyayız. Çünkü iktidar partisi ve ona yakın yorumcular hem 12 Eylül anayasasında öngörülen bu sistemin daha da güçlendirilmesini savunuyorlar hem de bu ülkede yaşanmakta olan inanılmaz bir değişim ya da bir “ihtilâl”den ve hukukun bu bağlamda nasıl bir anlam kazanması gerektiğinden dem vuruyorlar.
“İhtilal” ve “hukuk” derken neyi kastediyorlar?
Burada, esasen, mevcut hukuk düzeni ve kurumları karşısında, AKP’nin 13 yıllık iktidarıyla gelişen bir değişime vurgu yapan ve bunu bir “ihtilal” metaforuyla ifade etmeye çalışan bir yorum var. Dolayısıyla, “ihtilal”in, mevcut düzene rağmen kendi hukukunu yaratması şiarı anlayışla karşılanmalıdır. Bu, her tür karşı söylemden azadedir; hatta böyle kabul edilmek zorundadır. Yürütmenin başında Cumhurbaşkanı olacak şekilde, bu makamın, yasama ve yargı karşısında, mevcut sistemden de daha üstün bir güce sahip kılınmasından söz ediliyor. Bu bakışta, özellikle yargıya karşı bir güvensizlik belirgin bir nedendir. Bunda, yargının geçmiş yıllardaki bazı davranış ve uygulamalarının etkisi olduğunu düşünebiliriz. Öte yandan yargı, yürütme dışında bir erk ve bu nedenle ayak bağı oluşturabilir. Bu yaklaşım eskiden de vardı. Mesela Süleyman Demirel, “Şu kır atı üç taydan kurtaramadık” derdi. Bahsettiği Adalet Partisi’nin simgesi olan kır attı. “Üç tay” dediği ise, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’dı.
Ama bugünmesele, yargının demokratik bir tercihle “üçüncü taraf çözümü” sağlama işlevinin bizatihi kendisinin sorgulanması halini aldı. Mesela son birkaç yıldır, devletin malî denetimiyle ilgili Sayıştay raporlarının Meclis’e sunulması ve açıklanması bir sorun oldu. Yargının, genel olarak, yasal değişikliklerle yürütme gölgesini daha fazla hissedeceği bir konuma getirilmesi genel bir manzaradır. Türkiye yargısı uzun süre, özellikle 2000’li yılların ortalarındaki o çatışma ortamında, yani AKP’nin iktidarının ilk döneminin sonlarına gelinme aşamasında, Cumhurbaşkanlığı seçimi meselesinde olsun veya AKP’ye karşı açılan kapatma davasında olsun, militan bir tavır içinde bulundu ve bu ilişkileri çok keskinleştirdi. Fakat buna karşı gösterilen tepki de, geçmişten gelen mirasın, askerlerin tasarladığı anayasal düzen mirasının, gene o yönde ve aynı tonda fakat daha da güçlendirilmesi biçiminde bir doğrultu izledi. Dolayısıyla hukuk ve hukuksuzluk konusunda birinci mesele, Türkiye’nin gerçek bir demokrasi olması için, Anayasa’ya ve yasalara normatif olarak yansıyan bu mirasın yükünden ve uygulanagelen faydacı ve hukuku araçsallaştırmaya meyleden bu politikaya karşı ne yapılması gerektiğidir. İkinci mesele ise, buna karşı, adeta bir muhalif dil gibi ortaya çıkmış görünmekle birlikte, aslında geçmişin mirasını muhalefetin bir enstrümanı ya da dili gibi kullanmaktan geri durmayan milliyetçi zihniyet ya da politik davranışla nasıl başa çıkılacağı meselesidir.
Sizin bu noktadaki öneriniz nedir?
Ben bu noktada demokratik bir bakışın ön planda tutulması gerektiğini düşünüyorum. Demokratik bakış derken, tekilcilik değil ama çoğulculuk halinin tanınması ve önemini vurgulamaya çalışıyorum. İkincisi, içe kapalılığın değil katılımcılığın yükseldiği bir ortamın güçlendirilmesi; üçüncüsü, bundan önceki iki başlıkta, yani hem bir çoğulculuk hâli hem de katılımcılığın, hak tanımları ile güçlü kılınmış olduğu, bunları tanıyan temel çerçevenin haklarla tanımlandığı, bu alandaki temel davranışların ve ilişkilerin gene haklarla belirlendiği bir düzenin önemini vurgulamaya çalışıyorum. Dolayısıyla hukukun güvencesinde bunun gerçekleştirilebilmesine imkân tanıyabilen bir siyaset ortamında, bu değişikliklerin tartışılması gerektiğini düşünüyorum.
Hukukun böyle bir siyaset ortamına katkısı nasıl olabilir? Ne yapmak gerekir?
Meclis’te 2011 yılında Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmaları başladığı tarihlerde, benim de dahil olduğum bir çalışmada, anayasa değişikliğinden önce bir yol temizliği yapılmasını önermiştik. Bu, ifade özgürlüğü, toplantı ve barışçı gösteri yapma özgürlüğü, örgütlenme (siyasî örgütlenme dahil) özgürlüğü, seçim kanunları ile ilgili bir “yol temizliği” yapılmasıyla ilgiliydi. Bu öneri başkalarınca da savunulmuştur. Mesela, Prof. Ergun Özbudun bu yaklaşımı “güven arttırıcı önlemler” olarak nitelemiştir.
Bunlar kanun değişiklikleridir, anayasa değişiklikleri değildir. Dolayısıyla bu konuda bir değişiklik yapmak zor değildir; Meclis’te oturuma katılanların çoğunluk oyu ile kabul edilebilir. Bu sayede hedeflenen, daha büyük bir değişikliğin yani anayasa değişikliğinin, daha çoğulcu ve katılımcı ve bunun haklarla korunma güvencesi altında bir ruhla gerçekleştirilebilmesidir. Ama bunun yapılmamasının (dolayısıyla o otoriter mirası korumanın) sağladığı kısa vadeli siyasî fayda ve menfaati kullanmaya odaklanmış bir siyasî davranış karşısında bulunuyoruz. Zira bu miras, maalesef o normatif çerçeve içinde elde edilen gücün sahiplerini asimetrik ya da eşit fırsatlara sahip olmaktan uzak bir oyunun üstün oyuncusu olmasını mümkün kılıyor.
Örneğin seçim yasası, değil mi?
Öyle. Yıllarca, herkes diğer tarafa yürüyerek rahatlıkla geçerken, Kürtlerin kurduğu siyasî partiler, meşhur ülke barajını aşıp öbür tarafa geçmek için, adeta sırıkla atlama misali, olağanüstü bir çaba göstermek zorunda kaldılar. Dolayısıyla bu durum, çoğulculuk hâli bir yana, çoğunlukçuluğa dayalı bir güce sahip olanın, siyasî rakipleri karşısında kendi pozisyonunu tahkiminden başka bir anlam taşımadı. Haziran seçimlerinde HDP’nin ülke barajını aşmasıyla, bu absürd durumla tüm çıplaklığıyla yüzleştik. Yani o bariyer kırılmış oldu. 12 Eylül döneminde katılımcılığı ve çoğulculuğu sınırlamak amacıyla konulmuş bir bariyerin toplumsal, siyasî muhalefetle aşılmış olması demokratik bir anlam taşır. Bu durum, seçimlerdeki meşruiyeti güçlendirmesi bakımından değerlidir. Ayrıca, belki doğrudan bir geçmişle hesaplaşma olarak görülmese de, geçmişle yüzleşme açısından, geçmişin getirdiği o siyasî/hukuki külfetin üzerinden aşılabileceğini göstermesi, cesaretlendirmesi bakımından önemlidir.
AKP sürekli kendisine ve hatta doğrudan Erdoğan’a yönelik geniş bir tehdit cephesi tanımlıyor ve elini kolunu bağlayan şeyin işte bu tehditler olduğunu iddia ediyor. Bunu, aldığı mirası aşamamasının önündeki en büyük engel olarak da anlatıyor. Siz buna katılıyor musunuz?
Bence bu noktada, çoğulculuktan çok tekilci bir yaklaşımın ön plana geçtiği ve iktidar partisinin gitgide devletle özdeşleşmesi durumu ile karşı karşıyayız. Bunu son kongre sonrasındaki değerlendirmelerinde Başbakan da söyledi. “Bugün AKP Türkiye’dir ve AKP’nin zayıflaması Türkiye’nin zayıflaması anlamına gelir” mealinde bir görüştü bu. Bence bu vahim bir yorumdur. Biliyorsunuz, “parti devlet el ele” şiarı yabancısı olduğumuz bir durum değil. Şimdi savunulan da yine bu. Bugün, 12 Eylül ve onun getirdiği ağır yükten kurtulmanın mücadelesine çalışırken, 1980’den bile 40-50 yıl geriye giden bir zihniyet ve politik bir hedefle mi karşı karşıyayız? Bunun göstergeleri, korkarım, gitgide artıyor. Tabii, bu yaklaşım içinde, bugün karşı karşıya olduğumuz Kürt meselesi ve onun doğurduğu bazı anayasal ve yasal değişiklik meseleleri nasıl yer alabilecek, bu başlı başına bir soru işaretidir. O bakımdan, şu sırada söz konusu olan, miras alınan ve savunulan siyaset/hukuk ve bunun doğurduğu yükün dışında, onu daha da konsolide etmeye çalışan bir politika ve yürütme biçimidir.
Bana hep hukuk güç ilişkilerine fazlasıyla bağlı bir alan gibi gelmiştir. Hukuktan tam olarak ne beklemeliyiz?
Hukuk, başta dediğim gibi, bir toplumda, yani bir arada yaşama halinde, o bir arada yaşayanların birbirleriyle kurdukları ilişkilerin geometrisi ya da ilişkiler düzeniyle ilgilidir. Hukuka bu nedenle muhtacız. Ama elbette iş bu kadar basit değil. Zira o bir arada yaşama geometrisinin tanımında ve belirlenmesinde, hukuk dışı birçok faktörün de etkisi var. Güç ilişkileri meselesini kastediyorum. Her zaman güçlü olanın kendi tezini dayatması ve bunun hukuk haline gelmesini sağlamaya çaba göstermesi olasıdır. Ama o mücadele, o var olma hâli, biraz önce temas ettiğim çoğulculuk, katılımcılık ve bunların hak tanımı üzerinden kurulduğu, kurulmaya çalışıldığı ya da buna dair tanımların, yapıların ve usullerin varlığını önemseyen bir ilişkiler ortamında bulunup bulunulmadığıyla da ilgilidir. Bu, elbette, eşit fırsatlara sahip kılınmakla birlikte yürümesi gereken bir çabadır.
Ama bu bağlamda, her öznenin sadece kendisini değil, karşısındakini de, bu denklemin kurulması sürecinde var olması için verilecek mücadelede tanıyor ve reddetmiyor olması gerekir. Bugünlerde, basında Tarık Ziya Ekinci ile yapılmış bir söyleşi vardı. Malûm, bir aydın ve Kürt siyasetinin önemli isimlerinden biridir kendisi. Ekinci, son günlerin şiddet olaylarının protesto edilmesine yönelik Ankara’da düzenlenen “Teröre Hayır, Kardeşliğe Evet” sloganının dillendirildiği yürüyüşle ilgili olarak şöyle diyordu: “Kürtler hiç kimsenin kardeşi olmadıkları gibi, kimseyle kardeş de olmak istemezler. Onların istediği eşit haklı vatandaşlıktır.” Ben falancayla kardeş olmak istemeyebilirim, ama onunla birlikte yaşayabilirim. Zaten altının çizilmesine çalıştığım o çoğulculuk hâli de, özü itibariyle böyle bir çerçeveye sahiptir. Neden bu aile bağı üzerinden tanımlama çabası?
İşte bu durumda, vurguladığım o hak meselesi gündeme geliyor. Sizin tezleriniz şu ya da bu olabilir, ama başka tezlere sahip başka aktörler de var. Dolayısıyla onların tezlerinin de duyulabilir olması meselesi bir çoğulculuk durumunu önemsemeyi, dikkate almayı, dolayısıyla katılımcılığı da içerir. Bunun bir hak olarak tanınması, tanımlanması ve korunması; bu üçlü bileşkenin ortaya konulmasını, bunun gerçekleştirme çabasını ve hedefini ifade eder. Bu bir hukuk yaratır. Dolayısıyla hukuk, bir toplumdaki ilişkilerin sadece güçle değil, gücün ayırdında olan, gücün doğurduğu fiilî ya da yasal olabilen asimetriyi gören, bilen, fakat onun belirleyici olmasını da önleyen bir zihniyetle oluşturulmaya muhtaç bir meseledir.
Hukuksuzluğu ise, bu tablonun tamamen karşıtı bir karakterle açıklamak mümkün olabilir. Yani çoğulculuk değil teklik, katılımcılık değil benmerkezcilik ve dolayısıyla, kategorik hak tanımları değil güç ve güçlü olanın “hukuku”. Son zamanlarda, iktidar partisi temsilcilerinin telaffuz etmeye başladığı bir terimi, bu söylediklerim bağlamında ibret verici buluyorum. Bu, kendi partilerinin istikbalini takdimen, “hâkim parti” deyişinin seslendirilmesidir. Bu bir hukuk referansı değil, yalın bir güç referansıdır. Siyasette güç vardır, bunu reddetmiyorum. Ama o gücün sahiplerinin ya da güçsüzlerin o siyaset ilişkisi içinde demokratik bir anlamda nasıl yer aldıkları, nasıl bir hiyerarşiyle konumlandıkları ya da nasıl hizaya getirilmek istendiği bağlamında bir “güç” referansı başka bir şeydir. Ve bu kapıdan “hukuksuzluğa” geçilmesi hiç zor değildir.
İktidara yakın köşe yazarları sizin bu söylediklerinizi dile getirenlere “siz aslında katılaşmış bir devlet yapısının ilkelerini savunuyorsunuz. Siyaset böyle oynanmaz. Siyaseti serbest bırakın” diyorlar. Siz buna ilişkin ne dersiniz?
Tamam, güzel, ama burada “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” gibi bir durum söz konusu değil ki. Mesela, kamyonlar dolusu insanla gelip bir gazeteyi basmak siyaset değildir, açıkça kaba güç kullanmaktır. Siyasette gücün tabii ki rolü var ve her siyasâ aktör de tanımlı bir güçlenme hedefi içinde hareket eder. Ama bunu gerçekleştirirken, diğer aktörleri yadsımadan, dışlamadan, onların varlığını tanıyarak ve kabul ederek, o tanımlı siyasî güç ilişkileri içinde bulunmak zorundadır. Bu yoksa, orada kurulmaya çalışılan ilişkilerin de meşruiyeti kaybolur. Çünkü sınırsız gücün hâkim olduğu ve belirlediği bir durum ne hukukîdir ne de meşru.
Yıllarca, Türkiye’de Silahlı Kuvvetler böyle bir konumdaydı. Her ne kadar bir zamanlar bir Genelkurmay Başkanı mealen “biz de bir sivil toplum örgütüyüz” dese de, diğer sivil toplum örgütleri karşısında bu kadar üstün bir güce sahip olan bir örgütün öyle tanımlanması herhalde tartışmayı dahi abes kılan bir gerçeklikti. Bugün de Türkiye’deki temel mesele, bu güç ve hukuk geriliminde ve buna bağlı siyasî/hukukî tasarımlarda, gücün (ama her türlü gücün) bir hukuk düzeni, bir normatif düzen içinde nasıl yer alması gerektiği ile ilgili bir soru işareti olarak kendini gösteriyor.
Bu noktada da karşımızda ‘millî irade’ argümanını görüyoruz sanırım. AKP millî iradeyi temsil ettiğini ileri sürüyor.
Bir ülkede belli aralıklarla, demokratik standartlara uygun olarak, siyasî iktidarı belirleyecek seçimlerin düzenleniyor olması çok önemli bir değerdir. Seçimler sonucunda en fazla oyu alabilirsiniz ya da alamazsınız. En fazla oyu almanız ve hatta tek başınıza iktidar olmanız belli bir gücü temsil ettiğiniz anlamına gelir. Ama bu güç, her şeyi yapmaya mutlak olarak kadir olduğunuz anlamına gelmez.
Kendi politikalarınızı yerine getirme konusunda, siyasî ya da toplumsal cephede buna karşı olabilecek muhalif unsurların varlığından çok fazla hazzetmiyorsanız, yukarda temas ettiğim güç sorunuyla karşı karşıya kalınır. Bugün Türkiye’de “millî irade” terimi ikinci bir anlama daha evsahipliği yapıyor. Zira Cumhurbaşkanlığı makamında, doğrudan halkın oyuyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanı var. Ve o konuda da, bu kavramla donanmış bir yetki -ve güç- iddiası çok sık kullanılmaya başlandı. Bu, siyasî bir tartışmaya konu olabilir, ama asıl konu Anayasa’da tanımlanmış kurumların sahip oldukları yetkilerse, yani hukuku tartışıyorsak, hukukun tanımadığı bir yetkinin var kabul edilmesi ya da farzolunması gibi bir beklenti içinde olmak, “hukuk devleti” ilkesini şiar edindiğini ilan eden Anayasa hükmüne sahip bir ülkede tartışılması bile hafife alınamayacak ağırlıkta bir meseledir. Zira hukuk devleti ilkesi varsa, fiili durumlara yer yoktur.
Millî irade meselesi seçimlerle sınırlı olarak tartışılacaksa, hükümeti kurmaya yetecek düzeyde Meclis çoğunluğunu elde eden bir siyasî partiye yönelik olarak halk tarafından böyle bir teveccühün ortaya konulduğu söylenebilir. Ve bunu yerine getirme konusunda bir güç kazandığı da doğrudur. Ama bu “sınırlı” bir güçtür. Önce, belirli bir dönemle sınırlı ve daha önemlisi, hukukla sınırlı. Demokrasilerin yazılı ya da yazısız ölçülerinin başında, iktidarın hareket alanının bir denge ve denetim içinde tutulmasının hayatî önemi gelir.
Bir süre önce, ünlü bir Amerikalı siyaset bilimi profesörüne İstanbul’daki bir konferansının ardından, “mecliste mutlak çoğunluğu elde etmiş bir siyasî parti, siyasî ve toplumsal bir mutabakat olmamasına rağmen, tek başına bir anayasa hazırlayabilir mi” diye sorulmuştu. Ve bunun olabilmesi için gerekli ve yeterli oya dair yüzde koşulunu açıklaması da istenmişti. Cevap, “Yüzde 101 oy alması gerekir” idi. Yani böyle bir şey olmaz. Tabii, ancak bir demokraside ve hukuka uygun davranan, meşruiyet kaygısı olan bir toplumda olmaz; yoksa hukuku fiilî durumlara uygun kılma maceralarında değil. Böyle durumlarla da karşılaşıyoruz. Fakat bunlar neye yol açıyor? Süregelen sorunların veya üstesinden gelinmeye çalışılan meselelerin süresini uzattığı gibi, maddî ve manevî yükünü de arttırıyor, derinleştiriyor. Bu tehlikeye karşı, barışçı yollarla dile getirilecek tepkiler ve protesto hakkı sadece demokrasilerin hukuk düzenlerinde değil, bir uluslararası insan hakkı olarak, uluslararası hukukun da temel standartları arasında kabul edilir. Türkiye’de Gezi Parkı protestolarının mantığını bu açıdan da okumak mümkündür.
Nokta dergisine kapağından dolayı yapılan baskını düşündüğümüzde, AKP’nin hukuksuz uygulamalarının en çok dikkat çektiği alanların başında medya geliyor. Köşe yazarları hedef gösteriliyor, gazeteler basılıyor, Kürt sorunu ve savaş hakkında haber yapan gazeteciler doğrudan ‘terörist’ olarak yaftalanıyor. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Bugün Türkiye’de özgürlüklerin kullanılmasından çok, adeta ‘özgürlüklerin tahrip edilmesi özgürlüğü’ (freedom to destroy freedom) gibi bir özgürlük iddiasındaki aktörlerin sesi daha fazla duyuluyor. Özellikle, kamuya mal olmuş belli siyasî şahsiyetlerin, şöhretlerine yönelik bir saldırı olmaksızın, sadece eleştirel düşünceyi açıklama özgürlüğüne konu olmaları bile, sınırlayıcı bir müdahaleye maruz kalabiliyor. Bu tablo, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 1970’lerden beri istikrarla uyguladığı ifade özgürlüğü yaklaşımıyla neredeyse taban tabana zıt bir durum. Ve Mahkeme’nin de o tarihlerden beri savunduğu gibi, asıl ifade özgürlüğü, herkesin benimseyip kabul ettiği fikirlerin dillendirilmesinden çok, şaşırtıcı, sarsıcı, zorlayıcı, hatta şoke edici bazı ifade açıklamalarının ortaya konulmasıyla ilgilidir.
Nokta dergisi ilk yayına başladığı yıllarda, 1980’lerin ortalarında, YÖK’ün mimarı ve ilk başkanı Prof. İhsan Doğramacı’yı koymuştu kapağına. Doğramacı o fotoğrafta, pantolonunu indirmiş ve tuvalette oturur gibi yer alıyordu. Klozet olarak da, İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki tarihî giriş kapısının görseli kullanılmıştı. Kısacası, yeni kurulan YÖK düzeniyle ilgili bir eleştirel grafik tasarım ve ifade vardı. Onun hakkında da dava açılmıştı, ama beraatle sonuçlandığını hatırlıyorum. Derginin o yıllardaki kapak tasarımları genellikle böyle etkileyiciydi. Şimdi SALT Beyoğlu’nda, o günlere dair kapsamlı bir sergide, derginin 1980’lerdeki kapak tasarımları da topluca sunuluyor. Aktardığınız son vakada, derginin dağıtıma çıkmadan önce toplatılması gibi bir uygulamadan söz ediliyor. Bu daha da vahim bir durum. Hakarete varmayan fakat eleştiri içeriğine sahip nitelikte ifade açıklamaları korunmuyorsa, o zaman ifade özgürlüğü zaten buharlaşmış sayılır. Türkiye’de bugün AİHM standartlarıyla uyumlu bir ifade özgürlüğü olduğunu düşünmüyorum.
İktidarın canının istediği gibi davranma gerekçelerinden bir diğeri de kamu düzeni. Bunu son olarak Cizre’de gördük. Kamu düzenini sağlamak adı altında insanlar öldürüldü, sokağa çıkma yasağı ilân edildi. Kamu düzeni bu tür davranışların gerekçesi olabilir mi gerçekten?
Türkiye’de, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca karşı karşıya kaldığımız bir mesele bu. Ama her seferinde o “kamu düzeni” ya da “kamu güvenliği” kazanının içinde kaynatılan malzeme değişiyor sadece. Daha eskiden bu kazanın içinde komünizm olurdu, anarşi olurdu, şeriatçılık olurdu; şimdi çoğunlukla “terörizm”, “darbe”, vs. var. Yani iç malzemesi değişmekle birlikte, böyle tanımlanan bir “üstün yarar” ve dolayısıyla hak ve özgürlükleri gölgede bırakmaya elverişli bir “üstün değer” tanımı politikaları varlığını sürdürüyor.
Ancak bunu gene demokratik toplum değerleri açısından düşünürsek, kamu düzenini bozma sonucunu doğuracak eylemler söz konusu olabilir ve bunlara uygun şekilde müdahale düşünülebilir. Ancak bu durumda dahi temel soru şu olmalı: “Nasıl?” Çünkü demokrasi tarafında duranların sorması gereken öncelikli soru budur. Yoksa “Ne?” sorusu değildir. Böyle yaklaşıldığında, Cizre’deki “Nasıl?” sorusunun cevabını tam olarak bulamıyoruz. Yani hep bir büyük beladan söz edildiğini, bir büyük kamu düzeni tehdidinden söz edildiğini görüyoruz. Fakat bununla nasıl baş ettiğinizi ve neden o sivil olduğunu söyleyen, yanıp yakılan çocukların, ailelerin, yaşlı insanların, engellilerin ölümüyle karşı karşıya kaldığımıza dair doyurucu cevaplar alamıyoruz. “Hayır, biz yapmadık” denilebilir. Bu durumda, bu cevabın gene “Nasıl?” temellendirildiğini görmek gerekir. Bunun kanıtları, adli raporları nerededir? Dolayısıyla bir şeffaflık ihtiyacı var. Bu olmayınca, hak ihlâlleri manzumesi ile karşı karşıya kalma kuşkusu gitgide büyür.
Türkiye’deki bir diğer durum ise şu “özgürlük-güvenlik dengesi” kalıbı. Mesela “İç Güvenlik Yasası” diye anılan yasanın gerekçesinin hemen ilk paragrafında bunu görüyoruz. Çözüm Süreci’ne dair farklı düzenlemelerde de vardır. “Özgürlük-güvenlik dengesi”nden söz ettiğinizde şöyle bir algı yaratmış veya bir mesaj vermiş oluyorsunuz: Her özgürlük aynı zamanda potansiyel bir güvenlik tehdididir. Ama hukukta, insan hakları hukukunda böyle bir şey yok. Yani siz özgürlüğünüzü kullanırken, o bir güvenlik tehdidine neden olma haline dönüşüyorsa, zaten o eylem bir özgürlüğün kullanımı olmaktan çıkmış demektir. Olması gereken, bir olgunun teşhisiyle ilgili bir durumdur. Yoksa bir önyargı ya da bir kalıp yargının gölgesi altında, tüm özgürlüklerin açıkça damgalaması değildir. Özgürlük, “özgürlük-güvenlik dengesi” gibi bir terazinin dışında, kendi hukukî standartlarına paralel bir çerçeve içinde tanımlanmayı ve uygulanmayı gerektirir.
Özgürlüklerin sınırlandırılması kural değil, istisnadır; o da, sınırlandırılmaya uygun bir karaktere sahipse. Zira bazı özgürlükler mutlaktır, hukuken hiçbir sınırlamaya tâbi tutulamaz. Halbuki bu “dengeci” bakışa göre, tüm özgürlüklerin sınırlandırılabilme olasılığı vardır. Bugün Türkiye’de karşı karşıya olduğumuz durum bence bunu gösteriyor. Şunu da eklemek gerek: bu “özgürlük-güvenlik dengesi” zihniyeti, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “terörle mücadele” kavramı ve politikasıyla yakından ilgilidir. Gerçekten böyle bir tehditle karşı karşıya bulunuyor musunuz; yoksa bu sizin, bir “terör söylemi” sayesinde elinizi güçlendirme politikalarınıza mı delalet ediyor? Bu argümanların hepsi ayrıca tartışmaya muhtaç meselelerdir.
Son olarak seçim ile bitirelim; bu seçime bir savaş ortamında giriyoruz. Geçen seçim de şefafflık ve güvenlik açısından çok tartışılmıştı. Hatta AGİT bir rapor yayımlamıştı. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim sürecine müdahale biçimi tartışma konusu haline gelmişti. Siz, 1 Kasım’da yapılacak seçimi fırsat eşitliği gibi açılardan açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu seçim öncekine göre daha zor geçecek gibi görünüyor. Bunun esas nedeni, maalesef yeniden baş gösteren şiddetin hem bu kampanyalarda hem de belki seçim sonuçlarıyla ilgili olarak da etkisinin olabileceği kaygısıdır. Cumhurbaşkanı, daha önceki seçimde olduğu gibi seçim kampanyalarına dahil olur mu, bilmiyorum. Ancak muhtarlarla görüşmeler dizisi ve toplu açılış programları, gene böyle bir fırsat sunabilir. Başlangıçtaki “hukuk” tartışmasını hatırlarsak, Cumhurbaşkanı’nın göreve başlarken anayasal olarak tarafsız kalmaya and içmiş olması değer verilmesi gereken hukukî bir referanstır. Bu nedenle, temel meselenin aslında gene hukuk değil fakat “güç” meselesinde odaklandığı bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Aslında böyle bir tartışmaya gerek bırakmayacak açıklıkta bir düzenleme var. Anayasa’nın, Cumhurbaşkanı’nın “görev ve yetkileri”ne ilişkin 104. maddesinde şöyle bir hükme yer verilmiş: Cumhurbaşkanı’nın, “Anayasanın ilgili maddelerinde gösterilen şartlara uyarak yapacağı görev ve kullanacağı yetkiler şunlardır”. Ve bunlar ayrıntılı olarak sayılmış. Bunlar arasında seçim kampanyalarında, bir parti ya da siyasî görüş lehine aktif olarak yer almak, bu tür yorumlarda bulunmak elbette yok. Çünkü bu makam, gene Anayasa’nın emredici hükümleri (Anayasa, Madde 101/son paragraf ve Madde 103) gereğince, tüm görev ve yetkilerin “tarafsızlık” ilkesine göre yerine getirilmesi gereken bir makamdır.
Buna karşı denilebilir ki, mevcut durum farklı değil midir? Yani doğrudan halkoyuyla seçilmiş bir Cumhurbaşkanımız var; ondan, öncekilerden daha farklı bir siyasî performans beklemek gerekmez mi? Bu bence, ancak geleceğe yönelik bir anayasa değişikliği tartışmasına konu olabilir, mevcut icraata değil. Bugün, önceki Cumhurbaşkanlarıyla mukayese edildiğinde farklılık gösteren tek husus, sadece Cumhurbaşkanı’nın seçilme yöntemiyle ilgilidir. Görev ve yetkilerini yerine getirmesiyle ilgili Anayasa ve yasalar düzeyinde bir değişiklik yapılmamıştır. Ve gene Anayasa’nın emredici bir hükmüne göre (Madde 6/son paragraf), “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” Bu hükme, yalnız sade yurttaşların değil herkesin ve elbette Cumhurbaşkanı’nın da uyması gerekir, beklenir. Aksi halde, Anayasa’da yer verilen, “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişkisi kesilir” (Madde 101) ve and içme metninde vurgulanan “…üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için var gücümle çalışacağıma…” şeklindeki hükümlerin anlamını ve hukukî etkisini nasıl açıklamak gerekir?