Roni Margulies
Her şeyin geleneksel olanı daha iyi, daha güzel, daha lezzetli midir?
Öyle olsa gerek. Veya en azından, öyle olduğu düşüncesi çok yaygın.
Bir uçak yolculuğumda Türk Hava Yolları’nın verdiği kahvaltıya dahil olan vişne reçelinin “Extra Geleneksel” olduğunu görünce merak ettim, plastik ambalajın üstünde yazanları okudum. Ve öğrendim ki, geleneksel vişne reçelinin 100 gramında 70 gram şeker olurmuş, içine de belirsiz miktarda asitlik düzenleyici (sitrik asit) eklenirmiş.
Elimdeki küçük paketi biraz daha inceledim. Plastik ambalaj geleneksel değil, reçeli sunan “Turkish Do & Co” şirketi geleneksel değil, sitrik asit geleneksel değil. Reçelin kendisi belki de hepsinden daha az geleneksel: Gülsan Gıda San. Tic. AŞ’nin tesislerinde “hijyenik koşullarda tam otomasyon ile” ve üstelik “uluslararası BRC FOOD, ISO 9000-22000 ve HACCP standartlarında” insan eli değmeden üretilmiş. Tam anneannenizin kullandığı geleneksel yöntemle yapılmış yani!
Paketin üzerine “geleneksel reçel” yazmak ihtiyacı, tümüyle yalanken, niye hissedilmiş?
Veya hem Carte D’Or hem Dr. Oetker gıda devleri “supangle” paketlerinin üzerine niye “Geleneksel Lezzet” yazmış? Supangle (soupe anglaise, yani İngiliz çorbası) ne anlamda “geleneksel”; bu şirketlerin üretim süreçlerinin gelenekle ne ilgisi var?
Reis Tarımsal Ürünler San. ve Tic. A.Ş. pilav satarken niye “Reis’ten Geleneksel Lezzet Tarifi: Anne Pilavı” yazmış? Kimin annesi? Bu anne fabrikada belinde önlüğüyle tek başına tonlarca pilav mı üretiyor?
Hayır, hiçbir tüketici reçel, supangle veya pilav alırken bunların gelenekle herhangi bir ilgisi olduğunu zannetmiyor elbet. Ama reklamcılarla pazarlamacılar “geleneksellik” duygusunun çekici bir şey olduğunu, satışlara yararlı olacağını düşünüyor.
Gelenekselliğin olumlu bir şey olarak algılandığını pazarlama sektörünün hayalî dünyası dışında kanıtlayan bir durum da, çok çeşitli etkinliklerin “Birinci Geleneksel” olması. Türk mizahına sık sık konu olan bu durum, yaptığım kısa bir araştırmanın gösterdiği gibi, sanılandan da yaygın:
“Zonguldak’ın Çaycuma ilçesine bağlı Saltukova Beldesinde, Toplu Konut İdaresi (TOKİ) 1. Etap konutlarında oturan vatandaşlar tarafından birinci geleneksel iftar yemeği verildi.”
“Halk Bankası Birinci Geleneksel Futbol Turnuvası düzenledi. Nusaybin Hakan Olimpik spor kompleksinde yapılan maçta Halk Bankası Diyarbakır Bölge Müdürlüğü ile Nusaybin şubesi karşı karşıya geldi. Müdür, şefler ve banka personelinden oluşan takımlarda Diyarbakır Bölge Müdürlüğü, Nusaybin şubesini 5 – 4 yendi.”
“Ssangyong Türkiye Distribütörü Şahsuvaroğlu Dış Ticaret ve Ssangyong yetkili satıcısı YMY Otomotiv tarafından düzenlenen Erzurum Geleneksel Lezzetler Buluşması organizasyonuna, Erzurum Valisi Sn. Dr. Ahmet Altıparmak, Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Sn. Mehmet Sekmen, Erzurum İl Emniyet Müdürü Sn. Kamil Karabörk, ilçe belediye başkanları, protokol üyeleri ve Erzurum’un ileri gelen işadamları katıldı.”
“Gürün Kaymakamlığı ve Gürün Belediyesi tarafından organize edilen Birinci Geleneksel Gürün Yediveren Gülü Reçel Yapma Yarışması Gürün Belediye Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Gürün İlçe Kaymakamı Ömer Kalaylı yarışma öncesi yaptığı konuşmada yarışmacılara başarılar diledi. Jüri üyeleri 48 yarışmacının katıldığı reçel yapma yarışmasında en güzel reçeli seçmek için puanlar verdi ve dereceye giren hanımlara çeşitli hediyeler verildi.”
Yediveren gülü reçelinin, iftar yemeğinin “geleneksel” etkinliklere konu olması belki biraz daha anlaşılabilir, ya İkinci Geleneksel Orta Karadeniz Doğal Gaz Futbol Turnuvası’na ne demeli?
Geçmişin cazibesi
İşin mizahî yanı bir tarafa, gıda örneklerinde olduğu gibi, “Birinci (veya ikinci, beşinci, onuncu, fark etmez) Geleneksel” etkinliklerinde de yaygın bir geleneksellik özlemine hitap etme çabası var.
Bu özlem nereden gelir?
Ulus devletlerin gelenek icat ettiklerini biliyoruz. “Ulus” diye bir şey gerçekte olmadığı için, dışarıdan bakıldığında en yekpare görünen “ülke” bile çok çeşitli diller konuşan, türlü türlü dinî inançları olan, çok farklı etnik gruplara ait kalabalıklardan oluştuğu için, bu kalabalıkları birleştirmek amacıyla icat edilir millî gelenekler. Koskoca bir tarih yazılır, kahramanlık öyküleri, örf ve ananeler, kıyafetler uydurulur; millî sınırlar içinde yaşayan herkesin çok eski tarihlerden beri hep beraber yaşamış olduğu, aynı kaderi paylaştığı anlatılır ve okullarda öğretilir. Örneğin, Roma’yı ikiz kardeşler Romus ve Romulus kurmuştur ve kardeşleri dişi bir kurt emzirip büyütmüş, bir ağaçkakan beslemiştir. Örneğin, herkes Orta Asya’da havalar fazla ısınınca bir kurdun peşine takılıp Çorum dolaylarına gelmiştir. Bu tarihlerin, hikâyelerin, kahramanlıkların yıldönümleri törenlerle kutlanır, şiirler yazılır, besteler yapılır. Amaç, heterojen bir kitleyi tek bayrak altında ortak bir geçmişi paylaştıklarına ikna etmek, homojenleştirmektir.
Gerçekte, dünyada “eski” ulus yoktur, çünkü 19. yüzyılın öncesinde ulus bilinci, millî bilinç, millî dil, millî ‘birlik ve beraberlik’ yoktur. Bunların hepsi Fransız Devrimi’nden sonra gelir. “Ulus”, yeni bir egemen sınıfın, burjuvazinin, tek bir pazar yaratmak, tek bir dil konuşarak herkesi vergi ödemeye, kanunlara uymaya, askere gitmeye, çok çalışmaya ikna etmek ihtiyacını karşılamak için yaratılmıştır. Uydurulmuştur.
Ama geleneksellik özlemi, burjuvazinin “bin yıllardır payidar olan ulus” yaratma özelliğinden değil, benzer ve ilişkili ama daha somut, daha yırtıcı bir özelliğinden kaynaklanıyor. Sermaye birikimi ve azami kâr peşinde koşarken sınır tanımamasından, daha çok kâr etmek için daha çok üretmek ve daha çok metayı pazara daha hızlı ulaştırıp paraya çevirmek amacıyla üretimi, tüketimi ve yaşamı sürekli dönüştürme, değiştirme, hızlandırma özelliğinden kaynaklanıyor.
Bir ürünün üretimi altı ay sürer ve Hindistan’daki pazara ulaştırılıp satılması da vapurla altı ay sürerse, yılda bir kez kâr edilir. Aynı ürün yeni teknolojilerle bir ayda üretilip uçakla Hindistan’a bir günde ulaştırılırsa, yılda on iki kez kâr edilir. Kapitalizm, üretim süreçlerinin sürekli geliştirilmesini, işçilerin daha çok ve daha verimli çalışmasını, ulaşım yöntemlerinin sürekli hızlandırılmasını gerektirir. Hız ve değişim kapitalizmin (ve burjuvazinin) doğasının gerekleridir.
Marx ve Engels, Komünist Manifesto’nun en başında bunu şöyle ifade eder: “Burjuvazi, tarihsel olarak, son derece devrimci bir rol oynamıştır.”
Burjuvazinin devrimciliği, iktidara gelişinden önceki tüm inançları, değerleri ve hayat tarzlarını tasfiye etmek ve bunların yerine ticaret, kâr, hız ve değişimi yeni değerler olarak dayatmakla gösterir kendini. Şöyle anlatır Marx ve Engels:
“İktidara geldiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, babaerkil, kırsal ilişkilere son vermiştir. İnsanları ‘doğal efendilerine’ bağlayan çeşitli feodal bağları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar ilişkileri dışında, duygusuz ‘nakit ödeme’ dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, mert ve yiğitçe heyecanları da, kaba duygusallığı da bencil hesapçılığın buz gibi sularında boğmuştur. İnsanın değerini değişim değerine indirgemiş, ve kazanılmış sayısız lağvedilemez özgürlüğün tümünün yerine tek ve insafsız bir özgürlüğü, Serbest Ticaret özgürlüğünü koymuştur.”
Ve şöyle devam ederler:
“Burjuvazi, üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve onlarla birlikte tüm toplumsal ilişkilerde sürekli olarak devrim yapmaksızın var olamaz. Bunun tam tersine, daha önceki tüm sanayi sınıflarının ilk varoluş koşulu eski üretim tarzlarının değişmeksizin korunması idi. Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal koşulların aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz belirsizlik ve hareket, burjuva dönemini tüm öncekilerden ayırt eden özelliklerdir. Tüm yerleşik ve sabitleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte silinip gider, yeni oluşanlarsa daha kemikleşemeden eskir. Katı ve kalıcı olan ne varsa buharlaşır, kutsal olan her şey kirlenir ve bayağılaşır, ve insan nihayet gerçek yaşam koşullarına ve diğer insanlarla arasındaki ilişkilere ayık kafa ve açık gözlerle bakmak zorunda kalır.”
Gerçek yaşam koşullarına bakan insan, her şeyin sürekli değiştiğini, tam alışırken her şeyin buharlaştığını, “hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını” görür. Bu hızlı değişim bir yandan insan hayatını kolaylaştırır, çeşitlendirir, renklendirir. Örneğin, 20. yüzyılınn insan hayatını en çok etkileyen icadının çamaşır makinesi olduğu söylenir: çamaşırları elle yıkama ihtiyacının ortadan kalkması milyonlarca kadının hayatını değiştirmiş, iyileştirmiştir. Kapitalizmin nimetlerinden yararlanabilenler için, yeniliklerin pek çoğu gerçek birer nimettir.
Ama hızlı değişim aynı zamanda insanı rahatsız ve tedirgin eder. Alışılagelmiş tarz ve yöntemlerin giderek artan bir hızla terk edilmesi ve yeniye alışma gereği, sürekli bir istikrarsızlık, belirsizlik ve yarın ne olacağını bilememe durumu yaratır. Bilinenden bilinmeze doğru hiç durmadan yol alma duygusu kapitalist toplumun insana rahat vermeyen temel duygularından biridir.
Burjuvazinin uydurduğu (daha doğrusu Bela Bartok veya Ömer Seyfettin gibi “millî” aydınlardan sipariş ettiği) “millî geleneklerin” kolayca alıcı bulması, milyonlar tarafından sorgulanmadan kabul edilmesi gibi, reklamcılarla pazarlamacıların “gelenek” vurgusu da insanların kapitalist değişim fırtınası karşısında rahatlama ihtiyacından kaynaklanır ― eskinin sakin limanına, geleneğin bildik ve güneşli sularına sığınma ihtiyacından.
Bahtsız bir çabadır bu; başarı şansı yoktur; geçmiş geride kalmıştır; sığınacak yer bırakmaz kapitalizm. Ama kapitalizm var olduğu sürece, “gelenek” merakı da var olacaktır.