20 dolar 20 kilo
“20 dolar 20 kilo” sergisi kapsamında Cemaat Vakıfları Derneği ortak sözcüsü, Rumvader’in kurucularından Laki Vingas ile söyleşi
Siz 1961 doğumlusunuz, 1964 yılını yaşamamışsınız. O yıl 13 bin Yunan uyruklunun sınırdışı edilmesiyle birlikte yaklaşık 60 bin kişinin göçünden dolayı büyük acılar yaşandı. Bu travma 1974’e kadar sürdü ve İstanbullu Rumların sayısı 120-130 bin kişiden 2000 kişiye kadar düştü. Siz nasıl bakıyorsunuz bütün bu yaşananlara? Rum cemaati nasıl bakıyor? Hiç 64 konuşulur mu? Nasıl konuşulur? Ne hissedilir? Bugün siz ne hissediyorsunuz? Anlatır mısınız?
Açıkçası ben 1964 olaylarının gerçek vahametini çok sonraki yıllarda anladım. Bizler, burada kalmış Rumlar, aileleri 64 olaylarından dolayı sürgün edilmiş olan ve olmayan Rumlar bu vakayı bütün derinliğiyle, tam anlamıyla anlayabilmiş değildir, ben de bunlardan biriyim. Ailemizin bir mensubu yurtdışına zorla sürgün edilmediğinden, ancak kendi evlerimizde bunu tartışabilir, sessizce konuşur, sesimizi kısardık. Bu olay Rum cemaatini bitirme stratejisinin bir parçası ve en önemli darbesiydi. Çünkü 6-7 Eylül 1955 olaylarından sonra Rum cemaati buradan ayrılmadı. Umutlarını korudu, umutlarıyla bu büyük yarayı zaman içinde kapatabileceğini ve tekrar bu toplumun bir parçası olarak normal bir geleceği hedefleyeceğini varsayarak hayaller kurdu. Ama 64 olayları tam bunun aksine hakikaten bardağı taşıran son damlaydı.
Bütün bu insanların buradan kovulurken yaşadığı acıları ve travmaları bir tarafa bırakalım, burada bir devletin kendi insanlarına yapmış olduğu büyük bir haksızlık söz konusu. Bugün Ortadoğu’daki göçleri, insanların kendi topraklarından sürgün edilişlerini görüyoruz ve içimiz sızlıyor. Bu insanlar, bu şehrin parçası olan bu insanlar da tek bir valizle, tek bir valizle ve 20 dolarla kovuldular. Nereye gidecekleri sorulmadı, kimlerin onları misafir edeceği sorulmadı. Geçimlerini nasıl sağlayacakları sorulmadı. Ve daha da önemlisi buradaki haklarını kimin koruyacağı da sorulmadı. Çünkü böyle bir hakkı korumak gibi bir anlayış, bir tasarruf yoktu. Bu insan haklarına, temel haklara vurulan bir darbeydi.
Böyle kötü muameleye maruz bırakılan bir toplum doğaldır ki geleceğini bu ülkeden bekleyemez. Bundan dolayı 1964’ten 2000’li yıllara kadar insanların yaşam şekli öyleydi ki bir an önce Türkiye’den ayrılmak düşünülüyordu. Çünkü siyaseten borçlu doğmalarını talep ediyordu devlet. Ve biz bunun önüne geçemiyorduk, cemaati koruyamıyorduk.
Uzun yıllar boyunca, her Rum bu konulardan dolayı siyaseten borçlu doğdu. Kendi göğsünde ve sırtında ağır yükler vardı, tabelaları vardı. Bu tabelalarda Kıbrıs sorunu, mütekabiliyet sorunu, Lozan, 1964, 1955, İstanbul işgal kuvvetlerinin anlayışı, ta gidersiniz Mora Yarımadası isyanına kadar. Bütün bu meseleleri, tarihin yazdığı bütün bu yükleri Rum nüfusuna doğar doğmaz taşıma mükellefiyeti verildi. Tabii bu çok ağır bir yüktü. Herkes taşıyamadı, herkes de bu yükle yürüyemedi. Bazıları bütün birikimlerini, evlerini, ailelerini, geleceklerini ve hatta ölülerini mezarlarını bırakarak gitmek zorunda kaldı.
Rahmetli annem Atina’da yaşıtlarıyla ev ortamında konuşurlarken bir hanımefendi para çantasından bir anahtar çıkarmış: sürgün edildiği evinin anahtarı. Bu kadıncağız 25 yıl çantasında evinin anahtarıyla yaşamış. Bunlar neden yaşandı, neden yaşatıldı? Bunun hesabı verilmiyor, hesabını veren de yok zaten. Hiç olmazsa bu yıl, ellinci yılını yaşadığımız bu yıl, toplumun, kurumların, devletin bu konuyla yüzleşeceğini umuyorum. Bu bile insanlarının acılarını hafifletebilir.
O gün yurdundan edilen insanlara yeni imkânlar sağlanabilir. En azından belki çocuklarına imkân verilebilir.
Mülkiyet konusunda iki tane klasik kelime vardır: “Firar” ve “gaib”. Firar etmiştir, gaiptir. İkisi de, mahkeme kararıyla “mülkiyeti bizimdir” demek. Bu iki kelimenin mülkiyeti gasp anlayışı çerçevesinde hukuk terminolojisinde çok önemli yeri vardır.
Bu para çantasında anahtarını taşıyan kadın, o çantayla öldü. Hiçbir zaman gelemedi ait olduğu yerlere. Kendi geleceğini koruyamadığı gibi geçmişini de koruyamadı, kendi mezarını da koruyamadı.
Bakın, dün çok değerli bir Rum vatandaşımızı kaybettik Atina’da. Önemli ve İstanbul Rumlarına Atina’daki yaşamları boyunca çok hizmeti olan, oradaki insanların birlikteliğini korumak adına, derneklerimizi, geleneklerimizi, göreneklerimizi, bu kültürü yaşatmak adına. Orada 25’e yakın derneğimiz var. Bütün bu insanların göç etmek zorunda kaldıkları yerlerde en büyük arzuları kendi kültürlerini, kendi hüviyetlerini korumaktı. Bu mücadeleyi de verdiler. Böyle bir abimizi kaybettik. Bütün bunlara rağmen burada gömülmeyi istedi. Şimdi ailesi onu İstanbul’a getiriyor. İşte bu duygularla yaşanmış hikâyeler.
Dolayısıyla siz sürgün mü dersiniz, kasıt mı dersiniz, bu insanları, bu toplumu ortadan silmek arzusu mu dersiniz, siyaset mi dersiniz, ne derseniz deyin. Ama ellinci yılında yüzleşmek, bu konuyu anlatmak çok önemli. Bunların sorumlularını cezalandırmak mümkün değil, ama en azından kendi vicdanlarımızda, genç Türk toplumunun vicdanında bu siyaseti güdenleri cezalandırmak ve mahkûm etmek gerekiyor. O vicdanları yaratan ortamlara bir daha zemin hazırlamamak gerek. O insanların psikolojisini rehabilite etmek, böyle siyasî kararlar verdirten altyapıyı ortadan kaldırmak gerek. Bu konuları araştırma, öğrenme imkânları sağlamak sanıyorum hepimizin borcu. Bu meseleleri gündeme getirmek bir kasıt, bir rövanş meselesi değil. Bu konuları gündeme getirmek tekrar olmasını engellemek için önemli.
Bugün Suriye’den, Irak’tan insanları görüyoruz, Afrika’dan insanları görüyoruz, binlercesi ölüyor. İşte bunlar da öyle bir anıydı, öyle bir gerçekti. Bu insanlar buradan göç ettirilirken büyük bir şehirde, büyük bir megapolde gelenekleriyle yetişmiş, hali vakti yerinde insanlardı. Ailenin babası gidiyor, hanımıyla çocukları burada kalıyor. Mümkün değil, onları da sürükleyip götürüyor. Dolayısıyla 64 olayları gerçek anlamda Rum toplumunun belini kıran bir darbeydi. “Efendim yalnız 13 bin kişi gitti,” diyorlar. Hayır. On üç binin arkasında gidenlerle bunu 40-50 bine çıkartın. Gökçeada’daki mülkiyet hakları bitti, hepsi gasp edildi. Gökçeada’daki bütün okullar kapatıldı.
Bütün bunları görürseniz 64 olayları bir pakettir, siyasî kararlılıkla verilmiş ve maalesef bir daha belini doğrultamayacak bir cezadır, kasıtlı yapılmış bir siyasî harekettir. Şimdi biz bir takım mücadeleler verirken, 64 olaylarını tamamen telafi etmek adına değil ama en azından mümkün olanları kurtarmak, normalleştirmek için uğraş veriyoruz. Gökçeada’da bildiğiniz gibi 49 yıl sonra, geçen sene bir okul açıldı. Fıkra gibi. Yani bir okulu, 49 sene sonra tekrar açmak, açabilmek bir mağruriyet konusu değildir. Bir ayıptır. Ben bu konuyla çok ilgilendim, okulu tekrar açmak hususunda, ama inanın bir okulu açmak, bir insanın temel hakkı olan kendi dilini, kendi eğitimini alabilmek hakkını vermek bu kadar büyük bir siyasî övünç kaynağı olmamalı. Bunlar doğal şeylerdir. Bu doğallık içinde bu olayları gerçek anlamda değerlendirmemiz gerekiyor.
64 olaylarını benim çocuklarım da bilmiyor. Bu vesileyle sanıyorum ellinci yılında herkes çok daha derinlemesine bu olayı değerlendirecek, sosyolojik, siyasî, ekonomik ve mülkiyet, bütün bu boyutları araştıracak ve bunları değerlendirecek ve eminim ki bu sayfayı da çok daha şeffaf hâle getireceğiz. Çünkü karanlık bir sayfa. Bu kararlar nasıl verildi, niçin verildi? Tabii neticede niçin verildiği belli. Ama nasıl verildi? Bütün bunları bilmek gerekiyor, bu da devletin bize olan mesuliyetidir, borcudur sanıyorum.
64 olaylarının ayıbını, ellinci yılında tekrar gündeme getirenleri kutluyorum. Çünkü inanın ki genç kuşak, bizim cemaatimizin genç kuşağı bile bunu bu kadar teferruatıyla bilmiyor. Ama bundan mustarip olan insanların çocukları hâlâ yaşıyor, hatta ilk jenerasyon insanlar hâlâ yaşıyor. Ve bu acılarla zihinlerinde, kalplerinde, vicdanlarında o kadar acı çekmiş insanlar ki, onları silmek pek kolay olmuyor.
Başka bir anımı aktarayım. Yine burada bu kilisenin avlusunda, Yeniköy’de tanıştığım bir hanımefendi. Yeniköy’de yaşamış on yıl. Sordum, “Yeniköylü müsünüz?” “Hayır,” dedi. “6-7 Eylül olaylarında Fener Balat’ta oturuyordum. Öyle büyük zararlar gördük ki, korktuk, orada yaşayamayacağımızı anladık. Zaten bir şekilde kovulduk. Ve burada Rumlar daha çok yaşadığı için Yeniköy’e geldik. Ama dokuz yıl sonra 64 olayları bizi buradan kovdu.” Düşünün, kendi doğduğu şehirde bile, kendi mahallesinde bile yaşam hakkı sorgulanan bir toplum, zamanla bu ülkede bile yaşaması sorgulanmakta ve kovulmakta. Ümit ediyorum ki, bundan sonra böyle şeyler yaşamayacağız. Ve bunlar tarihin kötü sayfalarında, çirkin sayfalarında kalacak.
Bir başka anımı daha anlatayım. Hâlâ aramızda olan bir hanımefendi. Babası cenaze levazımatçısı, o zaman 19 yaşında, şu anda İstanbul’da yaşayan bir hanımefendi. Cenaze levazımatçısı beyefendi, kovulup terketmesi hususu ona tebliğ edilince 19 yaşındaki kızına gidiyor ve diyor ki “Yarın saat 12’de cenazem var, sen yanıma geleceksin, çünkü yarın ben saat dört uçağıyla gideceğim, kovuluyorum”. Kız 19 yaşında, hali vakti yerinde bir ailenin tek kızı. Diyor ki, “Ben 19 yaşıma kadar Beyoğlu’nda, okulda, sinemada, pastanede güzel bir hayat yaşarken, birdenbire babam gidiyor ve bana cenaze gibi zor, bir genç kızın yapabilmesi çok zor olan bir iş bırakıyor. Fakat çaresiz tabii 12’de cenazeye gittim, babam da saat 4’te gitti. O akşam tabii Rum toplumu nispeten kalabalık, cenaze oldu, yeni bir telefon geldi. Cenaze için beni çağırdılar, babam yoktu. Ben ilk defa bir ölüyle, bir cenaze işiyle karşı karşıya kaldım. Çok şükür ki o zaman bizimle aynı işi yapan, bir şekilde rakiplerimiz bana çok üzüldü ve destek verdi. Yavaş yavaş bu işleri öğrenmek zorunda kaldım. Bir bayan olarak babamın işini günümüze kadar taşıdım.” Babası zaten 7-8 sene sonra vefat etmiş.
Belli bir yaştan sonra 64’te gitmek zorunda kalan insanların büyük bir kısmı acıyla vefat etti, dayanamadı. Kazilas ailesinin 65 yaşında buradan gitmek zorunda kalan bir mensubunu tanıyorum. Büyük hanları, fabrikaları falan varmış, hepsine el konulmuş. Adamcağız oraya gitmiş tek başına, yeni bir iş kurmuş. Birkaç sene yaşadı ve sonra vefat etti. Çoğu da öyle. Çünkü yalnız ailenizi değil, evinizi, her şeyinizi geride bırakıyorsunuz. Belli bir yaştasınız, belli bir yaşam seviyeniz var. Yaşadığınız ülkede birdenbire güvensiz, yabancı, kötü, kovulması gereken bir insan haline bürünüyorsunuz ve çaresizsiniz. Tabii ki bunları bizlerin ifade etmesi belki kolay, ama yaşamak çok çok zor. Bunları yaşayanlar daha iyi anlatabilir.
Yakın zamanda Bay Dimo Paykopulos adlı bir muganni (şarkıcı) ile tanıştım. Kendisi 80 yaşının üstünde bir beyefendi. Bu hafta buraya gelecek. Dedim, “Siz ne zaman ayrıldınız?” Dedi ki, “64’te”. “Aa,” dedim, “64 sürgününün siz de mi bir tarafısınız?” Dedi ki, “Evet”. “Peki nasıl gittiniz?” “Valla, bana haber verdi ailem. Bütün eşyalarımı topladım, genç adamdım. Yedi valiz hazırladım, yedi valizle gittim, bir valize müsaade ettiler, altısını bıraktım.” Şimdi sık sık geliyor İstanbul’a. Orada hâlâ koro şefliği yapıyor. Ve inanın ki, 50 sene geçmiş, çok saygıdeğer bir beyefendi, bbugüne kadar yapmış olduğu en büyük iş İstanbul’da öğrenmiş olduğu ilahileri, İstanbul tarzıyla, İstanbul geleneğiyle, oradaki gençlere, Yunanistan’daki gençlere öğretmek oldu. Böyle büyük bir kültürden geliyoruz. Bu kültür her konuda çok değerliydi ve çok büyüktü. Korumak için mücadele ettik, biz böyle yetiştik. Kültürümüzü korumak istiyoruz, kültürümüzü geliştirmek istiyoruz. Bu anlamda da 1964 bizim toplumuza, bizim kültürümüze büyük bir cezaydı. Yani bedeli çok ağır, bedelinin karşılığını alamayacağınız, geriye dönüştüremeyeceğiniz büyük bir ceza.
Bu durumda neler yapılabilir diye sorarsanız… Ben bugünkü devlet veya hükümet olsam, o zamanki insanların adına belki birkaç bin kişiye tekrar oturma izni, belki birkaç bin kişiye belli bir süre için sağlık, sosyal yardım garantisi, belki TOKİ’den birkaç bin daireyi birkaç yıllığına tahsis eder, buraya gelmek isteyen insanlara böyle bir destek vermiş olurdum.
Bu, büyük acıların telafisi olmaz elbet, ama en azından yapılan çok büyük haksızlıkları, yaşatılan çok büyük acıları bir şekilde telafi etmek, vicdanen telafi etmek, bunun gayretini göstermek…
Önlemler paketi içinde, halen daha hazine adına kayıtlı olan mülkler var, bunların kökü belli, 64 olaylarında giden insanların mülkleri. Bunlar bahsettiğim gaib veya firar kelimelerinin yarattığı hukukî şartlarda hazineye veya devlet kurumlarına geçmiş mülklerdir. Bunların gerçek sahipleri irdelenerek, iade edilebilir kanaatindeyim. Gerçi bu mülkler bu süre zarfında son yıllarda belki el altından satılmıştır, üçüncü şahıslara gitmiştir, ama üçüncü şahıslara gidenlerin de tazminat hakkı doğmuştur. Sanıyorum bu konuda bir komisyon kurulur ve bu komisyon çerçevesinde bu olayın başını sonunu bir çerçeve haline getirirsek alınacak olan önlemleri ve sunulacak olan imkânları orada değerlendirme imkânı bulabiliriz.
Sanıyorum yeni Türkiye’nin, hedefleri büyük olan Türkiye’nin geçmişle yüzleşmekten korkmaması gerekiyor. Son yıllarda da bu iradeyi gösteriyor. Bu yüzleşmeden sonra da bu çok kültürlülüğü koruyacak şartları da geliştirmemiz gerekiyor.