Heinrich Otto Wieland, yirminci yüzyılın ilk yarısında Almanya’nın en ünlü bilim insanlarından biri olarak uluslararası üne kavuşmasına rağmen, ilgi odağı olmaktan her zaman kaçındı. Bu nedenle, bugün modern biyokimyanın babası olarak kabul edilen Wieland 1927 yılında kazandığı Nobel ödülü bu yıl bir müzayedede satılırken düşük pey verilmesini de büyük ihtimalle onaylardı. Wieland’ın madalyasına sadece bir pey verildi ve madalya 395.000 dolara satıldı.
Bugün Wieland’ın ismini pek az kişi hatırlasa da, çalışmaları hem metabolizmanın hem de testosteron ve östrojen gibi hormonlar açısından son derece önemli biyolojik moleküller olan steroidlerin yapısı konusundaki modern anlayışımızın oluşmasında temel rol oynadı. Steroidlerin yapısının anlaşılması sayesinde zamanla doğum kontrol hapı gibi ilaçlar üretilebildi.
Wieland, Nobel ödülünü çok karmaşık bir steroid ailesi olan safra asitleri üzerine yaptığı çalışmayla kazandı. Kendisi de Freiburg Üniversitesi’nde tıp profesörü olan ve dedesiyle aynı ismi taşıyan Wieland’ın torunu, “Şimdi onun yaptığı çalışmaların çeşitli hastalıklar için üretilen pek çok ilaca nasıl kaynak olduğunu görebiliyoruz ve genetik araştırmanın gelişmesiyle artık streoid hormonlarının hücrede çok önemli etkiler yarattığını biliyoruz” diyor.
Wieland, kimya alanının tamamında neredeyse evrensel bir bilgiye sahip olabilen kimyacıların son örneğiydi. Laboratuvarını 1945’te yok eden Müttefik bombaları kariyerine son verdiğinde, geride kalan 30 yılda gerçekleşen atılımlar uzmanlaşmanın ve tek bir alana yoğunlaşmanın artmasına ve yepyeni bir alan olan biyokimyanın gelişmesine neden olmuştu. Sekiz yıl sonra James Watson ve Francis Crick DNA’nın yapısını keşfettiklerinde bu alan tüm dünyayı cezbedecekti.
Wieland’ın çalışmalarını yürüttüğü dönem, 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan ilaç şirketi zincirlerinin akademik araştırmaları yeni yeni finanse etmeye başladığı bir dönemdi. Bilim yeni ilaçlar bulmaya değil, çoğu zaman oldukça soyut olan sorunları çözmeye odaklanmıştı. Wieland’ın kendisi de kelebeklerin kanatlarındaki renkleri oluşturan pigmentlerden, dünyanın en zehirli mantarı olan Amanitaphalloides’un ölümcül zehrine, doğal varlıkları büyüleyici buluyordu.
Ancak bu dönemde dolgun ücretli üniversite kadroları çok sınırlı sayıdaydı ve Wieland, sonunda ona Nobel ödülü kazandıracak olan çalışmasının büyük kısmını, eşiyle evlenecek parayı bile bulamadığı, göreceli bir yoksulluk çektiği günlerde gerçekleştirmişti. İlk yüksek ücretli işine 1925’te girip Münih Üniversitesi’nde Kimya Profesörlüğü görevine getirildiğinde 48 yaşındaydı. Bu görevi ondan önce yürüten ünlü kimyacı Richard Willstätter tarafından aday gösterilmişti.
Willstätter 1915’te klorofilin yapısını keşfettiği için Nobel ödülü alan parlak bir bilim insanıydı, ancak Yahudi’ydi ve tüm itibarına rağmen 1920’lerin başında Münih’te yaşamak onun için giderek daha bir hâle geliyordu.
Wieland’ın torunu, “Willstätter’in Alman toplumu ve antisemitizm konusunda kesin görüşlere sahipti ve 1924’te Naziler henüz iktidara gelmemiş olsa da, neyin gelmekte olduğunu seziyordu” diyor. “Maddî olanaklı buna yeterli olduğu anda emekliliğini aldı ve İsviçre’ye göç etti.
Wieland, Willstätter’e her zaman büyük bir saygı gösterdi. Daha sonraları şöyle yazacaktı: “Bu zavallı adamın, ırkçılık yüzünden hayatı boyunca bu kadar çok acı çekmesini kahredici buluyorum.” Yaklaşmakta olan vahşeti anladığında, Wieland’ın kendisi de Nazi partisinden nefret etmeye başladı.
Wieland liberal, açık fikirli bir insandı ve her şeyi kendi bildiği şekilde yapmaya alışıktı. Gençliğinde katı Protestan bir şekilde yetiştirilmeye karşı çıkmıştı. Ailesi eş seçimini onaylamadığında, evlenmekten vazgeçmemişti. Onları düğününe çağırmamış ve sonrasında çocuklarını vaftiz ettirmeyi reddetmişti.
Wieland, Hitler rejimine karşı sessiz kalmamakta kararlıydı, derslerinde sık sık üstü kapalı siyasî şakalar yapıyordu. 1935’te halka açık bir konuşmasında, beynin lipitlerinde bulunan büyük miktarda fosfordan söz ederken “Bugünlerde Almanya fosfor eksikliği çeken bir ülke oldu” diye rejimi iğnelemişti.
Faşist selamı zorunlu hale getiren resmî düzenlemeden tiksiniyordu. Bir toplantı sırasında Wieland’ın yeni öğrencilerinden biri odaya girmiş ve “Heil Hitler” diye bağırmıştı. Wieland hemen odadakilerden özür dilemiş, “Bağışlayın. Bu genç adam daha dün geldi. Birkaç güne kalmaz, doğru şekilde selamlaşmayı öğrenir” demişti.
Willstätter’ın üniversite binasının lobisinde bulunan bronz büstünün 1938 yılında Kristallnacht (Kristal Gece) sırasında kırıldığını öğrendiğinde Wieland 1927’de Nobel ödülünü aldığı törenin ardından yapılmış olan kendi büstünün de derhal yıkılmasını emretti. Bu, Willstätter’la dayanışma göstermek için yapılmış bilinçli bir eylemdi ve tutuklanmasına neden olabilirdi, ama Wieland hem gizlice hem de açıktan Yahudilere destek olmak için yaptıklarıyla zaten çok daha büyük bir riske girmişti.
Wieland’ın torunu anlatıyor: “Münih’te kimya okumak için zor bir giriş sınavını geçmeniz gerekiyordu ve dedem okula giremeyen bir grup Yahudi öğrenciyi sınav yapmak için kendi evine çağırdı. Sınavı geçtiklerinde her birine birer tavsiye mektubuyla kendi cebinden bir miktar para verdi ve ‘Şimdi Amerika’ya gidip ortadan kaybolun’ dedi. Sonradan hepsi başarılı birer bilim insanı oldu.”
Wieland ülkeden kaçamayan birçok Yahudi öğrenciye kendi laboratuvarında çalışmalarını önerdi. Okumaya devam etmelerinin giderek zorlaştığının farkındaydı. Hatta Wieland yetkililerle şahsen görüşüp bu öğrencilerin kendisiyle çalışmasına izin verilmesinin araştırma çalışmaları için zorunlu olduğunda diretti.
Wieland, Yahudilerin toplama kamplarına gönderildiğine tanık olduktan sonra, Yahudi öğrencileri laboratuvarında, kilerde ve depolarda saklamaya başladı. Laboratuvarı sürekli gözetim altında tutulan Wieland bu durum ortaya çıkarsa tutuklanacağını veya daha kötüsüyle karşılaşabileceğini biliyordu. Kurt Huber isminde Münihli bir profesör 1943 yılında Beyaz Gül direniş grubuyla ilişkisi nedeniyle idam edilmişti.
Wieland Nazi rejimine karşı kararlı ve açık muhalefetinde yalnız olmamakla birlikte Alman bilim insanları arasında azınlıktaydı. Yaygın olan düşünce, akademisyenlerin siyasete bulaşmaması, üniversitenin ve bilimsel araştırmanın bağımsızlığına gölge düşüren her şeye mesafeli durması gerektiği yönündeydi.
Bilimsel çalışmaları nedeniyle kalıcı bir itibar kazanmış olsa da, Nazi tahakkümünün doruğunda kendi düşüncelerinden vazgeçmeyi reddetmesi belki de Wieland’ın en büyük mirası olmaya devam ediyor.
Çeviren: Onur Devrim Üçbaş