Gezi olaylarının İkinci Yıldönümü Münasebetiyle: Mahiyyü’n-nükuş’un Dönüşü
İrvin Cemil Schick
Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlılar’dan başka pek az milletin aklına gelmesi muhtemel bir memuriyetten söz eder: Mahiyyü’n-nükuş. Birlikte okuyalım isterseniz. Diyor ki Pakalın,
Abdesthanelerin, binaların iç ve dış duvarlarına münasebetsiz kimseler tarafından tebeşir, kömür, boya gibi şeylerle yazılan yazılarla resimleri silme işini gören memur hakkında kullanılır bir tâbirdir. Mahî, yok etmek mânasına olan ‘mahv’ maddesindendir. Nükuş, nakş’ın cem’idir. Nakış, yazı, resim gibi şeylerdir. Mahiyyü’n-nükuş, yazı ve emsali şeyleri silen, kaldıran kimse demektir. Yazı ve resimler, yerine göre, badana edilmek veya boya sürülmek suretiyle temizlenirdi… Fâtih’in vakfiyyesinde böyle bir vazife bulunduğu gibi bu işe tâyin edilecek adam hakkında izahat da vardır: ‘Bir merd-i âkil ve her hizmete kabil kimesne vakf-ı şerîfin mahiyyü’n-nükuş’u olub her an ve her zaman etrâf-ı bika’-ı şerîfeye nigerân olub eğer cami’-i şeriftir, eğer medâris ve tetimmâtıdır, eğer dârü’t-tâlim ve imârettir, duvarlarını bazı herzegerdelerin nakış ve tesvid ve telvislerinden hıfz hizmeti ile mukayyed olub her gün iki akça vazifeye mutasarrıf ola.
Kısacası Fâtih Sultan Mehmed’in 15. yüzyılın ikinci yarısında kaleme alınan vakfiyyesine göre adamın biri, iki akçe yevmiye karşılığında caminin, okulun, imaretin duvarlarına yazılan yazıları, çizilen resimleri silmekle mükellefti. Desenize, beş buçuk asırda durum pek değişmedi sanki.
Sanki, ama öyle değil. Osmanlı vakıflarının kimisinde öngörülen mahiyyü’n-nükuşluk görevi, vakfın kendi binalarını duvar yazılarından temizlemekle ilgiliydi. Günümüzde ise belediye herkesin evini temi… Temizliyor diyecektim ama, işin doğrusu hiç de temizlemiyor. Örneğin benim oturduğum apartmanın rengi sarı. Ve Taksim’e iki adımlık mesafede oturduğumdan benim apartmanım da Gezi olayları esnasında duvar yazılarından nasibini almıştı. Gayet hoştu üstelik bu yazılar, herkesin içinde olduğu gibi benim de içimde kaynayan öfkeyi belâgatle ne de güzel dile getirmişlerdi. Derken günün birinde sokağa çıktığımda bir de ne göreyim, o yazılar (ve o yazılarla beraber apartmanımın ön cephesinin bir kısmı) çirkin bir gri boyayla kaplanmıştı. Kimse bunu yapmak için bina sahiplerinden izin istememişti tabii, yukarıdan gelen emirle bir modern mahiyyü’n-nükuş gelip caddedeki her binanın duvarını emri verenlerin suratına benzetivermişti.
Devlet baba
Bence bu olay, nasıl bir ülkede yaşadığımızı çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Eğer A kişisinin evinin duvarını B kişisi izinsiz olarak yazı yahut resimle kirletirse, bu elbette kanun nezdinde bir suçtur. Ama bunun üzerine C belediye işçisi gelip o yazıyı boyayla kapatayım derken söz konusu duvarı daha da fazla kirletirse… O da suçtur tabii ki, özel mülkiyete tecavüzdür! O da suçtur ama, Türkiye öyle bir ülke ki kimse belediyeyi mahkemeye vermeyi düşünmez bile. Bırakın şikâyet etmeyi, herkes bunu doğal karşılar. Devlet baba gelip duvarımı rezil edecek, sesimi çıkartmak haddime mi düşmüş? Halbuki, ne hakla belediye birtakım adamların eline boya kovası ve fırça verir de benim duvarlarımı karalamaya yollar? Belki kendi duvarıma ben bir şeyler yazmışımdır, belediye kim oluyor da benden izinsiz duvarımı boyuyor? Nasıl bir zihniyet bu? Hangi mantık bunun kabul edilir bir şey olduğunu düşünür? Bu sorunun cevabını bilmiyorum, ama doğal karşılanıyor ülkemizde, o kadarı kesin.
Gezi olaylarının ikinci yıldönümü münasebetiyle geçenlerde Taksim Meydanı’nın dünyayla ilişkisi kesilmişti yine. Aslında bu, baştaki hükümetin gerek ahlaken, gerekse pratik açıdan ne kadar müflis olduğunu gösteriyor. Bir şey olacağından değil, ya olursa korkusundan, dünyanın belli başlı metropollerinden İstanbul’un merkezini kapatıyor adamlar, düşünün! İngiliz işgalinde böyle bir durum olmamıştı emin olun, oysa burada kendi ülkemizin hükümeti, kendi ülkemizin polisini bir işgal ordusu gibi kullanıp kendi ülkemizde hayatı felce uğratabiliyor, yok yere…
Palimpsestos Şehir İstanbul
Her neyse, bırakalım bunu bir kenara, duvar yazılarının silinmesine dönelim. Duvarlardaki yazıları, hem de sadece kamu binalarındakileri değil, özel yapılardakileri de, griye boyuyorlar. (Bağdad Caddesi’nde güzel bir duvar yazısı görmüştüm. Böyle kocaman bir gri leke üzerine birisi “Neden gri?” diye yazmıştı!)
Gel gör ki silmekle bitmiyor iş. Juan Goytisolo’nun İstanbul için “La cuidad palimpsesto” demesini hatırlatıyor bir yandan bu silinmiş yazılar. Tabii o başka bir şey kastetmişti bu sözcüklerle: İstanbul bir palimpsestos‘tur, çünkü yüzyıllardır yapılıp bozulmasına, yeniden ve yeniden yazılıp çizilmesine rağmen eski hali inatla beliriyor yeni halinin içinden. Elektrik direklerinin arasından Bizans duvarları, gökdelenlerin arasından Osmanlı çeşmeleri çıkıyor karşımıza. Sanki ölmeyi reddediyor eski İstanbul. Silmekle bitmiyor, neo-liberal düzen ne kadar çabalarsa çabalasın, tamamen yok edemiyor İstanbul’un özünü; rezidanslar, plazalar, AVM’ler karşılarında türbeleri, surları, kiliseleri, dönemin başbakanının manidar deyimiyle “on iki ağaç”lık parkları buluyorlar. Ama silinmiş duvar yazıları da İstanbul’un bir palimstestos olduğunu vurguluyor. Silinmeyen, silinemeyen, silindikçe şuradan buradan patlayan bir İstanbul.
Duvarlardaki şekilsiz karaltılar, bana bir de yıllar evvel Bulgaristan’a yaptığım bir seyahati anımsattı. Demir perdenin henüz kalkmadığı yıllardı, sanırım 1972 veya 73. Yolda giderken fabrikalar, silolar, türlü türlü binalar görmüştüm, üzerlerinde de hep aynı portreler: Marx, Engels, Lenin, sonra ortasında garip yatay bir karaltı olan gri-beyaz bir leke, en sağda da Jivkov. Bunlardan beş altı tane gördükten sonra nihayet jeton düşmüştü. Gri-beyaz lekeler, Hruşçov sonrasında Stalin portrelerinden arta kalanlardı, ortalarındaki karaltı ise Stalin’in bıyığı. Hiçbir kireç badana o sahibinin ruhu kadar karanlık bıyığı örtememişti! Kapkara haliyle beyazın içinden patlıyordu bıyık, her silonun, her fabrikanın duvarında.
Aslında İstanbul duvarlarındaki boyalar da altlarındaki öfkeyi örtemiyor, örtemez. Her silinmiş yazı, orada bir isyanın gizli olduğunu hatırlatıyor bize. Altındaki artık okuyamadığımız yazı kim bilir neydi, belki yumuşak, belki mizahî, belki suya sabuna dokunmayan bir duvar yazısı… Ama üzerindeki leke şimdi bar bar bağırıyor, hem de aklımızda hangi slogan varsa, onu haykırıyor.
Her biri susturulmuş, her biri patlamaya hazır birer çığlık bu lekeler. Sanki binlerce ağzı bağlanmış yüz bize bakıyor, ama gözleri konuşuyor başkaldırılarını. “Zalimlere mehl olmasa matlûb-ı İlâhî / Bir demde yıkar âlemleri mazlûmların âhı” demiş şair. Hiç bir iktidar ebedî değildir. Susturulmuş duvarlar bunu söylüyor bana; ben de inanıyorum.
Hatime Niyetine
Yukarıdaki satırları 7 Haziran 2015 seçimlerinden önce yazmıştım, bu susturulmuş duvar yazılarını fotoğraflarla belgeleyen arkadaşım Peri Sharpe’ın önerisi üzerine. Son seçimlerde baş rolü bence gri boyanın susturamadığı öfke oynadı. Nasıl Gezi olayları ”yeter artık!” mesajının cisimleşmiş hâli idiyse, bu seçim de öyle oldu. AKP pusulasını şaşırmış olmasaydı, Recep Tayyip Erdoğan kontrol dışı bir silindir gibi farklılığı ezip geçmeyi âdet edinmiş olmasaydı, bu seçim bence öncekilerden pek farklı olmayacaktı.
İki yıl önce duvarların söylediğini bu sefer oy pusulalarından okuduk. Umulur ki artık duvarlar öfke çığlıklarıyla kaplanmaz, devlet de öfkenin kaynağını ele alacağı yerde kafasını kuma gömen devekuşu misali öfkenin ifadesini boyayla kapatmaya çalışarak abesle iştigal etmez. Bu bir.
İkincisi, bütün mahiyyü’n-nükuşlar bir değildir. Gezi olaylarının ortaya çıkardığı ilginç bir aktivizm örneği de çoğunlukla feministlerin önderliğinde dilimizde malesef çok yaygın olan, kadınları aşağılayıcı duvar yazılarının silinmesi. Bu devlet baskıcılığı değil, toplumu dönüştürücü bir praksistir. Duvara “O. Ç. Erdoğan” yazmanın hiçbir kabul edilir tarafı yoktur. Çünkü bu hem siyasî içerikten yoksun bir kabalıktan ibarettir, hem de kadın düşmanı söylemi yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz. Üşenmeden ellerine fırça ve boya alıp bu tür yazıları silen yoldaşları saygı ile selâmlıyorum.