Irvin Cemil Schick
Cumhuriyet Türkiye’sinde kültür her zaman siyasetin fay hatlarını yansıtmıştır. Yansıtmıştır ama, bunu asla tutarlı bir şekilde yapmamış, daha ziyade “biz” ve “onlar”ın birbirinden tefrik edilmesine yarayan yarı keyfî bir araç olabilmiştir. Örneğin öz Türkçe gibi temelde faşizan bir ideoloji Sol tarafından benimsenirken sağ tarafından reddedilmiş, Yunus Emre’nin Bektaşi olup olmadığı gibi özünde tamamen olgusal olması gereken bir soruya verilen cevap, cevabı verenin solcu mu, yoksa sağcı mı olduğuna göre değişmiş, bu arada Sol Necip Fazıl’ı, Sağ ise Nazım Hikmet’i şairden saymamıştır.
Atatürk Safiye Aylâ’yı severmiş belki, ama Cumhuriyet kadroları Türkiye halkına opera, bale, senfoni sevdirmek için ellerinden geleni esirgememiştir. Buna mukabil Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi aslında kozmopolitliğin daniskası olan, aynı cümle içinde hem Kitab-ı Mukaddes’ten, hem de André Gide’den alıntılar yapabilen bir yazar kozmopolitliğe karşı atıp tutabilmiştir dönemin yayınlarında. Halil Berktay’ın çeşitli vesilelerle söylediği gibi “komünist şair” Nazım Hikmet milliyetçilikte sağa taş çıkartırken, bu kez de Besim Dellaloğlu’nun belirttiği üzere “muhafazakâr yazar” Ahmed Hamdi Tanpınar İsmet İnönü hayranı bir CHP milletvekili olmakta beis görmemiştir.
Kemalist kadrolar arasında Osmanlı edebiyatı ve musıkisi zamanı geçmiş, geri ve gerici bir kültürün ürünleri sayılmış, ama Orhun Yazıtları gibi ondan çok daha öncesine dayanan eserler (İslâm öncesi ve Orta Asya kökenli olduklarından) makbul sayılmıştır. Hele Arap alfabesi üzerine kurulu olan hat sanatı toptan mürteci sayılmış, binaların, çeşmelerin üzerindeki tuğralar ve kitabeler kazınmış, Hamid Aytaç gibi, Hulusi Yazgan gibi dünya çapında sanatçı olan onlarca hattat sefalet içinde ölüme terk edilmiştir.
Yaşça bana yakın olanlar hatırlayacaktır: 1960’lı ve 70’li yıllarda Sol çevrelerde Bach yahut Mozart dinlemek yasaktı, çünkü bunlarınki “burjuva müziği”ydi. Brandenburg Elektörü Christian Ludwig yahut Prusya Kralı II. Friedrich için bestelenen müzik nasıl burjuva müziği olabiliyordu, bunu o zamanlar da kara kara düşündüğümü hatırlarım. Çok şükür çevrem Ortaçağ müziğinden hoşlandığımı bilmiyordu, yoksa “feodal müziği” dinlediğim için kim bilir beni nasıl kınayacaklardı! Bırakın Ahmed Adnan Saygun’u yahut Nevit Kodallı’yı, Ruhi Su dinleyenlerle Münir Nurettin dinleyenler asla bir araya gelmezdi o günlerde.
Edebiyatta da, resimde de, başka sanat dallarında da aynı gerekçeye dayanan birtakım yasaklar vardı. Ne kalıyordu peki geriye? O dönemde solcu olmak, “halk edebiyatı” ve “halk müziği” sevmeyi gerektiriyordu her şeyden önce. Örneğin birçok solcu öğrenci folklor kulübü üyesiydi, çeşitli yörelerin oyunlarını icra etmeyi devrimciliğin ve antiemperyalizmin gereği addediyordu. Daha ziyade milliyetçi bir narodnikliğin yansımasıydı bunlar ama, geçelim isterseniz.
Habis ilgisizlik
Günümüzde belki o kadar katı değil ayırdedici hatlar. Zaman zaman iktidar partisi mensuplarının Nazım Hikmet adını telaffuz ettiği bile görülüyor. Ama iki tarafta da bazı bağnazlıklar devam ediyor. Bunlardan biri, “geleneksel” olarak nitelendirilen sanatlara Sol’da duyulan habis ilgisizlik. Habis diyorum, çünki bu alelade, pasif bir ilgisizlikten ziyade (ne de olsa herkes her şeye ilgi duymak mecburiyetinde değil), kasıtlı, aktif bir ilgisizlik.
Aslına bakılırsa “geleneksel sanat” terimi başlı başına sorunlu, çünkü Batı kökenli sanatlarla Türkiye kökenli sanatları yapay ve özcü bir şekilde ayırmak ilkesi üzerine kurulmuştur. Örneğin şu soruyu soralım kendimize: Batı resim sanatı hangi anlamda “geleneksel” değildir? Elbette batı resim sanatının da kendine has gelenekleri vardır, bunlar nesilden nesile aktarılmaktadır. O halde olsa olsa “onlar bizim geleneklerimiz değil” denilebilir. Öte yandan, mesela Osmanlı tezhib sanatının geleneği büyük ölçüde Tebriz’e, Herat’a dayanır. O halde onlar da aslında “bizim” değildir. Zaten insanlarda saf kan aramak ne kadar anlamsızsa, kültürde saflık aramak eşit derecede anlamsızdır. Silifke oyunlarıyla Kars yahut Trabzon oyunlarını kıyaslayın, “biz” ile “öteki”yi ayırmanın ne kadar zor olduğunu hemen görürsünüz.
Geleneksel sanatlar terimi bazen de anonim halk sanatları için kullanılır, mesela kaşıkçılık, çorapçılık, bakırcılık gibi. Ama o zaman da hat yahut minyatür gibi sanatçıları genellikle belli olan eserleri kapsayacak şekilde kullanılması sorunlu hale gelir. Kısacası, bu terimi beğendiğimden değil, sorunlu da olsa kabul edilmiş bir anlamı olduğundan kullanıyorum burada. Doğrudan “halk”a mal edilemeyen, bir şekilde Osmanlılık yahut İslâm çağrıştıran geleneksel sanatlara Sol’un ilgisizliğinden yakınıyorum. Yani hat, tezhib, minyatür, ciltçilik, ebruculuk gibi sanatlara.
Günümüzde bu işlerle meşgul olanlar genellikle muhafazakâr-dindar kimselerdir. Solcu-laik kimseler ise yanlarına bile yaklaşmaz. Sergiler yahut konferanslar düzenlendiğinde seyirci veya dinleyicilerin hangi toplumsal-kültürel kitleden çıktığı gözle görülebilir. Elbette benim derdim o kitle değil, bu sanatları yaşatarak çok önemli bir hizmette bulunmuş oluyorlar, ayrıca engin bir kültür zenginliğinden de nasipleniyorlar. Aferin onlara. Benim derdim ötekilerin, yani bu derginin okurları olan “ulusalcı, Kemalist, milliyetçi, İslamofobik olmayan Sol”un neden bu sanatlara yeterince rağbet etmediği.
Hat sanatını ele alalım. Evlerini boy boy kilimlerle, bakır ibriklerle süsleyenler, bir hat eserini duvarlarına asmayı akıllarından bile geçirmez. Oysa o kadar zengin bir kültürü barındırır ki hat sanatı, hem de bu toprakların kültürünü. Konuya aşina olmayanlar herhalde hat sanatını bir “Arap sanatı” zanneder. Ve Arap dünyasında, İslâm dininin ortaya çıkmasına koşut olarak doğduğu elbette doğrudur. Ama İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun hat sanatının merkezi olduğu da bir o kadar su götürmez. Yani beş yüzyıldan uzun bir süredir hat sanatını bu topraklar beslemiştir. Yabancı bir sanat değildir asla.
Rahmet senedi elimde oldukça
Bir hat eserine bakmanın türlü yolları vardır. Örneğin, “Ne yazıyor?” diye sorulabilir, yani sadece bir metin olarak görülebilir. Yahut anlamından bağımsız olarak siyah-beyaz lekelerin bir araya geldiği bir grafik eser olarak görülebilir. Gerçi işin doğrusu, hat sanatının zevkine varmak için bunlardan ne biri yeterlidir, ne öteki. Anlam ile biçimin başka hiçbir sanatta görülmeyen bir şekilde bir araya geldiği bir sanattır hat sanatı. Ve Sol bu sanatı yok sayarak eşi az bulunur incelikleri gözardı eder. Bir örnek vereyim.
Birçoklarınca 20. yüzyılın en önemli hattatı addedilen Mustafa Halim Özyazıcı’nın Hicrî 1348 (1929–1930) tarihli sıradışı bir eserini görüyorsunuz burada. Kur’an-ı Kerim’in Enbiyâ suresinin 107. âyetinde “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn” (Ve biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik) denmektedir. Yani Hz. Muhammed’in insanlığa gönderilmesinin, Allah’ın rahmetinin (esirgeyiciliğinin, bağışlayıcılığının) bir göstergesi olduğu belirtilmektedir. Halim Efendi bu âyetin Arapça metnini bir el şeklinde yazmıştır. Hemen şunu ekleyeyim, resim şeklindeki yazılar halk arasında iyi bilinir, ama önemli hattatlar bu tarza pek itibar etmemiştir. O bakımdan bu eser kayda değer bir istisnadır, harflerin şekilleri bozulmadan ortaya konmuş olan ender yazı-resimlerdendir. El, sülüs hattıyla yazılmıştır. Altında ise rıka’ hattıyla Türkçe bir beyit görülüyor. Bu beyitte ise şöyle denmektedir: “Ne kadar müznib isem de yine olmam gamnâk/Hüccet-i rahmet iken elde: Ve mâ erselnâk” Bugünün Türkçesiyle, “Ne kadar günahkâr isem de yine gam yemem, rahmet senedi elimde oldukça,” ve bunun arkasından âyetin Arapça aslının ilk üç kelimesi. Yani beyitte âyet nâzil olduğu için elimizde rahmet senedi olduğu belirtiliyor, dolayısıyla Halim Efendi de o âyeti aynen bir el şeklinde yazmış, “elde” olduğunu vurgulamak için.
Şimdi, bu eserin hat sanatı açısından önemli olduğunu takdir etmek için elbette belirli bir birikime ihtiyaç vardır, her bakan “Vay be, teknik açıdan ne kadar kusursuz bir yazı” diyecek değil. Ama Allah’ın esirgeyici olduğunu hatırlatan bir âyetin, bu esirgeyiciliğin senedi, garantisi olarak görülmesi, “elde” addedilmesi, dolayısıyla da metnin el şeklinde yazılmasındaki ince nükteye herkes varabilir, yeter ki açık fikirli olunsun ve “Arap harfleri”ndeki sanat ve kültür potansiyeli gözardı edilmesin.
Osmanlıca öğrenmenin zor olduğu, Cumhuriyet ideolojisinin temel taşlarındandır. İnanın ki hiç öyle değil. Gayet kurallı ve rasyonel bir sistem. Hele İngilizce veya Fransızca öğrenmek azabından geçmiş olanlar Osmanlıcayı kolaylıkla öğrenebilir, bundan emin olun. Hat sanatının tadına varmak için elbette yazıyı okuyabilmek gerekir. Bununla beraber Arap elifbasını bilmeyenler de hat sanatında seyrine doyulmayacak güzellikler bulabilir. Ama buluyorlar mı? Bırakın bulmayı, hat sanatını bakmaya, düşünmeye değer addediyorlar mı? Yoksa “gerici” olduğu için ellerinin tersiyle bir kenara mı itiyorlar?