İngiltere başbakanı Neville Chamberlain, 30 Eylül 1938 tarihinde Münih’te buluştuğu Hitler’den bir saldırmazlık antlaşması koparmıştı. Almanya ile İngiltere arasında savaş çıkmayacağı vaadi karşılığında Çekoslovakya’yı işgal etmesine göz yumulan Hitler’in bu antlaşmaya uymak niyetinde olmadığı her halinden belliydi ama, Chamberlain Londra’ya döndüğünde uçaktan iner inmez elindeki kâğıdı havaya kaldırarak “…şerefli bir barış sağlandı. Zamanımız için bir barış olduğuna inanıyorum” dedi.
O esnada muhalefette bulunan Muhafazakâr Parti lideri Winston Churchill’in ise olacaklar hakkında hiçbir vehmi yoktu ve parlamento’da yaptığı bir konuşmada şu çok ünlü sözleri sarfetti: “Savaş ve şerefsizlik arasında bir tercih yapmanız gerekiyordu. Şerefsizliği seçtiniz. Savaşla karşı karşıya kalacaksınız.” Gerçekten de birkaç ay sonra Alman orduları Polonya’yı istila edince İngiltere Almanya’ya savaş açmak zorunda kaldı; bir süre sonra da bugün adı hâlâ yatıştırma politikalarının simgesi olan Chamberlain istifa etti ve yerine Churchill başbakan oldu.
Şerefsizlikle savaş arasında bir tercih yapmak zorunda kalındığında şerefsizliği seçmek ve sonunda savaşla karşı karşıya kalmak… Tanıdık geldi mi bu acaba? 7 Haziran 2015’e giden süreç gibi örneğin? Okurların muhtemel itirazlarını şimdiden cevaplandırayım: Hayır, Recep Tayyip Erdoğan’ı Hitler’e benzetmiyorum. Hayır, Türkiye’nin askerî anlamda savaş halinde olduğunu iddia etmiyorum. Benzetmem biraz daha incelikli bundan.
Demek istediğim şu: Evet, ülkemiz seçmenlerinin bir kısmı, örneğin “Erdoğan’a aşığım” diyen güruh, AKP’ye ve Erdoğan’a sadık kaldı, kalmaya devam ediyorlar. Onlara diyeceğim yok. Ancak önemli bir kısmı, Erdoğan’ın yaptıklarından aylardır, hattâ yıllardır memnun değildi, ama yok ‘ehven-i şerdir’, yok ‘gelen gideni aratır’ gibi gerekçelerle Erdoğan’ın yanında durdular yine de. ‘Eldeki kazanımları aman kaybetmeyelim, o giderse eski günlere döneriz, bir 28 Şubat daha yaşamayalım’ gibi —kimisi gerçekçi, ama birçoğu da anlamsız— kaygılarla hükümetin demokrasiyi ayaklar altına almasına, hukuk sisteminin tam anlamıyla yok edilmesine, inanılmaz yolsuzluklarla birtakım iktidar sahibi haramilerin ceplerini doldurmasına, ülkenin itibarının beş paralık olmasına göz yumdular. AKP zayıflarsa kendilerini tekrar bir mücadele içinde bulacaklarına inandıklarından, doğru olanı yapmamayı tercih ettiler. Kısacası, savaşmaktansa şerefsizliği seçtiler.
AKP bu endişeleri tepe tepe kullanmasını bildi. Hattâ elindeki kozu kaybetmemek için örneğin başörtüsü yasağının kaldırılmasını Meclis’teki ezici çoğunluğuna rağmen yıllarca oportünistçe geciktirdi. Hoş, muhalefetin de AKP karşısında doğru dürüst bir alternatif sunduğu söylenemez. Bir yanda başörtülü kadınların da insan olduğuna ve vatandaşlık haklarından faydalanmaları gerektiğine kendisini yeni yeni inandırmaya çalışan bir Kemalist parti, diğer yanda elinden gelse 15 milyon Kürt’ü gaz odalarında imha etmekten geri kalmayacak bir faşist parti! Ehven-i şer diye AKP’yi destekleyenleri nasıl eleştirebiliriz?
Eleştiririz, çünkü ehven-i şer yine de şer’dir. Çünkü şerefli ve ahlâklı bir siyasî tavır ehven-i şer’i seçmeyi değil, şer olmayan yolu bulmayı, böyle bir yol yoksa da onu yaratmayı gerektirir. Çünkü gerçekten ahlâklı ve mütedeyyin olan insanların Erdoğan rejiminin yaptıklarına göz yumması düşünülemez. Mücadele ise mücadele, savaş ise savaş, ama şerefli bir duruş AKP suistimallerine karşı çıkmak demektir her şeyden önce.
Bunu milyonlarca seçmen yapmadı. Gezi olaylarından sonra, 17 Aralık’ta açığa çıkanlardan sonra, savcıların, hakimlerin, polislerin çil yavrusu gibi “biri Fizan’a, diğeri hizan’a” sürülmesinden sonra hâlâ Erdoğan’a oyların yarıdan fazlasını verdiler. Kimisi “dış mihraklar” “paralel yapı” söylemine inandı şüphesiz, ama birçok kişi de statükoyu sarsmak istemediğinden öyle yaptı.
Ne oldu peki?
Erdoğan o kadar ileri gitti ki, Anayasa’yı o kadar pervasızca ihlal etti ki, kanunsuzluklarını o kadar hoyratça sürdürdü ki… Sonunda seçmenlerinin %20’sini kaybetti. Ve AKP’liler, Erdoğan’ı her şeye rağmen destekleyenler kendilerini ister istemez bir mücadelenin eşiğinde buldular. Şerefsizliği seçenler savaşla karşı karşıya kaldılar.
Şu anda durumun hangi yönde evrileceğini bilmiyoruz. Belki bir AKP-MHP koalisyonu oluşacak, 1970’li yılların Milliyetçi Cephe’sini aratacak icraatlarda bulunacak. Belki erken seçime gidilecek ve koalisyon korkusuyla AKP’yi bırakan kimi seçmenler geri dönecek, Erdoğan yine dört ayak üstüne düşecek. Olabilir. Mark Twain, bir gazetede ölümüne dair çıkan yanlış bir haberi çok mizahî bir şekilde tekzip etmişti, “Ölümüme dair haberler çok abartılmıştır” diye. Bence de AKP’nin ve Erdoğan’ın siyasî ölümüne dair haberler çok abartılmış durumda. Pekâlâ geri gelebilirler. Pekâlâ eskisinden daha kötü şeyler yapabilirler.
Ama ne kadar zaman için? Politikalarını aynen sürdürdükleri taktirde gerçekten ilkeli, gerçekten ahlâk sahibi insanlar giderek savaşı şerefsizliğe tercih etmeyecek mi?
Gezi olaylarından sonra AKP’nin kendine çekidüzen vereceğini sanan safdillilerden biriydim ben. Oysa tam tersi oldu. Abdullah Gül gibi, Bülent Arınç gibi âkil sesler susturuldu, Erdoğan’ın “padişah”lığı her fırsatta teyid edildi. Acaba 7 Haziran seçimleri, AKP içinde bazı kıpırdanmalara yol açacak mı? Parti içerisinde muhalif sesler yükselecek, ilk kurulduğu dönemin özgürlükçü talepleri tekrar gündeme oturacak mı? Yoksa olup bitenlerden ders çıkaramayanlar partiyi er veya geç ölüme mi mahkûm edecek?
Göreceğiz…
1 Yorum
Pingback: Sayı 16: İçindekiler | Altüst Dergisi