Türkçe Felsefenin İmkânı Hakkında
Sinan Özbek
Yakın zamanda orta öğretimde Osmanlıca dersi konulması talebi, bir başka tartışmayı da getirdi. Osmanlıca öğrenmenin gerekli olduğu tezini güçlendirmek için, Türkçe dilinde felsefe yapılamayacağı ileri sürüldü. Osmanlıca derslerinin konulmasını, Türkçe’de felsefe yapılamayacağı savı ile tahkim etmek, entelektüel anlamda can evinden vuran bir iddia. İddianın tartışma yaratacağı açıktı ve tepkiler de muhtelif oldu. Bunları üç başlıkta toplamak mümkün:
Tez bir – Türkçede felsefe yapılamaz
Bu tezin yandaşları Türkçe’nin kavram dağarının felsefe yapmak için yetersiz olduğunu ileri sürüyor, Türkçe’nin bir felsefe dili olarak fakir olduğunu vurguluyor. Osmanlıca birtakım kavramların kullanılmaktan imtina edilmesinin, bu kavramların unutulmasının dildeki fakirleşmeyi daha da arttırdığını ekliyorlar. Bu sorunu aşmak için girişilen yeni kavramlar üretme çabasının da kifayetsiz kaldığını hatırlatıyorlar. Bu “öz Türkçe” denilen dille yapılan çevirilerin anlaşılmazlığını, yer yer de komikliğe varan hâlini, tezlerini güçlendirmek için kullanıyorlar.
Tez iki – Türkçede felsefe yapılır
Bu yaklaşımı savunan felsefeciler, kanıt olarak yapmakta oldukları işi gösteriyor. Tartışmaya bir itirazın ötesine geçen argümanlar sunmuyor ya da sunamıyorlar.
Tez üç – Türkçede felsefe yapılamayacağı kısmen doğrudur
Tartışmaya benim de düşüncem olan bu tez üzerinden devam edeyim. Murat Belge bu tartışmaya ilişkin düşüncelerini gazetedeki köşesinden iki yazıyla anlatıyor. Osmanlıca’da kullanılan birtakım kavramların yerine öz Türkçe çabasıyla icat edilenlerin, dilde bir fakirleşmeye yol açtığını söylüyor. Örnekler de veriyor: “yeis, keder, gam, kasvet, hüzün, ıstırap, elem, dert…” hiçbiri Türkçe olmayan bu kelimelerin nüanslarına dikkat çekiyor. Bunların dışarıda tutulduğu dille, bırakın felsefeyi, şiir bile yazılamayacağını ekliyor.
Belge, Batı dillerinden çevrilmek zorunda kalınan felsefe kavramlarını da konu ediyor. Kavram yaratma çabasının nasıl da yetersiz kaldığını gösteriyor. Örneği çarpıcı: “Context” kavramının önce “siyak ve sibak”, sonra da “ön ve art tutarlılığı” şeklinde karşılandığını yazıyor. İkisi de bir şey ifade etmiyor ve tutmuyor. Sonra İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden hocaların önerdikleri “bağlam” kavramının yerleştiğini yazıyor. Belge, Osmanlıca dersi vererek bu sorunun aşılacağını düşünmenin de yetersiz olduğunu söylüyor. Bu düşüncesini de Osmanlıca’da da felsefe yapılamadığını belirterek sağlamlaştırıyor. Belge, böylece iki tespit ileri sürüyor: 1) Osmanlıca’da kullanılan kavramlardan arındırılmış dil yoksunlaşmıştır; 2) Batılı felsefe kavramlarını Türkçeleştirme çabaları soruna çözüm olmamıştır.
Anlaşılmazlık tılsımı
Bu iki yönelime ben bir başkasını da ekliyorum: Özellikle önceki kuşaklardan bazı felsefeciler, Batı dillerindeki, kimi zaman da Latince gibi ölü dillerdeki felsefe kavramlarını olduğu gibi aktarıyor. Bu tutumu benimseyen felsefeciler, eski Grekçe’nin kavramlarını da olduğu gibi kitaplarında, makalelerinde kullanıyor. Felsefe yaparken taşıyıcı, temel kavramları orijinal dilleriyle kullanmak, yazılanların sadece dar bir çevre tarafından anlaşılmasını kabul etmek anlamına geliyor. Çok dar bir çevre tarafından anlaşılacak şekilde yazmak, bir felsefe anlayışını da zımnen ifade ediyor. Bu tarzda yazmak, söylenenlere anlaşılmazlık tılsımı serpmeyi getiriyor, bilgiçlik taslamaya dönüşüyor. Bu tutumla felsefe tuhaf bir elit etkinlik olarak görülüyor ya da daha sert ama yerinde ifadeyle snoplaşıyor. Bu şekilde yazanlara bir borcumuz da duyduğu her yabancı kelimeyi kullanmayı marifet sanan amatör felsefeciler yetişmesine sebep olmaları. Snop bir felsefe tutumu, felsefenin gelişmesine, felsefeden beklenen etkiyi oluşturmasına engel olan etkenlerden biri oluyor.
Bu tartışmayı o eski faydasız Osmanlıcacı ya da öz Türkçeci ikilemine sıkıştırmadan sürdürmek yerinde olur. Düşünceyi en hassas, en noksansız şekilde ifade edecek kavramları, Türkçe’de geçmişte ya da yakın zamanda yer etmiş olmasına bakmadan kullanmak gerekiyor. Dili bu şekilde kullanarak felsefe yapma tutumunu, yaşayan dille felsefe yapmak olarak adlandırmak mümkün. Yaşayan dille felsefe, anlaşılır olan dille felsefe yapmaktır.
Soruna böyle bakmak, dili bir fikri aktaran araç olarak görmek anlamına da geliyor. Felsefenin dilini bu şekilde belirlemek, önceliği dilin kendisinde değil, dile getirilmek istenen fikirde tutmaktır. Fikre vurgu yapmak ise ifade edilmek istenen bir fikrin olmasını ön kabul olarak görmektir. Şimdi sorun şu hale gelir: Fikrin varsa dile getirirsin, fikrin yoksa dilde sorun aramaya başlarsın. Felsefe yapmak için Türkçe yeterli bir dildir. “Türkçe felsefe yapılır” şu anlamda ki ifade etmek istediğiniz bir felsefe görüşünüz olsun!
Felsefesiz bir toplumda nasıl felsefe yapılır?
Bu aşamada, Türkçe’de felsefe yapılamayacağı iddiasının hiç de yeni bir tez olmadığını hatırlamak gerekiyor. Daha seksenli yıllarda “Felsefe yapmak için Türkçe yetmiyor” ve “Türkçe yazdığımız için uluslararası bir tanınırlığa ulaşamıyoruz” yakınması vardı. Şaşırtıcı olan bu tezin muhafazakâr insanlarca değil, Batılı anlamda felsefe yaptığını savunanlardan gelmesiydi. Bu tez, felsefe yapmayı Batılı kaynaklardan okuduklarını Türkçe’ye aktarmakla felsefe yaptığını sanan çapsız felsefecilere aitti.
Kuşkusuz Batılı kaynakları Türkçe’ye çeviri şeklinde aktarma işini üstlenmiş ilk kuşağın kimi mensuplarının bu çabaları kıymetlidir. Bunlar felsefe bilgisini Türkçe’ye aktarma görevi edinmiş mütevazı isimlerdir ve bu insanlar son derece saygındır. Zira bir aracı görevini üstlenmişlerdir. Çabalarının kıymeti, çabalarının ne olduğunu bildikleri tevazuda saklıdır. Bu kuşağın söz konusu tutumun dışında kalan mensuplarının filozofluk iddiası bir böbürlenmedir, karşılığı yoktur, boştur.
İlk kuşak felsefeciler “Felsefesiz bir toplumda nasıl felsefe yapılır?” sorusunu sormamışlardır. Oysa ilk kuşak için en can alıcı soru bu olmalıydı. Soruyu bu sarihlikte kursalardı, muhtemelen cevaplardan biri geleneğe dönerek felsefe aramak olacaktı. Kuşkusuz bu verimli bir yönelim olmayacaktı. İkinci bir yönelim özverili bir çabayla felsefe tarihinin birikimini Türkçe’ye aktarma olabilirdi. Bu mütevazı iş, felsefe birikiminin olmazsa olmazlarını Türkçe’ye taşıyarak, gelecek kuşakların hakiki anlamda felsefe yapmalarına yardımcı olurdu. Bunun yanı sıra okuduğunu “betimleyici çalışma” adı altında aktarmayı filozofluk olarak iddia etmeyi getiren kötü mirasın ortaya çıkması söz konusu olmazdı.
Bugün hâlâ ilk kuşağı taklit edenler, felsefece bir anlama sahip değildir. “Betimleyici” denilen felsefe aktarmalarını felsefe ve kendilerini de filozof olarak sunan kişiler, felsefe kavrayışı geliştirememiş bir “yarım aydınlar” topluluğu oluşturuyor
İlk kuşak felsefecilerin en önemli ayrıcalığı Batı dili bilmeleriydi. Bir Batı dili bilmek artık ayrıcalık olmaktan çıkmıştır. Yine bu kuşağın kimi mensupları Batı’da yeni yeni tanınmaya başlayan bir filozofu Türkçe’ye aktarmakla bir popülarite sağlama yolunu seçmiştir. Bu “kurnaz felsefe yapma tarzı”nın nasıl bir serüvene sürükleneceği açıktır. Köklü fikir geliştirememiş ama Batı’da ortaya çıkan yeni filozoflarla birlikte anılır ve aranır olmuş birtakım ukala aktarıcılar hâsıl olmuştur. Artık bu uyanık tutumla “piyasa edinme” pespayeliğinin bir anlamı ve geçerliliği kalmamıştır. Zira Batı dillerini çok iyi bilen ve bu dilin konuşulduğu ülkelerde felsefe okuyan, son derece köklü bağları olan, bu ülkelerin filozoflarıyla dostlukları olan felsefeciler mevcut.
Tez Üçe ek
“Türkçede felsefe yapılmaz” şu anlamda ki Türkçe’de toparlanmış felsefe bilgisi sınırlıdır. Ele alınan bir felsefe sorusunu bütün çeperleriyle tüketebilmek için, en azından bu soruya verilmiş temel cevapları bilmek gerekir. Bu da çok sağlam bir felsefe tarihi bilmeyi ve sorunla cebelleşen çağdaşları takip etmeyi gerektirir. Bu bilgiye sadece Türkçe’yle ulaşmak mümkün değildir. Dolayısıyla ilgi alanına göre bu soruların cevap bulduğu dilleri bilmek gerekir. Temel olarak Latince, Grekçe, Almanca ve Fransızca, iletişim dili olarak İngilizce ön sıralarda yer alır.
Sonuç önermesi
Soruna böyle bakınca yeni bir durum ortaya çıkıyor. Bilgiye ulaşmak için o bilgiyi taşıyan dili bilmek gerekiyor. Edinilen bu bilgiyi de arkaya alarak yeni bilgi-fikir üretmek mümkün oluyor. İşte bunu başarmak, anlatmak için Türkçe yeterlidir. Bu durumda yukarıda da belirtiğim gibi sorun dil olmaktan çıkıyor, tam manasıyla bir fikri olmaya dönüşüyor. Fikrin de hangi dilde anlatıldığı önemini kaybediyor. İsterseniz düşüncelerinizi bir de Batı dillerinde yayımlarsınız. Tabii ki bunun olabilmesi için de müracaat edilen dilde yayına karar verenlerin anlattığınız “fikri” görmesi gerekiyor. Daha da iddialı bir ifadeyle yeni bir fikir varsa, bu fikri başka dillere aktarmak için sahibinin kapısının çalınacağı belirtmek gerekiyor.