Daha çok ihlal!
Ömer Faruk
Yarabıçak – Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları
İthaki, 2014
Yarabıçak, Ömer Faruk’un deneme kitabı. İçeriğine, biçimine bakıp hangi türe dahil olduğuna karar verilemeyen metinlerin gönderildiği, sahibi, sınırları, yasaları olmayan deneme alanından başka bir yer uygun düşmeyeceği için “deneme” dedim. Kitabın arka kapağında da öyle deniyor zaten. Birbirine eklenerek bir deneme-kitaba dönüşen parçalardan oluşan bu metnin içinde bir kısa roman, birkaç hikâye, birkaç makale, çok sayıda şiir ve özdeyiş, film ve roman özetleri, kısa ya da uzun alıntılar var. Parçaları birbirine bağlayan ise tasarlanmış bir kurgu ya da bir temadan çok, bir dert. Bu açıdan “deneme kitabı” yerine “dertleşme kitabı” da denebilirdi. Ama dertleşme içinden geldiği gibi içini dökmeyi çağrıştırıyor. Oysa Yarabıçak’ta her fikir, her cümle üzerine uzun uzun düşünüldüğü, en iyi ifadeyi bulmak için zanaatkârca bir çaba gösterildiği açıkça belli.
Peki bu çabanın gerisinde yatan ve parçaları “teyelleyip” tek bir metin haline getiren derdi ne Yarabıçak’ın?
Yarabıçak’ın derdi
Önce yara ve bıçak: duvarlar, kilitler, sınırlar. Duvarları inşa eden, kilitleri yapan, sınırları çizen kodlar, yasalar, yasaklar; bunların altında yatan dil ve üzerinde yükselen tahakküm. Yerleşik hayata geçti geçeli insanlık hali. Ömer Faruk öteden beri bu insanlık halini, bu tahakkümü dert edinmiş olmasaydı bu kitabı yazmaz, yazamazdı. Belki yine Deleuze ve Guattari’den, göçebe düşünceden, çingenelerden yola çıkan bir deneme yazardı ama yazdığı bu kitap olmazdı. Yani duvarın dışında kalmak, sınırların dışına sürülmek, bıçak ve yarayla tanışmış olmak önemli. Ama daha önemli olan, kitabı kuran ve bütünleyen, bıçak ve yarayı yarabıçak yapan derin dert şu: Tahakküme karşı isyanın geçmişi tahakkümün kendisi kadar eskidir; ama her isyan yeni bir tahakkümü tohum olarak içinde barındırır. Surlar yıkılır ama biraz yeni taşlarla, biraz da eski malzemeyle tekrar inşa edilir. Sahte tanrıların kitapları yakılır ama yeni kutsal kitaplar yazılır. Muhalefetin, direniş ve isyanın tahakküm ilişkileri üretmeyen bir yolu var mıdır?
Yarabıçak bu soru üzerine tefekkürün kitabı. Ömer Faruk’un bu soruya kesin, köşeli, “…dır” diyen ve noktayı koyan bir cevabı yok. Böyle cevapların geçerliliğine de, faydasına da inanmıyor. Hatta böyle bir konuda yazarken bile tahakküm üreten bir dil oluşturma riskini endişe edinmiş. Tek bir çözümü bildirerek kendi üzerine kapanan bir metin değil de bir çözüm ihtimali üzerine çok sesli, çok boyutlu ve çok parçalı bir deneme kaleme alması da bu endişenin ürünü olarak düşünülebilir.
Çok sesli metin
Düzene radikal siyasî muhalefetin adı son birkaç yüzyıldır “devrimcilik”. Buna karşılık, yerleşik düzenin kıyısında, yasayı yok sayarak yaşayan çingenelerin çok daha eskilerden gelen bir tecrübe birikimi var. Bu ikisinin karşılaşması düzene muhalefet için yeni bir zihinsel iklim yaratabilir mi? Yeni bir medeniyetin tohumlarının yeşerebileceği bir zemin oluşturabilir mi? Hiç değilse bizim için tahakküm ilişkilerini ortadan kaldıran bir hayat tarzının ipuçlarını verebilir mi? Ömer Faruk böyle bir imkânın var olduğunu düşünüyor. Bu yüzden “banka soymuş bir devrimci” ile “hırsızlık yapan bir çingenenin” karşılaşmasına dair Mister Fa’nın anlatısı kitabın belkemiğini oluşturuyor.
Mister Fa’nın anlatısında “profesyonel devrimci” olmuş, “banka kamulaştırma eylemine” katılmış, 12 Eylül’ün ardından asker ve polisten kaçmak için örgüte gitmek yerine İstanbul’a gitmeyi tercih etmiş biri olan Fa, İstanbul’da konup göçerek geçirdiği 30 yılın muhasebesini yapıyor. Bu anlatıda ve sonraki sayfalarda Mister Fa’nın yanı sıra Yarabıçak’ın “yazarı” yani birinci tekil şahsı ile yaşlı ve bilge muhalif, “Rakıyı Karanfille İçen Adam” da yer alıyor ve tartışıyor. Tartışan bu adamların karşısında varoluşlarındaki adı konmamış eksikliği temsil eden ve arzularına vücut kazandıran çingene kadınlar var: Fa’nın kaçak günlerinde sığındığı köşkte karşılaşıp bir rüyada gibi seviştiği hırsız ve Rakıyı Karanfille İçen Adamın evini çekip çeviren hayat yoldaşı çingene, Gülbahar hanım. Bütün bu kişilerin bir romanda değil de bir denemede buluşması boşuna değil: Ömer Faruk kafasındaki tartışmayı sahneye koymak istemiş. Bu yüzden bu kişiler birer roman kahramanı değil Ömer Faruk’un fikirlerinin taşıyıcısı. Okuru da tartışmaya katmak için yazar kendisini bölüp çoğaltarak çok sesli, uçu açık bir metin kaleme almış. Yapılan alıntılar, Oruç Aruoba’nın şiirleri, Köprü Üstü Aşıkları, Kim Ki Duk’un Boş Ev’indeki adam ile kadın, Melih Cevdet’in devrimci genci ile Raziye’si, kitabın anafikrine kanıt oluşturmak için değil, bu çok sesliliğe katkıda bulunmak için anlatıyı bölerek metne dahil olmuş.
Daha çok ihlal!
Yarabıçak’ın çoksesli kompozisyonunda, kitabın adındaki ikilemeyi metin boyunca sürdüren, biri “yerini yadırgayan şehirliler”, diğeri “konağını arayan göçebeler” tarafından seslendirilen iki ana ezgiyi ayırt etmek mümkün. Armoniyi sağlayan ise metnin anafikri. Aslında bir anafikirden çok bir çağrıdan söz etmek doğru olur belki:
Yarabıçak, modern dünyanın insanı kodlayan, araçsallaştıran, hareketsiz bırakan, söze, bedene, eyleme sınırlar koyan iktidarına karşı, devleti, ordusu, önderleri, kahramanları, bankaları, borsaları, gökdelenleri ve mabetleri olmayan, sınırlara aldırış etmeden yürüyüp giden çingenelerden ilham alan yeni bir medeniyet arayışına çağırıyor okurunu. Bu arayışa engel olan yasakları tanımamaya, sınırları ihlal etmeye çağırıyor.
“İhlal çağrısı” radikal sol muhalif çevrelerden duymaya alışık olduğumuz ihtilal çağrısından farklı bir şey. Aynı kökten gelmelerine ve önceleri pek farklılaşmamış olmalarına rağmen, ihlal ve ihtilal kelimeleri devrimler çağında farklı anlamlar kazandı. Son iki yüzyıl içinde ihtilal siyasîleşti, ihlal ise günlük hayatın içine çekildi. İhtilali Fransız devriminden, ihlali modern hukuk sisteminden bağımsız düşünmek mümkün değil artık. Öte yandan ihtilal akla, ihlal ise temel güdülere yaklaştı. İhtilalin bir yüzü katıksız isyan, bir yüzü ise tasarlanmış düzen yıkıcılığıdır; ihlal ise kuralı tanımama, sınırları yok sayma, yasayı ve yasağı çiğneme.
İhtilalin daha radikal bir içerik taşıdığı düşünülebilir. Ancak ihtilal kişinin hayatında bir ya da iki kez tanık olabileceği, belki de hiç yaşamayacağı tarihsel dönüm ânıdır. İhtilalcinin bu âna hazırlık yaparak sürdürdüğü hayatı hesaplı kitaplı, sıkı kurallara bağlıdır çoğu zaman. Heyecanlı gençlik yılları ya da toplumsal kaynaşmanın yükseldiği dönemler bir yana, kendine özgü bir konformizmin kucağında geçer ihtilalcinin ömrü. (Ayrıksı tarihî kişiliklerin ve genç şehitlerin efsaneleştirilmesine ihtiyaç duyulması belki biraz da bu yüzdendir.)
Gündelik hayatta irili ufaklı her türlü haksızlığa itiraza ve kerameti kendinden menkul bütün kuralları ihlale çağrı, ihtilal çağrısından daha mütevazı görünür. Ancak konformizme kapıları kapadığı ve kişisel hayatlarda daha radikal bir dönüşüme davet ettiği de görülmelidir.
İçeriğiyle, kaygısıyla, kurgusuyla Yarabıçak bir bildirge ya da çağrı metninin tam tersi olmak üzere kaleme alınmış olsa da bu davetin kitabı: Bedenlerimizi, fikirlerimizi ve maddî hayat şartlarımızı pençesinde tutan tahakkümü aşındırmak üzere daha çok ihlal! Ertelemeden, hemen şimdi!
Davet hedefini bulur mu?
Yarabıçak bu daveti okuruna, yani tek tek insanlara yapıyor. Hedefinde yerleşik medeniyetin mağduru olanların tamamı, yani herkes var. Yine de, metnin tercihi böyle olmasa da, okurları çok büyük ölçüde yukarıda “ihtilalciler” olarak andığım devrimciler, sosyalistler, muhalifler olacak. Yani anlatıda kendilerinden söz edilen, polis takibinden kaçan siyasî mülteciler, seviştiği için örgütten atılmış şehir gerillaları, banka soymuş devrimciler ve hayat hikâyeleri daha az ilginç başka yoldaşlar. Bu doğal okur kitlesinin kitabı nasıl karşılayacağına ilişkin bir tahminim var.
Muhtemelen kitap beğenilecek ama tartışılmayacak. Düşündürecek ama düşündürdükleri pek dillendirilmeyecek. Böyle olmamasını umarım, ama korkarım keyifle okunacak, sonra unutulmak istenecek. Nedeni açık: bütün alçakgönüllülüğüne, bir tercihi dayatmaktan uzak oluşuna rağmen Yarabıçak verili durumu sorgulayan, soruları çoğaltan bir niteliğe sahip. Bu sorgulama okurun “kurulu düzenini”, devrimcilik ile uyum arasında kurmuş olduğu hassas dengeyi de tehdit ediyor. Zor elde edilmiş uyumunu, yerleşik düzenini tehdit altında hisseden okurun tepkisi tartışma davetini yok saymak ve kitabı unutmaya çalışmak olacaktır muhtemelen. Yazık; çünkü Yarabıçak itiraz edilmeyi, tartışılmayı hak eden bir metin.
Şehrin sınırlarında hayat
Ömer Faruk’un eleştirilerini ve özlemlerini paylaşsam da Yarabıçak’ın çıkış noktasına itirazım var.
Yarabıçak, “arzu politikası”, “yersizyurtsuzlaşma”, “göçebe düşünce” gibi, bir ya da iki değil, onlarca keskin kenarı olan bir bıçağa benzeyen kavramlardan alıyor ilhamını. Deleuze ve Guattari’nin şekillendirdiği çok katmanlı, çok boyutlu ve çokça müphem hallerini bir yana bıraksak da, bu kavramların Yarabıçak’taki daha somut, daha anlaşılır ve kitabın amacına göre yorumlanmış hallerinin tartışmaya berraklık kazandıracak nitelikte olduğunu sanmıyorum. Bu kavramlardan kitapta türetilen pek çok fikre de katılmıyorum. Herhangi bir teorinin “yurt” ve “merkez” olduğu dönemin geride kaldığını düşünmüyorum mesela; tersine her teorinin söz aldığı alanın merkezinden konuşmak zorunda olduğunu düşünüyorum. “Nedir?” sorusunun özcü, hiyerarşik ve dogmatik bir koda bağlanması gerektiğine ve düşünceyi taşıyıcısına indirgeyen “Kimdir?” sorusundan daha kıymetsiz olduğuna da inanmıyorum. Geleneksel felsefedeki (ve Büyük Anlatı’lardaki) “doğruluk”, “aşkınlık” ve “tanrısallık” arayışına mutlak olarak karşı çıkılması gerektiği fikrine itiraz ediyorum.
Bu soyut felsefi noktalar Yarabıçak’ın hareket noktası olduğu için önemli ama buradan nereye gidildiği daha önemli. Güzergâhtaki başka uğraklara, en önemlisi kitabın merkezindeki, göçebeliğin yeni bir medeniyetin inşasındaki yerine ilişkin fikre de itirazım var. İki açıdan. Birincisi, hem hayat tarzı, hem yeni bir medeniyet arayışı, hem de fikir yolculuklarının çıkış noktası olarak tercihim yerleşiklikten yana. İkincisi, sınırları görmezden gelmenin, yok saymanın, atlayıp geçmenin değil, tersine hudut hatlarını arayıp bulmanın, sınır boylarına yerleşmenin, mayınlı ama bereketli topraklarda yaşam alanları oluşturmanın daha büyük imkânlar taşıdığını düşünüyorum.
Yerleşik hayatın bir yüzünde aile, okul, şirket, devlet, sınırlar, yasalar ve yasaklar varsa, arka yüzünde de refah, sağlık, bilim, sanat ve felsefe var. İncelik, nezaket ve hoşgörü, “ötekilerle” birlikte yaşama kültürü var. Gündelik hayatta dolaysız şiddetin gerilemesi, savaş teknolojisindeki akıl almaz gelişmeye ve süregiden savaşlara rağmen bugünün insanının şiddet sonucu hayatını kaybetmesi riskinin avcı toplayıcı göçebe hemcinslerinden çok daha düşük olması var. Bunların ötesinde bir nokta daha var: İnsanı geri dönüşsüz bir biçimde şekillendirmiş, bu gün ne ise o hâle getirmiş olan da yerleşik hayat. Yeni bir medeniyet düşünün kurgulanmış bir ideal tip üzerinden değil, toplumsal ilişkileri, hayattan beklentileri ve zaaflarıyla yaşayan insanlar üzerinden tartışılmasının yerinde olacağına inanıyorum.
Öte yandan, yakın zamana kadar nüfusun ezici çoğunluğu köylerde yaşamış olsa da, yerleşik hayatı belirleyen binlerce yıl önce ortaya çıkmalarından bu yana şehirler. Bizzat medeniyet kelimesinin etimolojisinin de ima ettiği gibi, yeni bir medeniyet ancak şehirde yeşerebilir. Şehir-karşıtı bir medeniyet tasavvuru için bile bu böyle. Öteki ile, farklı olanla karşılaşmanın, melezleşme imkânlarının, yoklanacak sınırların mekânı şehirlerdir. “Evden dışarı adım atmadan da gerçekleşebilecek göçebe düşünce” deyişindeki mecazî kullanımın farkında olarak, “şehirli” kelimesini de benzer şekilde kullandığımın altını çizerek tekrarlayayım: Göçebenin heybesine sığamayacak miktarda maddî ve fikrî zenginlik ancak şehirde üretilir. İhlalin de, ihtilalinin de mekânı şehirdir.
Düşünen metin
İtirazlarımı ayrıntılandırarak sürdürebilirim. Ama bu itirazlara rağmen Yarabıçak’ı neden değerli bulduğumu, kitabı neden tanıttığımı ve tartışılmasını istediğimi ortaya koymayı daha önemli buluyorum.
Birincisi, farklı ön kabullerden hareket etse ve farklı bir güzergâhta dolaşsa da, yazarın bu yolculuğunda gördükleri ve göstermek istedikleri özgürlük ve eşitlik arayışında olan herkesi ilgilendiriyor. Özgürlük ve eşitlik idealleri arasındaki gerilimi fark eden, bunu dert edinen ama yine de arayışlarını sürdürenleri daha da çok ilgilendiriyor.
İkincisi, Yarabıçak alışıldık ezberleri, kalıpları elinin tersiyle itiyor ve anayoldan çıkmaya çağırıyor. Ancak işaret ettiği patikalar için “asıl doğru yol budur” demekten büyük bir özen ve alçakgönüllülükle kaçınıyor; dolayısıyla hakiki bir tartışmaya zemin sunuyor.
Üçüncüsü, bütün kodlarıyla hem düzenin, hem de düzene karşı muhalefetin zihinlere ve bedenlere vurduğu kilitleri konu edinerek düzen içinde – düzene karşı birey olarak varoluşu sorguluyor.
Dördüncüsü, Yarabıçak zihinsel, örgütsel ve kişisel konformizme karşı yeni ve özgürlükçü bir sol anlayış için ihtiyaç duyulan anarşizm aşısını içinde barındırıyor.
Ve nihayet, neredeyse imza gibi yazılarının sonuna yerleştirdiği, “Bu deneme sınırlı bir zihinsel kapasitenin ürünüdür. Ve hata yapmayı göze alarak kaleme alınmıştır” sözlerini Ömer Faruk bu kitabın sonunda da tekrarlıyor ama Yarabıçak her cümlesi özenle kurulmuş bir kitap. Sınır çizmeyen, sorgulayan, soruları çoğaltan, düşünen bir metin. Düşünüyor ve düşündürüyor.