Yirminci yüzyılın başında, diye biri, Cervantes’in Don Quijote‘sini yeniden yazmaya kalkışır… Kalkışır ne demek, varlığını bu işe adar! Başka bir Don Quijote değil, Don Quijote‘nin ‘kendisini’, yeniden, tüm görkemiyle yaratmak için Menard’ın bulduğu ilk formül, Borges’e göre şöyledir:
“İspanyolcayı iyice öğren, Katolik dinini benimse, Türklerin ve Arapların hilâline karşı savaş, Avrupa’nın 1602 ile 1918 arasındaki tarihini unut, Miguel de Cervantes ol.”
Çünkü, der Borges, “O, başka bir Quijote yazmak değil –bunu yapmak kolaydır– Don Quijote kitabının kendisini yazmak istiyordu. Söylemeye gerek yok, özgün eseri kelimesi kelimesine yeniden yazmayı aklından bile geçirmiyordu; onun amacı kopya etmek değildi. Onun akıllara durgunluk veren amacı, Miguel de Cervantes’inkilerle –kelime kelime, satır satır– örtüşecek birkaç sayfa yazabilmekti” (Borges, “Don Quijote Yazarı Pierre Menard”, Yolları Çatallanan Bahçe, çev. Fatih Özgüven).
Menard sonuçta, Don Quijote‘yi virgülü virgülüne kopya etse de (nitekim öyle yapmıştır), yaratacağı metin başka şeyler söyleyecektir, başka bir şey olacaktır. Çünkü Menard başka bir dönemin insanıdır, onun kaleminde yinelenen Cervantes’in virgülleri, cümleleri, 1602 ile 1918 arasındaki tarihi kimse aklından silemeyeceği için bambaşka anlamlara bürünüverecektir.
Don Quijote’nin çağdaş yazarı Pierre Menard’ı anlatan Borges’in bu öyküsü, ünlü bilimkurgu yazarı Stanislav Lem’e göre sanatsal yaratım eyleminin biricikliği üzerine bir hicivdir: “Öykü, sanatın gerekli ve benzersiz olarak yaratıldığı düşüncesinin ardındaki paradoksu sergiler,” der Lem, “Borges düşünceyi ad absurdum’a indirger.”
Alberto Manguel ise öyküyü Borges’in benzersizliğinin bir kanıtı olarak sunar bize: “Bütün kişisel sahiplik iddialarının ötesinde görünen, klasiklerin klasiği yazarlar bile artık Borges’in okumasına aittir, tıpkı Pierre Menard’dan sonra Cervantes’e olduğu gibi.”
Buradan, az bir çabayla, hepimizin, bütün okurların biraz Borges, hatta daha çok Pierre Menard olduğu sonucuna varılabilir. Okumak, çoğu zaman “yeniden yazmak”tır ve iklimler, yıllar, çağlar değiştikçe, insanlar değiştikçe klasik metinler başka bir bağlama oturur. Yeniden yazma işinin kesin sınırları olduğuna şüphe yok, ama konumuz bu değil.
Yeldeğirmenlerine saldıran Mançalı şövalyenin hayal kırıklıklarını okurken, Cervantes’in hitap ettiği okur olmaya çalışsak bile başaramayız bunu; iki dünya savaşı, cep telefonunun şarjı, Ay’a yapılan yolculuklar, daha dün Cizre’de, Nusaybin’de olup biten korkunç şeyler bilincimizin bir yerlerinde durur, Don Quijote hakkında yapılan binlerce yorumdan kulağımıza çalınanlar da öyle…
Bu binlerce yorumu ve uyarlamayı Don Quijote’nin “evrenselliği”ne yormak adettendir. Evrensellik iddiası ve bunun bir uzantısı olarak evrensellik-yerellik karşıtlığı, bağlamını kaybetmiş tartışmalar (sanat sanat için midir, toplum için mi?) arasında yerini alalı epey oldu gerçi, burada bir evrensellik varsa, eserin özünde var olan bir şeyden ziyade, elbirliğiyle yarattığımız bir şeydir. Don Quijote de, öteki klasikler gibi, binlerce, on binlerce Pierre Menard tarafından okuna okuna değişmiş, artık Cervantes’in metninden farklı bir metin olmuştur: Edebiyat, bir şölendir.
Her ne kadar bize öyle geliyor ve öyle gelmesi hoşumuza gidiyorsa da, –çağı, dönemi, önyargıları, modalarıyla– biz okurlardan bağımsız, bizim dışımızda bir metin olarak, evrensel bir Don Quijote yoktur aslında. Kale gibi sağlam, her zaman yeniden yorumlanmaya açık bir metin yoktur. O metin, zaten hep bu yorumların bir toplamıydı. Umberto Eco’nun J.-C. Carrière ile yaptığı nehir söyleşide (bkz. Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Zannetmeyin) dediği gibi, “Shakespeare’i onun yazdığı gibi okumuyoruz. Dolayısıyla bizim Shakespeare’imiz kendi devrinde okunandan çok daha zengin. Bir şaheserin şaheser olabilmesi için bilinmesi, yani yol açtığı bütün yorumları kendi bünyesinde eritmesi yeterlidir, bu yorumlar onun olduğu şey haline gelmesine katkıda bulunacaktır.”
Şimdiye dek, on binlerce, yüz binlerce hatta milyonlarca kişi tarafından okunmuş, tartılmış, beğenilmiş olan klasik romanları okumanın konforlu, güven verici bir yanı var. Ne de olsa, harcıalem bir şeyin yüzyılları aşabildiği görülmüş şey değildir. Nasıl sevdiğimiz insanların hayatımızda hep var olacaklarını düşünür, düşünmek istersek, klasiklerin de ölümsüz olduğunu varsaymak isteriz. Büyük bir kültür anıtının, bir kanonun, sonsuz bilgeliğin parçası olmak güzel bir duygu. Ama şaheser, ömrünü ve evrenselliğini kadri mutlak yaratıcıya değil de şu bizim Pierre Menard’lara borçluysa, ölümsüzlük de bir kuruntudan ibaret olsa gerektir. Claude Roy’un dediği gibi, “Bir tek şey, klasikleri son derece sıkıcı ve ölümlü yapabilir; bu da, onların ölümsüz sanılmasıdır. Bereket versin ki, ölümsüz değiller. Her kuşak, birtakım klasikleri toprağa gömer, ama bir bölümünü de yeniden canlandırır.”
Tabii, toprağa gömülmeler sessiz sedasız gerçekleşir, yeniden canlanmalar ise çoğunlukla büyük törenlerle. Hiç ölmemiş Don Quijote’yi Menard’lar her gün yeniden yazarken, yeniden canlanan bu metinlerin, artık eski metinler olmadığını söylemeye bile gerek yok…
Her romanın Don Quijote gibi yüzlerce yıl boyunca okunmaması, tek başına Don Quijote’nin eşsizliğine bir kanıt değildir, klasik olmaya aday nice romanın şu ya da bu sebepten (çağının ruhuna ters düşmüştür, yazıldığı dil çok yaygın değildir, içine doğduğu kültür ‘evrensel’lik tarafından ezilmiştir vb.) unutulduğunu, çok sonra hatırlandığını, canlandırılmaya çalışıldığını biliyoruz. Sonradan hatırlananların bir eksiği vardır, unutulmuş zamanların mirası olarak çevrelerindeki yorum haleleri eksiktir artık. Menard’ları azdır, bu durumda yeni Menard’lara büyük iş düşer. Her okuma, okunan kitabı biraz değiştirir; klasikler korunması gereken birer “tarihî eser”den çok, elbirliğiyle oluşturduğumuz yaşayan anıtlardır.
Tabii, yüzlerce yıldır okunuyor, lafın gelişi. Sadece bizlerin değil, bizden önceki sayısız kuşağın da doğduğunda yanı başlarında buldukları klasikler, tam da etraflarındaki bu hale yüzünden, yavaş yavaş okunmaz olurlar. Omuzlarımıza bir ödev duygusu yükleyerek. “Klasikler,” diyor Calvino, “insanların, hiçbir zaman ‘Okuyorum’ demedikleri, genellikle ‘Yeniden okuyorum’ dedikleri kitaplardır (bkz. “Klasikleri Neden Okumalı?”)
Calvino gençleri muaf tutuyor ama, aslında klasik bir eserin herkes için ilk okumada bile bir “yeniden okuma” olduğu söylenebilir. Çünkü onları hiç okumamış olsak da, içine doğduğumuz metinlerdir bunlar. Robinson Crusoe, Pinokyo, Don Kişot, Güliver, Oblomov, Meursault, Beyaz Balina, Jan Valjan… gibi klasik kahramanlar hep yanı başımızdadır. Romanlar ve kahramanları hakkında –ama yanlış, ama kulaktan dolma– hep bir fikrimiz vardır. Roman olmanın ötesinde, birer nirengi noktasıdır onlar, bazen bir metafor, birer arketip, ya da masal… Fazla tanıdıktırlar.
Mark Twain, klasikler için “Herkesin övüp durduğu ama kimsenin okumadığı eserler” demiş, ya da “herkesin okumuş olmayı istediği, kimsenin de okumak istemediği kitaplar.” Klasik romanları okumanın ruhsal olgunlaşmanın en önemli adımlarından biri sayıldığı, –en azından sol çevrelerde– yeniyetmeler üzerinde klasikleri okuma baskısının olduğu 1970’lerde yayımlanmış klasik roman özetleriyle dolu kitapların popülerliği, Mark Twain’i doğrular gibi. Sadece başka bir çağa ait uzun metinleri okumanın güçlüğü değil söz konusu olan; çok aşina bir dünyanın içine bin bir zahmetle tekrar girme duygusu da var. Ki çoğunlukla yanlıştır bu duygu: Pinokyo’nun sonunu pek az kimse bilir, çünkü o bir roman değil, artık bir masal olmuştur. Robinson’u, Don Kişot’u tanıdığımızı düşünür, tekrar okumakla vakit kaybetmek istemeyiz. Yüksek sesle dile getirmeseler de Gogol’ü bugün biraz eskimiş, klişeleşmiş bulanlar, muhtemeldir ki bunun suçunun onda değil, Gogol’den sonra oluşmuş dev bir memur/küçük adam külliyatında olduğunu seziyorlardır.
Bir de rakı şişesinde balık olsam. Neydi bu? Bir şiir dizesi mi, rakı reklamı mı, yoksa dillere pelesenk olmuş bir deyiş mi? Orhan Veli’ye bugün rahatlıkla klasik denebilir ya da adet olduğu üzre ‘çağdaş klasik’ – korktuğunuz kadar eski ve zor anlaşılır değil manasına… Bu dizenin yer aldığı şiirin Ahmet Haşim’in Bir Günün Sonunda Arzu‘suna nazire olduğunu bilmeyince ya da sadece bu dizeyi işitince bu çağdaş klasikle biraz farklı bir ilişki kurmuş olmuyor muyuz? Güliver’ın serüvenlerini anlatırken Swift’in kimleri hicvettiğini bugün okurların pek azı biliyor, değil mi?
Olsun, bir Pierre Menard kolay yetişmiyor, Menard’lık yapmak için yazar olmak gerekmediği gibi, iyi okur olmak da şart değil – hatta okur olmak da…
İlkgençlikte okuduğumuz klasikleri orta yaşta tekrar elimize aldığımızda, ya eskiden pek çok şeyi anlamamış olduğumuzu düşünürüz ya da eski bir tanıdığın yepyeni yönlerini keşfettiğimizi. İnsan on yedisinde başka bir insandır, kırkında başka bir Menard. Hangi okur olduğumuz, nasıl okuduğumuza da bağlıdır; aşkla mı, okumak gerektiği için mi?
Ödev duygusu, klasiklerle aramızdaki ilişkiyi zedeleyen şeylerden belki en önemlisi. Ama oraya gelmeden önce, madem bu yazıyı yazıyorum, vaktidir, oturup Don Quijote’yi bir okumalı artık.
Tabii ki yeniden.