1915’ten Bugüne:
KAMP ARMEN’İ VERMEYİZ
Meltem Oral
Bu satırlar yazılırken Kamp Armen’deki direniş 47. gününe uyanıyor. Hrant Dink’in de aralarında olduğu bin beş yüz yoksul Ermeni çocuğun evi olan yetimhaneyi kepçeler 47 gün önce yıkmaya geldiğinde Taner Akçam şöyle bir not düşmüştü sosyal medyaya “Bu kadar arsızlığın olduğu bir yerde 1915’te kim bilir neler olmuştur?”
Kamp Armen’in serüveni soykırımdan bağımsız değil. Bu ‘arsızlığın’ bugün göz göre gündeme geliyor olabilmesinin ardında yüz yıllık bir felaketler silsilesiyle hesaplaşmamış olmamız yatıyor. Hesaplaşılmayan her felaket yeni bir felaketi, yüzleşilmeyen, tanınmayan her kırım, yeni kırımların ‘müjdecisi’ oluyor. Kampı yıkmaya gelen kepçe 1915’in ve 100 yıllık inkâr politikalarının ne olduğunu anlatan belki de en somut ve en güncel örnek. Yıllardır Türkiye Cumhuriyeti devletinin Müslüman olmayan halkların kanıyla ve el konulan, gasp edilen mülkleriyle inşa olduğuna dair sayısız tarih araştırmasının, panelin, etkinliğin anlatmaya çalıştığı şeyi somut bir şekilde özetleyen bir örnek.
Yüzüncü yıl vesilesiyle birçok boyutuyla ele alınan soykırım tartışmalarında ‘kuyruğun koptuğu’ noktayı, Ermeni halkının mülklerine nasıl el konulduğunu, nasıl yağmalandığını, Türk burjuvazisinin bu yağmanın bir sonucu olarak nasıl yaratıldığını, çocukların elleriyle inşa ettiği bir yetimhaneyi yıkacak ruhsuzluğa ‘devlet’ dediğimizi anlatan bir tarih dersi adeta. Devlette esas olan devamlılığın, sadece bir asırlık inkâr değil, el koyma, yağma, gasp ve talan politikalarında olduğunun bir kanıtı. Tam da bu yüzden yıkıma karşı nöbet ilk günden beri ‘soykırım sürüyor’ pankartının altında tutuluyor. O pankart tam da bu nedenle eğreti veya ‘aşırı’ durmuyor.
Soykırım geçmişte yaşanmış ve tarihin tozlu rafına kaldırılmış bir mesele değil; bugünle ve nasıl bir gelecek inşa etmek istediğimizle ilgili. Geçmişle hesaplaşmak ancak bugünkünden başka bir gelecek özlememizle, yani bugünle hesaplaşmamızla mümkün hâle geliyor. Devlet işlediği bu büyük suçtan kaçmak için 100 yıldır aynı anda pek çok şeyi birden yapıyor. Bir yandan Hrant Dink, Sevag Balıkçı veya Maritsa Küçük cinayetleriyle saldırmaya, korkutmaya, sindirmeye, yok etmeye devam ediyor. Diğer yandan ‘unutturuyor’. Büyük suçunun açığa çıkmasını engellemenin ve bedel ödememenin yegâne yolu, gerçeği toprağın altına gömüp üzerine beton dökmek. Sadece hayatın her alanında Türk milliyetçiliğini ve ırkçılığı besleyerek değil, geçmişi bütün izleriyle yok ederek, geçmişin felaketlerini düşünülemez kılarak kendisini varediyor. Bu topraklarda Müslüman olmayan halklara dair ne varsa izi silinmeli ki Türk ulus devletinin bekası korunabilsin. Çengelköy Rum Mezarlığı’nın üzerinde harcına katılan kemiklerle yükselen Mehmetçik İlkokulu’dur Türkiye Cumhuriyeti devleti.
Dolayısıyla yok edilen sadece koca bir halk değil, aynı zamanda o halkın ve hepimizin ortak hafızası. ‘Bir daha asla’ diyorsak eğer, hem ırkçı cinayetlerin hesabını sormalı hem de hafızamıza sahip çıkma cüretini gösterebilmeliyiz. Soykırımın güncelliği tam da bu. Soykırımla hesaplaşma bu anlamda tarihçilere bırakılacak bir iş değil. Gerçek bir hesaplaşma geçmişin olduğu kadar ‘bugündeki geçmişin’, yani devlet suçlarındaki devamlılığın hesabını sormak anlamına geliyor.
Emval-i Metruke kanunlarından bugüne Hristiyan ve Yahudi halkların mallarına el konması, hiçbir zaman sadece bir mal mülk meselesi değildi. Amaç, ‘azınlıkların’ sosyal ve kültürel hayatlarını düzenleyen, onların bir halk olarak varoluşunu mümkün kılan kurumların altının boşaltılmasıydı. Hedeflenen, Müslüman olmayan halkların kolektif kimliği ve kolektif belleğini ayakta tutan ve dolayısıyla söz konusu grubun sürekliliğini temin eden maddî zeminin ortadan kaldırılmasıydı. İşte bunu gerçekleştirmek için mekân, ve o mekâna kazınmış maddî kültür hiçbir anlam ve anı üretemeyecek şekilde yeniden tasarlanmalıydı. Bunu yapabilmek için o grubun belirli bir coğrafyada yerleşikliğinin göstergesi olan kurumların ve maddî kültür varlıklarının ortadan kaldırılması gerekir. Kültürel kimliğin yeniden üretilmesini sağlayan bu kurumlar yok edilince grubun kendini sosyal ve kültürel olarak yenilemesini sağlayan araçlar tasfiye edilmiş, aslında bir halkın yaşam biçimini olanaklı kılan araç ve örgütsel mekanizmalar imha edilmiş olur. Kamp Armen’i tasfiye ve yıkıma götüren sürecin anlam ve hedefi, “kültürel soykırım” olarak adlandırılan bu mantığın sonuç ve devamından başka bir şey değil.
Kamp Armen’in yıkımını durdurmak ve esas sahibine, Ermeni halkına iade edilmesini sağlamak bütün bu tarihsel bagajın dört bir tarafına dokunuyor. Öncelikle 100 yıllık inkârla el ele giden yüz yıllık sessizlik bizzat Ermeni gençliği tarafından bozuldu. Müslüman olmayan azınlıkların mallarını gasp etmeye dayalı devlet politikasına karşı konunun öznelerinin ‘artık yeter’ demesi, sadece Ermeni halkı için değil ulus devlet inşasından payını almış tüm halklar için çok önemli bir eşik.
Korku duvarı yıkılıyor
Devletin soykırımla, Hrant Dink cinayetiyle, ayrımcı politikalarla sessizleştirdiği Ermeni halkının direnişinin kendi doğrudan eylemiyle kazanması, bu topraklardaki Rumların, Süryanilerin, Yahudilerin yüz yıllık adaletsizliğin hesabını soracağı yeni bir mücadele döneminin başlamasını sağlayabilir. Kamp Armen direnişinin belki de en önemli yönü, ‘gayrimüslim’ toplulukların iktidar sahiplerine karşı doğrudan eylem yoluyla, aşağıdan taban inisiyatifiyle hakkını arıyor oluşudur. Kamp Armen’i işgal edenler devletin âlicenaplığına sığınarak değil, fiilî ve meşru bir direniş çizgisiyle kamuoyunu seferber ederek hak aranabileceğini bütün Müslüman olmayan topluluklarına ve hepimize göstermiştir.
Her şey bir anda olmadı elbette. Bir asırdır süren inkâra rağmen yaşanan önemli kırılmalar bugün böylesi bir direnişe tanık olmamazı sağlayan birikimi yarattı. En başta Hrant Dink’in varlığı, mücadelesi, dönüştürücü gücü, Agos gazetesinin kuruluşu, sessizliği yırtan kırılma noktalarından. ‘Beyaz Toros’lu’ yıllarda İnsan Hakları Derneği’nin çabaları son derece kıymetli. Hrant Dink’i 2007’de katledenler Ermeni toplumunun bir kez daha sindirileceğini, yüz yıldır sessiz kalan çoğunluğun suça ortak olmaya devam edeceğini umuyordu. Devletin ‘büyük abilerinin’ beklentilerinin aksine ‘Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz’ diye sokağa çıkan yüz binler asırlık adalet mücadelesindeki en önemli kırılmayı gerçekleştirdi. Üstelik bu, sadece Ermeni toplumu açısından değil, devletin tek tipçi politikalarının hedefi olmuş, ‘makbul’ olmayan tüm halklar açısından son derece önemli bir kopuş ânıydı.
‘Bir hikâye anlatmamız gerekiyorsa eğer, 1915’ten başlamamız lazım’, ancak hikaye 6-7 Eylül, Varlık Vergisi, 1964 Rum sürgünü, Dersim, Maraş ve bir dizi cinayetle, kıyımla, talanla devam etti. 2007’de olan aynı zamanda hepsine dair güçlü bir ‘Artık yeter!’ haykırışıydı. Dink cinayetinin sorumlularının ortaya çıkarılması ve hesap sorulması için yıllardır ısrarlı bir şekilde davanın takipçisi olan kalabalıkların varlığı, soykırım anmalarının yapılabilir hâle geldiği koşulları sağladı. 2010’dan bu yana her 24 Nisan’da gerçekleşen, başta Taksim anması olmak üzere, yıllar içinde sayısı artan bir dizi etkinlikle Hrant Dink’in değirmenlere karşı yürüttüğü adalet mücadelesi kar topu gibi büyüdü. Bütün bu kırılma noktaları korku duvarının tuğlalarını bir bir çekti.
Bir şeyler eskisi gibi değil artık. ‘Deport ederiz’ tehdidine verilen tepkiden, Ergenekon Caddesi’nin adı Hrant Dink Caddesi olsun diye yıllardır süren çabaya, Kadıköy’de Ermenileri hedef gösteren faşistlere karşı yerel halkın hızla bir araya gelip ‘mahallemizde ırkçılığa geçit yok’ demesinden, yine Kadıköy’de Rum Ortodoks Kilisesi’ne yapılan saldırıya karşı hemen sokağa çıkılmasına kadar artık ırkçılığa ve milliyetçiliğe sessiz kalmayan, refleks gösteren yeni bir mücadele dönemi var. Kamp Armen direnişi yıllar içerisindeki birikimin üzerinde yükselen ama adalet mücadelesini yeni bir patikaya sokan, etkisini görmeye devam edeceğimiz müthiş bir deneyim.
Bu yıl, 24 Nisan’dan bir gün önce DSİP’in ev sahipliğini yaptığı Ermeni Soykırımı Konferansı’ndaki her oturumda en çok tartışılan konu yüzleşmenin nasıl gerçekleşeceğiydi. Soykırım anmaları ilk yılındaki tedirginliği, ‘riski’ bir düzeyde atlatmış, normalleşmiş, yüzleşme vurgusundan ‘tanı, özür dile’ sloganıyla bir hesap sorma söylemine evrilmişken mücadele nasıl devam etmeliydi? Üzerine yoğun bir şekilde tartışılan başlıklardan biri, toplumda soykırım gerçeğini dillendirmeyen ve inkâr eden önemli bir kalabalık varken soykırımın devlet tarafından tanınmasının önemli olup olmadığıydı. Elbette bu ikisi birbirinden ayrılabilecek mücadele başlıkları değil. Devletin soykırımı tanıması, özür dilemesi ve tazmin etmesi konusunda basınç uygulamakla toplumun geniş kesimlerine hakikati anlatma ve adalet mücadelesine ortak etme çabası el ele ilerliyor. Birbirini besliyor. Devletin soykırımı tanımasını için mücadeleye ısrarlı bir şekilde devam etmeliyiz. Çünkü bu büyük insanlık suçunun hesabı verilmeli.
‘Soykırımı büyük çoğunluğa nasıl anlatacağız, nasıl kabul ettireceğiz, onlar nasıl yüzleşecek?’ kaygısına bugün verilebilecek ilk cevap Kamp Armen direnişi. Kamp Armen’in gasp edilme, el konulma süreci ve yetimhaneyi yıkacak kadar göz döndüren kâr hırsı, asırlık adaletsizliğin fragmanı işte. Bu ‘arsızlığı’ görene 1915’i anlatma zamanı şimdi. Kamp Armen’le dayanışmak, bir uğramak, havasını koklamak, eski öğrencilerine kulak vermek soykırımın yalnız geçmişe değil bugüne de dair olduğunu anlayabilmeyi kolaylaştırıyor.