Yaşanmış gibi Yaşanmamış bir Ömür
Kemal Uzun
Ayrıntı Basım Yayım ve Matbaacılık / Kendi yayını,
İstanbul 2015
Ardanuç doğumlu idealist öğretmen, mezun olduğu yılın ağustosunda Ağrı’nın Patnos ilçesine atanır. Üç günlük bir yolculuğunun sonunda kasabaya ulaşır. Otelde kalır. Ertesi gün İlköğretim Müdürlüğü’ne uğradıktan sonra, aynı gün göreve başlayacağı ve sonraları eski adının Kubik olduğunu öğreneceği Gökoğlu köyüne ulaşır.
Daha önce tanıdığı köylerden farklıdır burası ve bilmediği bir dilde konuşulmaktadır. Köylerine öğretmen atandığına dair bir memnuniyet belirtisi yoktur. Geceyi muhtarda geçirir, ertesi gün lojmana taşınır. Bütün eşyası muhtarın verdiği “bir yatak, gaz ocağı, tabak, kaşık ve bir tavadan” ibarettir. Elli hanelik köy “dışardan bakıldığında sanki kendi kabuğuna çekilmiş kaplumbağa izlenimi” uyandırmaktadır. Tüm evler toprak damlıdır. Köşk diye adlandırılan birkaç evin dışında, evlerin tamamı yerin altında gibidir ve birçok ev ile ahırın giriş kapıları aynıdır. Öğretmen lojmanı dersliklerle aynı çatı altındadır. Beş sınıfın tek öğretmeni ve müdürüdür.
Öğretmen okulunda, “tek ulus, tek millet, tek dil” doktirini çerçevesinde eğitilmiş Kemal öğretmen, gerçekte varolmaması gereken bir dille konuşan çocuklara hem okulda hem de evde Kürtçe konuşmayı yasaklar. İspiyoncular ağı örgütler, zaman zaman şiddete başvurduğu da olur.
Yıllar sonra, bu tavrının ona özgü olmadığını, öğretmen olarak kendi köyüne atanmış Kürt arkadaşlarının bile kendi anne babalarına, köylülere, öğrencilere Kürtçe’yi yasakladıklarını öğrenecektir.
Kemal Uzun’un kitabını, sadece onu tanıdığım ve öğretmen hareketinin önemli bir aktörü olduğu için değil, hayat hikâyesinin bana çok şeyler söyleyebileceğini hissettiğim için de okudum. Babam Köy Enstitüsü’nün ilk mezunlarındandı ve köyün ilk öğretmeniydi. Üç amcam, ağabeyim ve onların kuşakları da Kemal Uzun ile aynı yollardan geçmiş, hatta aynı okulda, Susuz’da benzer yoksulluklar içinde okumuş, köyü ve geleceğimizi şekillendirmiş insanlardı. Radyoyu, mandolini, kitapları köye getirenler onlardı. El sanatlarını köye taşıyanlar onlardı. Laikliğin, kadın haklarının ilk savunucuları onlardı. Boynu bükük köylülerin değil, haksızlığa baş kaldıran rençberlerin ve geleneklere direnen genç kızların hikâyelerini ilk anlatanlar da onlardı.
“Köy Edebiyatı” akımını başlatan, eserleri sayısız dile çevrilen, 1967’de Unesco tarafından dünya gençliğine örnek insan olarak seçilen Mahmut Makal da, tıpkı Kemal Uzun gibi köy enstitüsü mezunu bir öğretmendi. Geçenlerde adı Hamburg’da bir kıyıya verilen Dursun Akçam da, Yılanların Öcü, Kaplumbağalar, Tırpan, Efkar Tepesi ve onlarca eserinde köy hayatını ve yoksulların direnişini dillendiren Köy Edebiyatı’nın doruklarından Fakir Baykurt da, Kemalist aydınlanma projesinin öncüleri ve aynı zamanda kurbanları oldular. Bölücülük ve komünistlik suçlamasıyla işten el çektirildiler, hapislere atıldılar, sürgüne gitmek zorunda bırakıldılar.
Töb-Der’in ileri gelen şahsiyetlerden biri olan Kemal Uzun’un kaderi de farklı olmadı. 12 Eylül darbesinden sonra bir süre kaçak yaşadı. En küçüğü yedi, en büyüğü on yedi yaşındaki dört çocuğunu geride bırakarak 18 Aralık 1981’de yurt dışına çıkabildi. 1989’da İnsan Hakları ve Demokrasiyle Dayanışma Derneği (TÜDAY) kurucuları arasında yer aldı. Türk-Kürt Dostluk girişimine önayak olmasında, Kürt halkının kendi kaderini tayin etme hakkını savunmasındaki inatçı tutumunda, sadece siyasal bilinci değil, muhtemelen Kubnik ve diğer Kürt ve Laz köylerindeki deneyimlerinin de rolü olmuş olmalı.
Gizlerini ve yüreğini gözlerimiz önüne seren Kemal Uzun’un 824 sayfalık devasa eseri, Cumhuriyet tarihinin en önemli aydınlanma ve aynı zamanda asimilasyon projesi olan Köy Enstitüleri’nin işlevine ışık tutan kişisel bir yüzleşme denemesi. Aydınlanma ve asimilasyon projesinin bir aktörünün, lafı eğip bükmeden yaptığı bir özeleştiri. Bu kitap, Kürt halkına karşı işlenen inkâr, sindirme ve savaş politikasına karşı bir başkaldırı. Kitabı büyük ve değerli kılan, sorumluluğu bizzat üstlenme, özür dileme cesareti. Kitabın okunmuş sayfaları arttıkça, “yaşanmamış gibi” değil, dolu dolu yaşanmış bir hayattan sözettiğini anlamakta gecikmeyiz ve geçmişle yüzleşmenin sadece devlete ve başkalarına önermemiz gereken bir erdem değil, yaşantımıza tutulan bir ayna olduğunu da öğreniriz.