NATO’dan özgürlük beklenir mi?
Suriye’de kimyasal silahla yapılan katliamın ardından NATO veya BM tarafından yapılacak bir askerî operasyon ciddi şekilde tartışılmaya başlandı. Türkiye, olası bir “insanî müdahale”de ön saflarda yer almak istiyordu. Gerek Başbakan Erdoğan, gerek Dışişleri Bakanı Davutoğlu bunu sık sık dile getirdi.
Türkiye’nin AKP dönemindeki dış politika dalgalanmaları medeniyetler ittifakı ve komşularla sıfır sorun politikalarından stratejik derinliğe, oradan çok kısa bir süre önce dillerden düşmeyen değerli yalnızlığa, sonra yine “Suriye’ye karşı kurulacak koalisyonda yerimizi alırız”a dönüştü. Hem İngiltere parlamentosundaki oylama, hem ABD Temsilciler Meclisi’nde askerî müdahale yönünde yapılacak oylamanın iptali, hem G20 ve Birleşmiş Milletler toplantılarında Rusya ve Çin’in Suriye rejimi lehine aldıkları tavır, hem de Irak ve Afganistan felaketleri ve bu felaketlere karşı savaş karşıtı hareketin güçlü tepkisi sonrasında hükümetlerin askerî maceralara atılma konusundaki çekingenlikleri, Suriye’ye askerî müdahale ihtimalinin şimdilik rafa kalktığını gösteriyor. Ancak iki yıldır çeşitli dönemlerde öne çıkan bu tartışmanın tamamen ortadan kalktığından söz etmek mümkün değil.
Emperyalizmin oyunu
Suriye ve emperyalizm arasında kurulan ilişki pek çok yerde tek yönlüymüş gibi anlatılıyor. Sadece Türkiye solunda değil, Batı’da da sol içinde bu konuda ciddi bir tartışma yaşanıyor. Kimileri Suriye’deki ayaklanmayı doğrudan emperyalizmin bir oyunu gibi gösteriyor. Tunus ve Mısır ayaklanmalarında da bu türden iddialar ortaya atanlar vardı, ancak Suriye’de bunu iddia eden çok daha geniş bir cephe var. Bu bakış açısına göre, Suriye’deki ayaklanma tamamen ABD ve Körfez ülkeleri tarafından desteklenen cihadcı ve İslamcılardan oluşuyor, hatta ayaklanmaya katılanların çoğu Suriyeli bile değil, dışarıdan gelen El Kaide militanları. Bunun karşısında ise “antiemperyalist” Esed ve onu destekleyen Rusya, Çin, İran ve Hizbullah’tan oluşan bir “direniş ekseni” var. Tabii emperyalizmi tek merkezden yönetilen (ABD) bir şeytan olarak algılamanın mantıksal sonucu Esed’in kanlı rejimini desteklemek oluyor.
Oysa emperyalizm tek bir şeytandan ibaret olsaydı dünyada sosyalistlerin işi çok kolay olurdu. ABD’ye karşı her şeyi destekler, onunla doğrudan işbirliği bulunmayan, onunla rekabet hâlinde olan diğer kapitalist devletleri antiemperyalist ilan ederdik. Gerçek ise çok daha karmaşık. Emperyalizm 21. yüzyılda ne Soğuk Savaş dönemindeki gibi iki devasa güç arasındaki çelişkiyle belirleniyor, ne klasik sömürgecilik dönemine benziyor. Günümüzde emperyalizm pek çok farklı gücün birbiriyle rekabetini içeriyor. Giderek gücü zayıflamasına rağmen en büyük emperyalist güç hâlen ABD, ancak ABD’nin emperyalist olması Rusya, Çin gibi devletlerin emperyalist olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Emperyalizm basitçe bir şeytan değil de dünya kapitalist sisteminin iç çelişkilerinden ortaya çıkan bir aşama ise, bu sistem içinde rekabet eden birden fazla güç olduğunu hatırlamamız lazım.
Jedi Şövalyeleri Birliği
Diğer bir bakış açısı ise NATO’nun Suriye veya başka bir ülkeye müdahale etmesine karşı çıkmanın Esed rejiminin cinayetlere devam etmesini savunmak olduğu yönünde. Bu bakış açısı neoliberal küreselleşmenin hegemonik dilini kullanıyor, “uluslararası toplum”, “insanî müdahale” gibi doktrinleri dilinden düşürmüyor. “Uluslararası toplum” sözcüğünü duyanlar dünyanın bir yerlerinde sınıfsız-sınırsız birlikler kurulduğunu, halkların desteğiyle dünyadaki kötülüklerle savaşacak bir Jedi Şövalyeleri Birliği’nin oluştuğunu sanabilir. Oysa “uluslararası toplum” denilen şey bugün sadece devletleri ifade ediyor.
Suriye’ye NATO saldırısını destekleyen argümanların bir kısmı 2003’te ABD’nin Irak’a saldırmak için kullandığı argümanları andırıyor, diğer yanı ise sıradan insanları daha çok ikna eden bir retoriğe sahip: “NATO kötü şeyler yapmış olabilir, ama NATO müdahalesi ölümleri durduracak.”
Bu gerekçe katliamların arttığı dönemde Suriye muhalefeti ve doğrudan katliama maruz kalan halk tarafından da benimseniyor üstelik. Dolayısıyla NATO’nun müdahalesine karşı çıkanlar Suriye halkının taleplerine kulak tıkayan, ölümlerin devam etmesini isteyenlermiş gibi gösteriliyor. Türkiye’de hem Esed taraftarları hem Suriye muhalefetini destekleyenlerin bir bölümü aynı şarkıyı söylüyor: Esed’e karşı ayaklananların yanında yer alırken aynı anda NATO müdahalesine karşı çıkamazsınız. Sosyalistler açısından ise, NATO müdahalesine karşı çıkmadan ayaklanmanın yanında yer alamazsınız. Sosyalistler ulus-devletlerin egemenliğini tanıdıkları, devletlere sahip çıktıkları için falan değil, emperyalist güçlerin devrimden ve devrim girişimlerinden nefret ettiğini bildikleri için müdahalelere karşı çıkıyorlar. Bugün “devrimlerin yardımına koşan” güçler, halkların eşit birlikteliği temelinde dünyayı daha insanî bir yer hâline getirmeye çalışan güçler değil. Tersine, bugün akan kanın baş sorumluları, Ortadoğu’da diktatörlerin işbaşına gelmesinde ve varlıklarını sürdürmesinde rol oynamış ve bundan çıkar sağlamış devletler. Esed’e destek veren Rusya ile Mısır darbesine ve Bahreyn’deki ayaklanmayı bastıran Suudi Arabistan’a destek veren ABD arasında bir fark yok.
Geçmişte NATO müdahaleleri
NATO, barış veya insaniyet sözcüklerini ağzına alamayacak denli kanlı bir savaş örgütüdür. “Özgür” Batı’nın çıkarlarını SSCB ve Doğu Bloku ülkelerine karşı güvenceye almak üzere 1949 yılında kurulmuş bir çıkar birliği olan NATO, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından “dünyanın jandarmalığı” görevini bırakmadı. Dünya çapında askerî harcamalar 2012 yılında 1,5 trilyon dolardı. Bu harcamaların yüzde 70’i NATO’ya aittir. NATO’nun baş aktörü sayılabilecek olan ABD, tarihi boyunca pek çok askerî müdahalede sivilleri öldürmüş, Şili ve Türkiye gibi ülkelerde askerî darbeleri desteklemiştir. Ortadoğu diktatörlerinin neredeyse tamamı iktidarları sırasında ABD ile işbirliği yapmıştır. Mısır’da Mübarek ABD’nin en önemli müttefiklerindendi, Libya’da Kaddafi “islami teröre karşı” CIA ile işbirliği yapmıştı, tamamen ABD yanlısı Suudi Arabistan’ın yardımıyla bastırılan Bahreyn ayaklanmasına karşı ne NATO’nun ne de ABD’nin sesi çıkmamıştı.
Geçmişe dönük kısa bir zaman dilimine bakmak, ABD’nin “insanî” müdahalelerinin insanî faturası bakımından hatırlatıcı olacaktır.
Afganistan: Dünya Ticaret Merkezi’ne 11 Eylül 2001’de yapılan uçaklı saldırılardan sonra ABD’nin ilan ettiği “teröre karşı savaş”ın ilk kurbanı Afganistan oldu. Türkiye’nin de destek verdiği işgalde NATO bombalamaları sonucu 5000’e yakın sivil hayatını kaybetti. Ancak Afganistan’da ölen insan sayısı bombalamalarda hayatını kaybeden sivillerden ibaret değildi. Öncelikle Afganistan’ın geleceğinde asla yer almayacağı söylenen Taliban birkaç gün içinde devrildi, ancak işgale karşı direniş içinde güç kazandı. Şehir içinde patlayan bombalar ve sivil ölümleri Afganistan’ın gündelik yaşamının bir parçası hâline geldi. Siyasal ve askerî olarak çok “maliyetli” olan Afganistan işgaline son verme kararı ancak 10 yıl sonra verildi. Bugün Afganistan’daki işgalci güçler çekilmeye çalışıyor. Ancak savaşın başladığı 8 Ekim 2001’den bu yana sayısı tam olarak bilinmese de 10 binlerce sivil öldü, 200 bin kişi zorla yerinden edildi, 3 milyona yakın insan mülteci konumuna düştü.
Irak: ABD’nin savaşının ikinci durağı Irak oldu. Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silahları bulunduğu gerekçesiyle ABD bu sefer “Irak’a demokrasi götürmek” ve diktatörü devirmek için Irak’a saldırdı. Saddam Hüseyin devrildi ve idam edildi. NATO, Irak’a yerleşti. Irak savaşı, ABD tarafından askerî olarak kazanılsa da politik olarak kaybedilen bir savaş oldu. İşgale karşı güçlü ancak parçalı bir direniş hareketi başladı. Irak’taki işgal resmi olarak 15 Aralık 2011’de bitti. 2003-2011 arası 1,5 milyon insanın savaştan dolayı hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Tam rakamlara ulaşmak ise mümkün değil. Irak’ta da tıpkı Afganistan’daki gibi pek çok farklı grup ortaya çıktı ve pek çok bombalı saldırı yaşandı. ABD’nin Irak Savaşı’nda tutukladığı insanlara Ebu Gureyb adlı cezaevinde ağır işkenceler yaptığı ortaya çıktı. Ayrıca ABD’nin Küba’da bulunan Guantanamo Kampı’na da çok sayıda tutuklu götürdüğü ve her tür hukukî statüden yoksun tutukluları kimi zaman ölümle sonuçlanan işkencelere maruz bıraktığı da kanıtlandı.
Libya: NATO’nun müdahalelerinden biri de diktatör Muammer Kaddafi’ye karşı bir halk ayaklanmasının yaşandığı Libya’da oldu. Kaddafi’nin ayaklananları “İslamcı teröristler” ilan etmesi ve ardından halkı katletmeye başlamasıyla beraber, “uçuşa kapalı alan” yaratma argümanları ve NATO’nun bu amaçla Libya’ya “insanî müdahale”de bulunması tartışılmaya başlandı. Libya’ya yapılan bombardıman sırasında en az 72 sivilin öldürüldüğü çeşitli insan hakları kuruluşları tarafından dile getirildi, NATO bu iddiaları reddetti. Tüm NATO bombardımanlarında olduğu gibi, gerçek sayıya ulaşmak mümkün değil. NATO saldırısının amacı ölümleri durdurmaktı, ancak bombardıman öncesi 5 bin olan ölü sayısı bombardımandan sonra 30 bine yükseldi. Ekim 2011’de Kaddafi yakalandı ve öldürüldü. Kaddafi sonrası bir siyasî otorite ise tesis edilemedi. Libya’da parlamento seçimleri yapıldı ve görece demokratik bir yönetim iş başına geldi ancak ayaklanma sonrası silah bırakmayı reddeden militanlarla, mevcut hükümet arasındaki kriz devam ediyor. Bazı şehirler hâlen günlerce elektriksiz ve susuz kalabiliyor. Bu durum sık sık protesto eylemlerine yol açıyor. Siyasî cinayetler ve bombalı saldırılar Libya’da gündelik yaşamın bir parçası hâline geldi. Önceden Kaddafi ile işbirliği yapan tüm devletler şu an yeni yönetim ile işbirliği yapıyor. Elbette, Libya’da yaşanan tüm aksaklıkların sorumlusu NATO saldırısı değil, ancak Libya müdahalesi bölgedeki tüm devrimlerde ABD’nin veya NATO’nun “insanî müdahalesi”nin meşrulaştırılmasının dolayısıyla bölgede gücünü yeniden tesis etmesinin bir modeli olarak duruyor.
Tek yol halkların kendi eylemi
Bugün Ortadoğu’da özgürlükten bahsetmenin tek yolu halkların kendi eylemine güvenmek ve bu hareketleri desteklemek. Bu ayaklanmaları, kendi emperyal çatışmalarının parçası hâline getirmeye çalışan tüm emperyalist bloklara karşı durulmadan özgürlüğü kazanmak mümkün değil. Tüm devrimler tarihi bize gösteriyor ki, devrimler süreklilik kazanmadığı takdirde ayaklanan kitlelerin payına düşen demokrasi olmayacak.