Nevzat Onaran ile Söyleşi:
Ermeni ve Rum malları nasıl Türkleştirildi?
Gazeteci ve yazar Nevzat Onaran, Osmanlı ve Cumhuriyet Döneminde Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi kitabında, 1915 ve sonrasından itibaren Ermeni ve Rumlara ait malların yağma sürecini, çıkartılan el koyma kanunlarıyla Türk burjuvazisinin oluşturulmasını belgelerle birlikte ortaya koydu. Elçin Poyraz, Nevzat Onaran ile ‘Emval-i Metruke’ denilen bu malların yağma süreçlerini, el koyma ve yağmanın Türkiye’nin milliyetçi ideolojik devlet yapısının oluşmasındaki temel konumunu, soykırımı ve İttihatçılar ile Kemalistler arasındaki süreklilikleri konuştu.
‘Emval-i metruke’nin ne anlama geldiği kamuoyunda pek bilinmiyor. Ne demek ‘Emval-i metruke’?
Nevzat Onaran: İkisi de Arapça kelimedir; emval ve metruk. Emval, mallar ve mülkler demek, metruk ise terk edilmiş, bırakılmış. Emval-i metruke, terk edilmiş mal ve mülklerdir. Sanıyorum bu, terk edilmiş mallarla ilgili olarak Osmanlı hukukunda kullanılan bir tanımlamaydı, fakat 1915’ten sonraki kullanımı çok farklı.
Balkan Harbi sonrası Balkanlardan gelen İslam muhacirlerini iskân etmek için İttihatçı hükümet özellikle Yunanistan’la sınır bölgesi denebilecek Ege ve Marmara kıyılarındaki Rumları Yunanistan’a kaçırtmaya yönelik bir politika uyguladı. Bunun sonucunda boşaltılan bu bölgelere Balkanlardan gelen Müslüman muhacir ahali yerleştirildi.
1915’te ise Zeytun sürgünüyle başlayan ve sonradan 27 Mayıs 1915 Tehcir Kanunu’yla birlikte kitleselleşen Ermeni sürgünü başladı. Emval-i metruke, 1915’te Ermeniler başta olmak üzere sürülen herkesin geride kalan malları için İttihatçı hükümetin kabul ettiği bir tanımlamadır.
O dönem kabul edilen hukukî bir tanımlama mıdır?
İttihatçı hükümetin 1915’teki kararlarında da Emval-i metruke şeklinde geçer ve 10 Haziran 1915’te çıkarılan –kısaca ‘Ermeni Mallarına El Koyun Talimatnamesi’ diyeceğim– talimatnamede de geçer. Sonradan 26 Eylül 1915’te çıkarılmış olan ve sürgün edilen insanların geride kalan mallarını devlet adına gasp etmeye yasal zemin hazırlayan Tasfiye Kanunu’nda da geçer. Bu tanımlama 1920’ler sonrası Cumhuriyet döneminde aynen kabul edilecektir.
Emval-i metruke konusunu araştırmaya ne zaman ve nasıl başladınız?
Ben Malatyalıyım. Köyümdeki yaşlılarla 2002 senesinde bir sözlü tarih çalışması yaptım. Yaşlılardan biriyle konuşurken, bizim köyde benim yıllarca “Ağanın tarlası” diye bildiğim tarlanın 1915’te köyümüzden sürülen ve ailesi darmadağın edilen komşumuz Ohanneslerin tarlası olduğunu öğrendim. Bu bende bir kırılma noktası oldu.
Daha sonra, Hrant sağ iken Agos’a bir yazı gönderdim. Hrant bana geri döndü ve böylece Agos’a belli aralıklarla yazı gönderir oldum. O sıra bir tarihçiden 1920’den 1929’a kadarki Türkiye Büyük Millet Meclis zabıtlarının günümüz alfabesine çevrilmiş halinin fotokopisini almıştım; 70-80 ciltlik bir fotokopiydi. Zabıtları karıştırırken önemli bir kanun buldum. İlk kez 2005 Mayıs’ında Agos’ta çıktı ve beni de bu çalışmaya yönlendiren makale oldu.
Bulduğum kanun, 31 Mayıs 1926 tarih ve 882 no’lu kanundu; Ermenilerden kalan mallardan yani emval-i metrukeden 20 bin lira değerindeki malın, yurtdışında öldürülmüş olan İttihatçıların ailelerine verilmesini öngörüyordu. Kanunla Talat Paşa veya Cemal Paşa ailesine 20 bin lira değerinde Ermeni malının verilmesi sağlandı. Mal verileceklerin listesinde 12 kişinin ismi vardı. Bu, konuyla ilgili çalışma yapanların ilk kez gördüğü bir kanundu. Bunun üzerine, özellikle o döneme ait kanunları toparlamaya çalıştım. Bu çalışmam Emval-i Metruke Olayı ismiyle 2010 yılında yayımlandı. Son yıllarda da çalışmaya ve araştırmaya devam ettim.
Bulduğum vesikalarla çalışmamı daha kapsamlı hale getirdim. Aynı zamanda o döneme ait siyasî konjonktürü okuyucuya vermeye çalıştım. Türk burjuvazisinin ekonomi politiğini, emval-i metruke denilen malların gaspı ve talan edilmesi, yani malların Türkleştirilmesi özelinde araştırdım.
Ermeni ve Kürt sorunları açısından İttihat ve Terakki politikalarıyla Cumhuriyet politikaları arasında süreklilik var diyebilir miyiz?
Çokuluslu bir ülkedir Osmanlı. İttihatçılar çokuluslu yapıya karşı merkeziyetçiliği ve çoğulculuğa karşı da Türkçülüğü kabul etmekle, gayri Türklerle Hıristiyan ve Musevileri yok saymış oldu. Ermeni soykırımına giden politikaların temelinde İttihatçıların bu politikası yatar. İttihatçıların 1908 devriminde hem bugün ulusal sorun dediğimiz meseleyi hem de yıllardır savaş nedeniyle daha da yoksullaştırılan ve zulüm gören emekçi kitlelerin ve köylülerin sorunlarını çözecek bir programı yoktu. Zaten Birinci Dünya Savaşı sonrasında İttihatçılar, mevcut ortamı merkeziyetçi ve Türkçü politikalarını icra etmek açısından bir fırsat olarak değerlendirmiştir. Bugün bile bu konular tartışılırken, merkezî idareyi mi yerelleri mi güçlendirelim şeklinde bir tartışma olduğu an, resmî ideolojinin refleksi hemen şudur: Parçalanıyoruz.
Gasp edilen mallar konusuna dönersek, el koymalarda nasıl bir sistematik politika izlenmiştir?
İttihatçıların 1915’te uyguladığı Tasfiye Kanunu, 15 Nisan 1923’teki bir değişiklik dâhil, 8 Kasım 1988’e kadar yürürlükte kalan bir kanundur. Sistemin oluşumunda temel bir kanundur, üstüne ek kanunlar gelmiştir. Tasfiye Kanunu’nun getirdiği sistem şudur: Sürülenin geride kalan malına, iradesi dışında devlet adına Hazine tarafından el kondu. Mala el konması ve satışı gibi işlemleri yerine getirmekle görevlendirilen Tasfiye Komisyonları kuruldu. Bu komisyonların tüm işlemlerin kaydını yaptığı Sürgün Defterleri’nden bugüne kadar tek bir tanesinin sayfası gün yüzüne çıkartılmamıştır.
Tasfiye Kanunu’nda 1923’te bir değişiklik yapıldı, o değişikliğin ardından 1924’ten 1930’lu yıllara kadar çeşitli kanunlar çıkartıldı. Ermeni malları şu şekilde satılacak, fiyatı da bu olacak diye.
El konan mallar 1920’lerde satışa sunuldu, ama bu satışlardan önce yerelde eşraf kesiminin el koymaları var, bazısını da devlet hibe etti. Buna açıktan mülkiyetin Türkleştirilmesinde 1915 yağması denebilir. Özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonraki süreç böyledir.
1920’lerin sonlarına gelindiğinde mallar ne de olsa dağıtıldı, hibe edildi ve artık tapusu lazım. Bunun için 24 Mayıs 1928 tarih ve 1331 no’lu tapulama kanunu çıkartıldı. Ayrıca Medeni Kanun’la da mülkü 10-15 yıl kullananlara tapulama imkânı yaratıldı.
Tasfiye Kanunu gereği, satışlardan toplanan paralar Mal Sandıkları’nda toplatıldı. Mal Sandıkları’ndaki bu paralar sahiplerine verilmediği için, 24 Mayıs 1928 tarih ve 1349 no’lu kanunda, denildi ki sürülen kişiler adına Mal Sandıklarında toplanan paralar bütçeye aktarılacak, tam da 1929 ekonomik krizi öncesi. Benim bulduğum bir evraka göre, bütçeye aktarma işlemi 1942’ye kadar devam etmiş görünüyor. 1910’larda malların sahipsiz bırakılması, 1920’lerde ise bu malların talan edilmesi, tapulandırılması ve sistemin bunun üstüne oturtulması söz konusu.
Ermeni mallarının talan ve gaspıyla Türk burjuvazisinin sermaye birikimi süreci nasıl yaşandı?
Osmanlı şöyle bir sistem oluşturmuş: Müslümanlar asker olacak, ekonomik aktiviteleri sınırlı, Hıristiyanlar ve Museviler ise askerlik yapmayacak, ekonomik aktiviteyi devam ettirecek, para verecek. Rum cemaati daha 1832’de Halki’de (Heybeliada) Elen Ticaret Akademisi’ni kurmuş. Oysa Osmanlı’nın ticaretle ilgili kurduğu mekteplerin tarihi 1880’lerdir. Rum cemaati devletin kendisinden 50-60 yıl önce bu işe girişmiş. Cemaatlerin sermayedarlarının bu anlamda ekonomik aktiviteleri güçlü, yabancı sermaye ile ilişkisi var, Müslüman Türk sermayedarlar ise geride kalmış. Osmanlı’nın iktidar yapısında Osmanlı kimliği geriye düşüp Müslüman ve Türk kimliği öne çıktıkça, çelişkiler de artmaya başladı. Devletin yapısına hâkim Müslüman-Türk unsur, diğerlerine tasfiye politikaları uyguladı. Ama yabancı sermayenin işbirlikçisi olduğu gerekçesiyle değil, Rum olduğu için, Ermeni olduğu için tasfiye etmeye çalıştı. Nitekim, Dersaadet Ticaret ve Sanayi Odası’nın geçmişine baktığımız zaman doğal olarak Rum ve Ermenilerin yönetimde daha fazla olduğunu görüyoruz.
Ermeniler 1915’ten itibaren sürülünce ve sürgün ve mübadeleyle Rumlar da gidince, gidenlerin fabrikaları ve bütün üretim yapıları fiilen Müslüman-Türk sermayedara transfer edilmiş oldu.
Bu, elbette o kadar düz ifade edilemez; İstanbul’da biraz Rumlar kalıyor elbet, fakat sonunda bu Türkçü yapı o kadar egemen oluyor ki, mesela 1930’larda İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası üye olmak için koşul sayarken “Türk olmak” şartını getiriyor. Hatta fiilen yönetime girmenin koşulu Müslüman-Türk olarak netleştiriliyor ve diğerleri tasfiye ediliyor.
Türk burjuvazisine baktığımızda, birikiminin 1915’ten sonra, özellikle 1930’lara kadar geçen sürede, Rum ve Ermeni sermayesinin transferiyle sağlandığını görüyoruz. Bu anlamda Ermeni soykırımı sadece bir milletin can güvenliğinin yok edilmesi değildir, iktisadî varlığının da yok edilmesi ve Türkçü resmî ideolojinin bu yok edilmenin üstüne bina edilmesidir.
Bugünkü Türkiye sınırlarını dikkate aldığımızda, 1914’teki Osmanlı’nın nüfus sayımına göre yüzde 20’lerde olan Hıristiyan ve Musevi nüfus oranının bugün binde 1’e düşmesi bile, tasfiyeyi esas alan Türk milliyetçiliğinin ekonomi politiğini çok iyi izah etmektedir.
1964 Rum sürgünü gibi olayları da düşündüğümüzde yakın döneme kadar devam eden bir tasfiye sürecinden bahsediyoruz. Kanun’un da 1988’e kadar yürürlükte olduğunu düşünürsek…
Kıbrıs gerekçesiyle, İstanbul’da kalan Rumların son sürgünü de 1964’te yaşandı. Böylece İstanbul’un binlerce yıllık kimliğine öldürücü darbe vuruldu.
26 Eylül 1915 tarihli Tasfiye Kanunu, ancak 8 Kasım 1988’de kaldırıldı, ama bugün zaman zaman gazetelere yansır, tapu ile ilgili konularda Millî Güvenlik Kurulu devreye girdi veya MİT devreye girdi şeklinde. Bütün bunların altında yatan, mevcut ekonomik sistem oluşturulurken bir önceki kayıp düzeninin yarattığı tedirginliktir.
Niye tedirgin oluyorsun? İşte bu tedirginliğin temelinde yağma vardır; çünkü yapılan hem vicdanî değildir, hem de ahlakî değildir.
Konuyla ilgili belgelere ulaşmak ve araştırmak kolay mı? Arşivlerde neler dikkatinizi çekti?
Bugün arşivler bilgisayar sistemiyle nispeten rahat. Bu, şu anlama geliyor: bilgisayara yüklenmiş belgeleri görme imkânı var. Yüklenmeyenler var mıdır? Bir soru. Niye olmasın? Zaten gerek İttihatçılar döneminde gerek 1920’lerde evrak imhası Türkiye’de ciddi bir devlet politikasıdır. İttihatçıların yargılamalarında da gündeme gelir, evrakları o aldı gitti, bu aldı gitti diye kendileri söylemişlerdir. Mesela Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgili doğru düzgün tek bir belge yoktur. Ama bu imhalar yetmedi; 2 Haziran 1929 tarih ve 1515 no’lu kanunla, hukukî kıymetini kaybetmiş tapu kayıtların imhası amaçlandı.
Bu da yetmedi, 1930’larda Osmanlıca olan evrakları tasnif etmek için bizzat komisyonlar kuruldu ve bunların çalışmasına göre bazı evraklar yakıldı ve imha edildi. Hatta bir kısmı Bulgaristan’a satıldı. Halil İnalcık’ın açıklamasına göre, şu anda Bulgaristan’da Osmanlı’yla ilgili bir milyon evrak vardır. Böyle bir talanı düşünebiliyor musunuz?
Bulgaristan’a evrak satılmasıyla ilgili şunu söylemek istiyorum, zaman zaman bazıları “Mustafa Kemal’e yaranmak için bir takım memurların kendi başlarına yaptığı iştir” der, oysa bu bir yalan. Bizzat kanunlar çıkarılmıştır, komisyonlar kurulmuştur, evrakların imhası devlet faaliyetidir.
Hatta 1933’te İstanbul Adliyesi’nde büyük bir yangın çıktı ve yapılan resmî açıklamaya göre 4 milyon evrak yandı. Faşistlerin 1960-70’lerde sokağa salındığı dönemde, pek çok ilçede nüfus ve tapu dairelerinde yangın çıkmıştır. Köyümün bağlı bulunduğu Hekimhan’ın nüfus ve tapu dairesindeki yangın sonucunda, bugün ailemden bazılarının resmî olarak iki tane doğum tarihi vardır!
Ermenilerin sürülmesi ve mülklerinin sahiplenilmesi hakkında bir hafıza yitimi var. Bu sistemle nasıl yüzleşmeliyiz?
Bu yaşanan süreç –millî tasfiye süreci diyelim– şu anda da bitmiş değil, halen devam ediyor. Konuyla ilgili ciddi bir yüzleşme ve tartışma gerekiyor. Ama makro düzeyde, Ankara-Yerivan ya da başka yerler arasında yapılacak merkezî anlaşmalarla sorunun çözüleceğini düşünmüyorum. Ermeni sürülmüş, aradan 100 yıl geçmiş, artık neyi konuşacağız, denebilir. Giden gitmiş, kalan kalmış şeklindeki bir düz mantık. Ama bu öyle kolay kabul edilecek bir konu değildir. Biraz üstündeki kabuğu kaldırdığınız zaman vicdanî ve tarihî gerçek ortaya çıkıyor. Üstünden çok da zaman geçtiği ve uzadığı için acılı ve sancılı bir süreç, yaşanılanların anlaşılması da zorlaşıyor.
Makro düzeyde, merkezî olarak anlaşmakla çözülemez derken şunu kastediyorum: Yerelde barışı sağlayacak, tartışmayı oturtacak bir sistem gerekli. Tabii bu süreç hukukî güvence altında olmalı. Örneğin, yakın dönemde hakkında konferans da düzenlenen Müslümanlaştırılmış Ermeniler konusu. Yerelde bu sorunla ilgili barışma süreci yürütülürken aynı zamanda Müslüman olmuş Ermenilerin de kendi kimliklerini rahatlıkla ortaya koyabilecekleri ve kendilerini ifade edebilecekleri bir ortamın sağlanması gerekiyor.
Tabii ki Karadeniz’de Samsun’dan Hopa’ya kadar Müslümanlaştırılmış Pontuslular konusu da vardır! Ermeni soykırımıyla ilgili yüzleşme, bir yönüyle de Pontuslularla ilgili konuyu çözümleme ortamı yaratmış olacaktır.
Müslümanlaştırılmış Ermenilere kendilerini ifade imkânı verildiğinde cüzî de olsa “Ermeniler halen kendi topraklarında yaşayabiliyor” durumu ortaya çıkacak, bu çok önemli. İkincisi, bizim köyü örnek alalım, Ohanneslerin malı mülkü varmış, tamam. Ohannesler köye geri gelecek, oturulup konuşulacak. Malımı mülkümü istiyorum dediğinde ise ona al paranı git denemez. Orada, toprağında yaşamak istiyorsa, burada benim atamın toprağı vardı diyorsa, toprağını iade edecek bir sistem de kurulmalı.
Bunun ekonomik boyutu var, milyar dolarlar gibi rakamlar insanın aklına rahatlıkla gelebilir. Ama bu devlet, Uzan ailesiyle 100 milyar dolar için Paris’te oturup görüştü. 2001 bankacılık krizinde, 18 tane hortumcu bankacının 60 milyar dolarlık vurgun borcunu halka fatura ettiler. Olayı rakamlara çekip tartışılamaz bir boyuta getirmemek gerek.
Her şeyden önce, kendisini Malatyalı, Maraşlı, Erzurumlu hisseden insanlara vatandaşlık da verilmelidir.
Kimliğini gizleyen Müslüman Ermeni ve Rumların kendilerini ifade etme olanağı sağlanmalı. O bölgelerde mal almak istiyorlarsa tartışma ve kabullenme ortamını sağlamak gerekir.
Bu mallara gasp yoluyla ilk el koyan hazinedir, yani devlettir. Devletin el koyduğu malı, diyelim yerelden eşraf gasp etmiş ya da devlet birisine satmış veya hibe etmiş. İkinci elden bu gasp edenlerle konuşulduğunda, kimin malını kime veriyorsun diye itirazlar ortaya çıkabilir. Ama hukukî süreç iyi oluşturulursa, bu türden itirazlar asgariye indirilebilir. Burada Ermeniler bütün malları alır gibi bir şey söylemek istemiyorum. Pratik olarak pek mümkün ve anlamlı bir şey değil çünkü. Ama yerelde bu süreçleri güçlendirecek bir sistem oluşturmak gerekiyor.
Eğer yerelde gerçekleşecek bir yüzleşme sağlanmazsa sorun yine çözülmemiş olarak kalacaktır. Buradan gitmiş, Urugay’da yaşayan Malatyalı bir Ermeni, örneğin, atasının toprağından ayrılmak zorunda kalmış, oysa burası binlerce yıldır Ermenilerin toprağıydı. Olaya insanî ve tarihî açıdan bakmak gerekiyor, sadece soykırımı kabul etmeyle sınırlı bir mesele değil.
El konulan mülklerin bilinen örnekleri var mı?
Kitapta bazı mülklerin transfer hikâyelerini yazmaya çalıştım. Şöyle örnekler vereyim: Kasapyanların çiftliğinin Çankaya Köşkü olması, Elen Ticaret Akademisi binasını Deniz Kuvvetleri’nin alması, Sansaryan Hanı’nın İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılması, Kasapyanların Şişli’deki binasının Atatürk Müzesi olması, Taksim’de Surp Agop Ermeni Mezarlığı’na İstanbul Belediyesi tarafından el konulup Divan Oteli ve oradaki diğer binaların yapılması.