Syriza’nın reformlar konusunda AB kurumları ile itişmesi bir kez daha kapitalizm tarihinin en temel mücadele alanı olan çalışma zamanı tartışmasını gündeme getirdi. Yunanistan meselesinde sürekli olarak borçlar ve kredilerin geri ödenmesi öne çıkarıldı, oysa en temel çatışmalardan biri çalışma zamanı hakkındaydı.
Kemer sıkma politikaları hep aynı şeyleri yapar: ücretlerin düşürülmesi, kamu sektörünün küçültülmesi, emeklilik yaşının artırılması ve çalışma saatlerinin artırılması. Yunanistan örneğinde en son, dükkânların Pazar günleri çalışma yasağı da kaldırıldı. Bu yasak, işçi haklarının güçlü olduğu birçok ülkede, küçük işletmelerin rekabet dolayısıyla işçilerini Pazar günleri de çalıştırmasına karşı uygulanan bir yasak, kazanılmış bir hak.
Peki, neden esnek çalışma, “gönüllü” mesai yapma, tatilde dahi ulaşılabilir olma, haftasonları da çalışma, 65 yaşına kadar çalışma gibi bir baskı var işçi sınıfının üzerinde? Neden krizden çıkışın yolu işçilerin daha çok çalışması?
Haftasonu mücadelesi
Kapitalizmin tarihi işçi sınıfı ile burjuvazinin çalışma zamanı üzerindeki mücadelesinin de tarihidir. Kapitalizmin erken döneminde köylerde yaşayan insanlar hızla azalarak şehirlerde para karşılığı emeklerini satmaya başladı. Henüz işçiler mücadeleye girmemiş olduğu için devletler çalışma koşullarını düzenlemiyor, patronlar işçileri mümkün olan en uzun süreler çalıştırıyordu. İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde 1800’lerde çocuklar bile fabrikalarda çalıştırılırken çalışma saatleri günde 10-16 saat arasındaydı. Haftanın altı günü çalışılıyordu. Yeni ve genç işçi sınıfının ilk mücadele konularından biri, çalışma saatlerinin sınırlanması ve tatil günlerinin artırılmasıydı.
Bugün birçoğumuz üzerine hiç düşünmemişizdir, ama sadece yüz yıl öncesine kadar “haftasonu” diye bir kavram yoktu. Hemen her dinin inançlarından kaynaklı olarak, çalışmayıp ibadet edilen bir gün vardı sadece. Müslümanlar Cuma, Yahudiler Cumartesi, Hıristiyanlar Pazar günü genelde çalışmaz, toplu olarak ibadet ederdi. Burjuvazi bu günleri kâr kaybı olarak gördüğü için işçileri bu günlerde bile çalışmaya zorlar, işçiler buna karşı direnirdi. Fakat iş haftasından bir gün daha koparmak vakit aldı.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından 1921 yılında kabul edilen haftalık tatil hakkı sözleşmesi bile sadece bir günü tatil olarak düzenler. Çalışma saatlerini ise günlük sekiz, haftalık 48 saat ile sınırlar.
Amerika’da ilk olarak Henry Ford 1926’da otomobil fabrikasını Cumartesi ve Pazar günleri kapatmaya başlar. Bir Amerikan sendikası ilk kez 1929’da haftasonu tatilini hak olarak talep eder. Ve ancak 1938’de haftasonu tatil olarak ilan edilir.
Aynı dönemde, sosyalist olduğu iddiasında olan Sovyetler Birliği’nde de haftasonu diye bir kavram yoktur. Hatta 1929-1930 yıllarında sürekli işgünü uygulaması için yeni takvim oluşturulur. Buna göre her ay beşer günden oluşan dilimlere bölünür. Böylece dinî tatillerin olduğu iki günden de kurtulmuş olunur! Her beş günde bir tatil verilir, ancak tüm işçilere değil. İşçiler vardiyalar halinde tatile çıkar. Örneğin beşinci gün bir grup işçi tatil yaparken diğerleri üretime devam eder. Bu sistemde aynı aileden çalışanların tatil günlerinin denk gelmemesi gibi sorunlar yaşanır. Bu nedenle 1931’de aylar altı günlük haftalara bölünür ve bir gün ortak tatil ilan edilir. Bu uygulamada da yaşanan sorunlar nedeniyle 1940 yılında yedi günlük haftalık takvim ve bir günlük Pazar tatili sistemine geri dönülür. Haftada 41 saat çalışma süresi uygulanır.
Türkiye’de 1924’te çıkarılan Hafta Tatili Kanunu’na kadar tatiller işverenin keyfine bırakılmıştır. Bu kanuna göre Cuma günü olan haftalık tatil, 1935’te çıkarılan Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun ile Pazar günü ile değiştirilmiştir. Sovyetlerde olduğu gibi bu kararda da, amaç dinin etkisini sınırlandırmak ve kapitalist Batı ile uyumlu çalışma günlerini düzenlemektir. Bu kanunla ilk kez çalışma saatleri de düzenlenmiştir. Devletin sanayi yatırımları yaptığı ve işçi sınıfının hızla büyüdüğü bir dönemde, bu Kanun ile dinlenme saati 35 saat olarak düzenlenerek Cumartesi günleri 13.00’ten sonra tatil ilan edilmiştir, ancak tatil günlerinde işçilere maaş verilmez.
Sekiz saatlik işgünü de çok geç kazanılmış bir haktır. Önce çocukların uzun süreler çalıştırılması sınırlandırılır, sonra bazı sektörlerde çalışma saatleri 10 saate düşürülür. Yükselen işçi hareketinin birincil talebi sekiz saatlik işgünü olmuştur. Bu hak bugün bile dünyanın çok sınırlı bir bölümünde ve sınırlı sektörlerde uygulanıyor.
Tembellik Hakkı
E.P. Thompson “Zaman, İş Disiplini ve Sanayi Kapitalizmi” adlı makalesinde kırdan kente gelerek ilk kez kapalı bir alanda emeğini satmaya başlayan işçilerin bir süre bu yaşama adapte olamadığını anlatır. Fakat bir sonraki kuşak artık koşullara alışmıştır ve bu ağır koşullara karşı mücadele etmeye başlar. İlk kuşak işçilere zamanın önemi ustalar tarafından öğretilir. İkinci kuşak 10 saatlik işgünü için komiteler kurarak mücadeleye başlar. Üçüncü kuşak fazla mesaiye karşı grev örgütler.
Marx’ın damadı Paul Lafargue, 1883’te Tembellik Hakkı kitabını yazar ve kitap Manifesto’dan sonra en çok dile çevrilen kitap olur. Lafargue, çalışmanın ne kadar tahrip edici bir şey olduğunu anlatır ve dönemin yönetici ve aydınlarının çok çalışmak ile ilgili sözlerinden alıntı yapar:
“Napolyon şöyle yazıyordu: ‘Halklarım ne kadar çok çalışırsa, kötülükler o kadar azalır. Ben bir buyurganım… ve pazar günleri, dua saatinden sonra, dükkânların açık tutulmasını ve işçilerin işlerine gitmelerini buyurmaya hazırım.’ Tembelliği kökünden söküp atmak ve onun doğurduğu böbürgenlik ve bağımsızlık duygularını bastırmak için, ‘Ticaret Üstüne Deneme’ yazarı, yoksulları ideal çalışma evlerine kapamayı öneriyordu. Ona göre bu evler, yemek saatleri dışında, dolu dolu 12 saatlik bir uğraşmayla, günde tam 14 saat çalışılan terör evleri olacaktı. Günde 12 saat çalışmak; işte, 18. yüzyıl filozof ve ahlakçılarının ideali.”
Gelişen teknolojinin, çalışanın daha az çalışmasını sağlamak yerine onu daha da çok çalıştırdığını anlatır Lafargue: “Makine geliştikçe ve insan çalışmasını durmadan artan bir hız ve kesinlikle yendikçe, işçi, dinlenme süresini aynı oranda uzatacak yerde, makineyle yarışırcasına çabasını iki kat artırıyor. Saçma ve öldürücü bir yarışma bu!”
Lafargue, giderek artan üretim ve yedek işçi ordusu nedeniyle düşen ücretlerin üretilen ürünlerin depolarda kalmasına ve sonucunda krizlere yol açtığını anlatıyor. Oysa işsizler ve az ücret alanlar toplumun büyük çoğunluğu iken tüketim ürünlerinin çürümesi ve sonunda krize yol açması saçmadır. Çalışabilir durumda olan herkes belli oranlarda üretime katılırsa hem iş saatleri düşer, hem herkes işe girip ücret alır, hem de ücretler sabitlenir, düşmez. O zaman, der Lafargue, “Günlük işlerinde güvenli olan işçiler, artık birbirlerini kıskanmayacak, birbirinin elinden işini, ağzından ekmeğini kapmak için dövüşmeyecek, o zaman, bedence ve ruhça yıpranmadan tembellik erdemlerinin tadını çıkarmaya başlayacaklardır.”
Eğer işçi sınıfı iş talep etmek yerine tembellik hakkını, yani çalışmanın üç saatle sınırlandırılmasını talep ederse ve bu uygulanırsa, hem işsizlik son bulur hem burjuvazi daha fazla verimli teknolojiye yönelir Lafargue’a göre.
Bugün gelişmiş kapitalist devletlerde “zaman ve emek danışmanlığı” gibi sektörler oluşmuş durumda. Görevleri işçi disiplinini sağlamak ve işçilerin üzerindeki çalışma baskısını arttırmak. Bunu da çeşitli programlarla yapıyorlar: kim ne kadar işinin başında duruyor, ofise ne sıklıkta geliyor, molada ne kadar kalıyor, ofisteki zamanının ne kadarında hangi işi yapıyor gibi her şeyi rakamlara döküyorlar.
Kapitalizmin yükseldiği dönemin başından beri iş zamanı üzerinde bir mücadele yaşanıyor. Bu mücadelenin temelinde ne olduğu sorusunu yanıtlamak için Marx’ın emek-değer kuramına bakmamız gerekiyor.
Emek zamanı ve değer
Marx, değer teorisini açıklarken tüm diğer kavram ve kategorilerinde olduğu gibi değerin de bir ilişki olduğunu ve tarihsel bir süreç içerisinde geliştiğini anlatır. Kapital’in ilk bölümüne kapitalist ilişkilerin merkezinde olarak gördüğü meta kavramı ile başlar ve meta etrafında Harvey’in deyimiyle “bir soğanın halkaları” gibi tüm ilişkileri anlatır.
Marx’a göre bir metanın değerini belirleyen, onun üretimi için gerekli olan toplumsal emek zamanıdır. Marx’a göre artı değer işçinin emek gücünü kapitaliste sattığı değerden daha fazla değer üretmesi ile oluşur. Bu artık kapitaliste gider. Karın kaynağı gelişen teknolojik makineler değil, onları kullanan emektir. Tüm dünyada artan kitlesel üretim ve üretimde makinelerin kullanımı beraberinde kâr oranlarında düşme eğilimini getirir. Kapitalizmin krizlerinin kökeninde bu çelişki vardır. Bir yandan rekabet nedeniyle daha fazla üretim yapmak için teknolojiye yatırım yapmak, bir yandan da azalan emek miktarı nedeniyle kârların düşmesi.
Bu çelişkiyi aşmanın yolu emek zamanını artırmak ve ücretleri düşürmektir. Neoliberalizmin 1970’lerde azalan kârlılık oranlarının üstesinden gelmek için sosyal refah devletine, sendikalara ve güvenceli çalışmaya saldırmasının nedeni budur. Daha fazla kemer sıkma, daha uzun çalışma saatleri, haftasonlarının dahi çalışma zamanı içerisine alınması, esnek çalışma adı altında mesai dışında hatta tatillerde bile ekstra bir ücret alınmadan çalışılması sermayenin kârlarını artırmak için yaptığı hamleler.
Emek değil boş zaman
Emek, insanın doğa ile girdiği ilişkide kendi yaratıcı faaliyetini kullanarak bir şey üretmesidir. Emek ile sadece bir ürün değil yaşamın kendisi üretilir. Her bir insan emek sarfederek bir şeyler ürettiği için (bu bir hizmet de olabilir) bunların tamamı ve birbiriyle ilişkilenmesi toplumsal yaşamın üretilmesini sağlar.
Kapitalist toplumun gelişimine kadar birçok şey kullanım değerlerine göre üretiliyordu. Örneğin, köyde yeni bir eve ihtiyaç varsa bu köylüler tarafından yapılıyordu. Bugün ise konut artık bir meta olduğu için bir değişim değerine sahip. Onu elde etmek için satın almak veya kira ödemek zorundasınız. Bunu yapabilmek içinde emek gücünüzü satarak bir gelire sahip olmanız gerekiyor.
Kapitalizmin gelişmesinde Marx bir potensiyel gördü. Gelişen sanayi, üretim araçlarını giderek daha da güçlendiriyordu. Bu sayede insanlık ilk kez tüm ihtiyaçlarını karşılayabilir ve geri kalan zamanda kendisini gerçekleştirmek için kapasitelerini ortaya çıkarabilecek faaliyetlere zaman ayırabilirdi.
Üretim araçlarında gelişen işbölümü işçileri de büyük bir kolektif işçiye dönüştürüyordu. Tüm dünyada değeri kolektif bir şekilde üreten emekçiler giderek daha fazla birbirine benzeyen koşullarda yaşıyordu. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlar insanlığın tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecek üretim düzeyine sahip değilken, kapitalizm ise toplumu ihtiyaçların karşılanması değil kârın sağlanması şeklinde örgütlediği için insan yaşamını ve doğayı yok edici bir güce dönüşüyordu. Bu nedenle Marx’ın temel derdi herkesin bir işe sahip olduğu ve eşit ücret aldığı bir toplum kurmak değil, üretimin şeylerin kullanım değerlerine yani ihtiyaçlara göre üretildiği bir toplum oluşturmanın mümkün olduğunu göstermekti.
Kapitalizmin tahrip ediciliği ve iç çelişkileri ancak değişim değerinin ortadan kalktığı bir toplumda aşılabilirdi. Bu sayede ihtiyaçları karşılanan insanlar kendilerini gerçekleştirebilecekleri birçok diğer faaliyetle ilgilenmeye zaman bulabilecekti. Marx’ın özgürlük anlayışı insanın kapasitelerini sınırsızca geliştirebilmesi anlamına geliyordu. Bu da bireysel olarak başarılamazdı, ancak özgür (komünist) bir toplumun kurulması ile mümkün olabilirdi. 1845 yılında Alman İdeolojisi’nde yazdığı şu satırlar ancak bu arka planda ütopya olmanın ötesinde bir anlam ifade ediyor:
“Komünizm kurulması gereken bir devlet değildir. Bir ideal de değildir. Komünizm bugünkü durumun yıkılmasıdır. Toplam üretimin toplum tarafından planlandığı komünizmde sabah ava çıkabilirim, öğleden sonra balık tutabilir, akşam edebiyat eleştirisi yapabilirim. Balıkçı, avcı ya da eleştirmen olmam gerekmez. Bugün insanların hep aynı işte çalıştığı bir toplumda yaşıyoruz. Komünist bir toplumda boyacı diye bir meslek olmayacak. Sadece boya yapan insanlar olacak. Komünist devrim ve özel mülkiyetin iptali sayesinde -ki ikisi birbirinden ayrılmaz- her insan istediği işleri öğrenebilecek ve istediği zaman, istediği işte çalışabilecek.”