Devletler niçin özür dilemeli
7 Aralık 1970. Bir anıt önünde diz çökmüş bir adamın fotoğrafı Alman basınının ve sonra bütün dünyanın önüne düşer. O fotoğraf bütün dünya kamuoyunda sarsıntılara ve birbiri ardına gelen dalgalara yol açacaktır. Başı eğik, ellerini önünde kavuşturmuş, dizleri üzerine çökerek vakarla özür dileyen bu adam Batı Almanya başbakanı Herbert Ernst Karl Frahm, bilinen takma ismiyle Willy Brandt’dır. Önünde diz çöktüğü anıt Polonya’daki Varşova Gettosu Anıtı, özrünün konusu ise Alman devletini 1933-45 arası ele geçirip dünyanın gördüğü en büyük katliamlara imza atan Nazilerin Yahudi Soykırımı’dır.
Willy Brandt özür dilediğinde İkinci Dünya Savaşı’nın ve soykırımın üzerinden 25 yıl geçmişti. Üstelik, kendisinin Nazi soykırımlarında hiçbir sorumluluğu olmadığı gibi Nazi rejiminin gadrine uğramış bir sosyal demokrattı. Daha üniversite yıllarında Gestapo’yla başı derde girmiş ve ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştı (takma ismi o dönemden kalmadır).
Nazi iktidarının ikinci yılında, 1934’te Devrimci Gençlik Örgütleri Uluslararası Bürosu kuruluşunda yer aldı ve bu kuruluşun Sekreterliğine seçildi. İspanya iç savaşı sırasında İspanya’da gazetecilik yaptı. Alman hükümeti kendisini 1938 yılında vatandaşlıktan çıkardı. Norveç’e geçip gazetecilik yapmaya başladı. Nazi Almanyası Norveç’i işgal edince İsveç’e kaçtı. Savaştan sonra Almanya’ya döndü ve Sosyal Demokrat Parti’den (SPD) Batı Berlin Belediye Başkanı seçildi. 1971’de Doğu ve Batı Almanya yakınlaşmasına yönelik çalışmaları nedeniyle Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü. 1976’da Sosyalist Enternasyonal başkanlığına seçildi. Berlin Duvarı’na karşı uzun yıllar mücadele etti.
Kısacası, Nazi rejiminin yok etmekte bir an bile tereddüt etmeyeceği biriydi. Peki, neden Nazilerin işlediği, kendisinin ise mücadele ettiği suçlardan dolayı çıkıp ‘o’ özür diliyordu?
Bu sorunun cevabı Brandt’ın özür dilemek için önünde diz çöktüğü anıta adını veren Varşova Gettosu Direnişi’ne katılmış birinin sözlerinde bulunabilir. Şöyle diyordu o direnişçi:
“Willy Brandt’ın Varşova Gettosu Anıtı’ndaki diz çöküşünü gördüm. O anda şunu hissettim: Artık içimde nefret yok! O diz çöktü ve halkını yükseltti”. Brandt’ın açtığı yoldan giren ülkeler ve devlet başkanları geçmişleriyle yüzleşmeye ve geçmişte yaptıkları yüzünden mağdur ettiklerinden teker teker özür dilemeye başladı. ‘Basit’ görünen bir özür dünya çapında bir domino etkisi yaratmış, 150’den fazla ülkede, devletlerin işlediği çeşitli boyutlarda suçlar için resmî özürler dilenmeye başlamıştı.
Savaş sonrası Almanya şunu anlamıştı: Tekrar normal bir toplum olabilmek ve Yahudilerle yeniden ‘normal’ bir ilişki kurabilmek için Yahudilerden özür dilemek gerek. Brandt bütün dünyanın gözleri önünde özür dileyerek hem kendi toplumunda, hem dünyada önemli bir ‘iyileşme’ fırsatına imza atmış oldu. Bugün artık Holokost’u inkâr etmek ve ona yol açan Nazi iktidarı liderinin yazdığı Kavgam kitabı ile bütün Nazi sembollerinin kullanılması Almanya’da yasak.
Bir daha asla
Bu resmî özürlerden sekiz tanesi, özre konu meseleleri anlatan fotoğraflar, belgeler, belgeseller, tanıklıklar ve videolar gibi çeşitli malzemelerle, 2013 yılı içerisinde İstanbul’da sergilendi. Sergide Almanların Yahudi Soykırımı’ndan, Şili’nin insan hakları ihlalleri için mağdurlardan, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nda toplama kamplarında tutulan Japon kökenli Amerikalılardan, Avustralya’nın Aborjinlerinden, Sırbistan’ın Srebrenitsa katliamından, Fransa’nın Cezayir’deki sömürgeciliğinden, İngiltere’nin Kanlı Pazar nedeniyle Kuzey İrlanda’dan ve Bulgaristan’ın Türk Bulgarlardan özür dileme pratikleri anlatılmaya çalışılmıştı. Serginin adı bile özür dilemenin önemine işaret ediyordu: ‘Bir Daha Asla: Geçmişle Yüzleşme ve Özür’.
Bu sekiz resmî özür pratiğinden Holokost ile ilgili olan çığır açıcı özre yukarıda değindikten sonra yazının sınırları çerçevesinde birini daha ele alalım: Japon Amerikalıların toplama kamplarına konulması.
Amerika’nın toplama kampları
Japonların Amerikan toplumunda resmen ayrımcılığa maruz bırakılmaları onların ABD’ye yerleşmeleriyle birlikte başlar. ABD 18. yüzyılın sonlarında yalnızca ‘özgür beyazlara’ vatandaşlık hakkı tanıyordu. Sosyal mücadelelerin etkisiyle zaman içinde siyahlar bu hakkı elde etse de, Japonların ülkeye girişleri bile engelleniyordu. Japonya 1905’te Rusya’yı yenince dünya çapında yayılan ‘sarı tehlike’ söylemi Amerikan halkının Japonlara önyargısını diri tutuyordu. ABD-Japonya arasında 1907’de imzalanan Centilmenlik Anlaşması’yla Japonların ABD’ye girişi büyük ölçüde kısıtlandı. Ülkede yerleşik olanlar toprak satın alamıyor, beyazların Japonlarla evlenmesi yasaklanıyordu.
Uzun yıllar süren ayrımcılık tepe noktasına 7 Aralık 1941’deki Pearl Harbor saldırısından sonra ulaştı. Japonya’nın düzenlediği ‘kamikaze’ saldırılarında 2.400 kişi hayatını kaybetmişti. Saldırılar öncesinde FBI’ın hazırladığı ‘tehlikeli kişiler’ listesinde bulunan herkes hızla tutuklanıp uzak bölgelerde hapse yollandı. Gidenlerin kendilerinin de ailelerinin de nereye gönderildikleri konusunda hiçbir fikri yoktu.
Bir ay içinde askerî yetkililer tüm Japonların uzaklaştırılması gerektiğine Başkan Roosevelt’i ikna etmişlerdi. Oysa Başkan’ın elindeki bir başka rapor Japon Amerikalıların herhangi bir tehdit oluşturmadığını açıkça kanıtlıyordu. Roosevelt, Pearl Harbor’dan iki ay kadar sonra imzaladığı ‘Başkanlık Kararnamesi 9066’ ile tüm Japonların toplama kamplarına gönderilmesinin yolunu açmış oluyordu. Toplama kamplarına kapatılan Japonların sayısı kısa sürede 120 bine çıktı.
Bu kamplar ABD’nin, kendi vatandaşı Japonlara savaş esiri veya hüküm giymiş suçlu muamelesi yapmasını sağlıyordu. Katranlı kâğıttan inşa edilen küçük odalarda kalıyorlardı. Kamplar dikenli tellerle çevrilmişti ve gözetleme kulelerinde ve çevredeki silahlı askerlere vur emri verilmişti. Üstelik adil yargılanma hakkından da mahrum bırakılmışlardı. Bu toplama kampları anayasal yurttaşlık hakkının en geniş yorumlandığı ülkelerden ABD’nin bu hakkı askıya aldığı mekânlar olarak tarihe geçti.
Adaletsizliği kabul ediyoruz
Savaştan uzun yıllar sonra, 1980’de, Kongre, Savaş Dönemi Yer Değiştirme ve Sivillerin Enterne Edilmesi Komisyonu’nu kurdu. Bu komisyon 750 tanığı dinleyerek bir rapor hazırladı. Buna göre, Başkanlık Kararnamesi 9066 savaşın gerekliliklerinden değil, “ırksal önyargılar, savaş histerisi ve siyasî liderlerin başarısızlığı” nedeniyle imzalanmıştı.
Japon Amerikalıların hak taleplerinin giderilmesi için tazminat girişimleri ve 1952’de vatandaşlığa geçmede ırksal ve etnik kısıtlamaların kaldırılması önemli olmakla birlikte, Japon göçmenler asıl 1960’lardaki hak mücadeleleriyle kazanımlar elde etti. Vietnam Savaşı’nın da etkisiyle toplumda muhalefet gelişirken, yeni kuşak Japonlar atalarının geçen savaşta pasif kalışlarını eleştiriyor, mücadele etmeyi öneriyorlardı. Mücadelenin ilk meyvesini 10 Şubat 1976’da Başkan Gerald Ford’un ‘Amerikan tarihinde üzücü bir gün, trajedi’ diyerek imzaladığı beyanname ile kazandılar. Geçmişteki hukuksuzluk ilk defa yetkili bir ağız tarafından tanınmıştı.
Ama tazminat için aradan 12 yıl daha geçmesi gerekti. Jimmy Carter’ın 1980’de yeniden kurduğu Komisyon 1983’te beş tavsiye kararı yayınladı:
- Yapılan hataları tanıyan ve özür dileyen ortak bir kongre kararı.
- İade-i itibar ve ayrımcılık yüzünden kaybedilen hakların iadesi.
Diğer tavsiyeler bir vakıf kurulması ve hayatta kalanlara tazminat ödenmesiyle ilgiliydi. Bu tavsiyeler 1988’de, Ronald Reagan’ın imzaladığı Medeni Özgürlükler Yasası’yla hükme bağlandı. Pearl Harbor’ın yıldönümü olan 7 Aralık 1991’de, George Bush bir özür mektubu kaleme aldı. Şöyle diyordu ABD Başkanı mektubunda:
“Hatırlama geçmişle hesaplaşmada önem arz etmektedir. Berrak gözlerle geçmişinin tüm görkemine ve rezilliklerine bakmadığı takdirde hiçbir ulus kendisini bütünüyle anlayamaz yahut dünyadaki yerini bulamaz. Bizler ABD’de tarihimizde böyle bir adaletsizliğin yaşandığını kabul ediyoruz. Ataları Japon olan Amerikalıların toplama kamplarına kapatılması büyük bir adaletsizlikti, söz konusu adaletsizlik bir daha asla tekrarlanmayacaktır”
Bush’un imzaladığı bu özür mektubu, tazminat çekleriyle birlikte, hayatta kalan mağdurlara ulaştırıldı.
İki yıl sonra Clinton da bir özür mektubu kaleme aldı:
“Toplama Merkezleri’nin bulunduğu yerler, en kutsal vazifesi, yurttaşlarını önyargı, açgözlülük ve siyasal menfaatlere karşı korumak olan Amerikan ulusunun, bu hususlarda başarısız olduğunun anımsatıcısı olarak sonsuza dek ayakta kalacaktır”.
Toplama kampları, 2001 bütçesinden ayrılan kaynakla hatırlama mekânları olarak ‘tarihsel semboller’ haline getirildi.
Bütün bu sürecin bir faydası da 11 Eylül saldırılarının ardından Müslümanlara yönelik önyargıların yükselmesi sırasında görüldü. Bu önyargılara sahip olanlar, geçmişte yaşanan ve özür dilenmek zorunda kalınan Japon Amerikalılar örneğiyle yatıştırıldı.
Toplumsal barış
Devletlerin kendi yurttaşlarının belli kesimlerine yönelik işlediği suçları devlet adına kabul edip tanıması ve özür dilemesi, her şeyden önce toplumsal barış için gerekli. Geçmişin karartılmış sayfalarını bugünün tarih kitaplarında yalan yanlış aktarmanın kimseye bir faydası yok. Sonra o suçlara maruz kalanların torunları (sayılarına bakılmaksızın) kabuk bağlamış ama derin bir yara gibi hayatın içindeler. Üstelik kolektif hafıza sanıldığı kadar zayıf değildir, her yeri geldiğinde çıkıntılık yapar, hatırlatıverir işlenen suçları. Çünkü işlenen büyük suçlar aslında toplumca da belli ölçüde rıza gösterildiği için işlenebilmiştir. En kolayı gibi görünen inkâr, zamanla en ağır yüke dönüşür. Hafızamızın derinliklerinden yankılanan rahatsız edici seslerle vicdanlarımızın uykusunu kaçırır.
Türkiye örneğinde bu türden özür dilenecek suçların sayısı bir hayli kabarık. Ama örneğin Ermeni Soykırımı, 2015’te 100. yılı dolacak olması da göz önüne alınırsa, bir başlangıç olabilir.
Soykırım konusunda sivil toplumun düzenlediği anma etkinlikleri, “Ermeni kardeşlerimden özür diliyorum” kampanyası (2008) gibi girişimler kolektif hafızayı canlı tutuyor ve geçmiş suçların ele alınması için zemin sağlıyor. Elbette toplumsal tabanda güçlü bir talep olmaksızın devletlerin özür yönünde tatmin edici adımlar atmaları da zor.
Ancak mağdurların asıl beklentisi, sivil toplumdan ziyade, atalarına karşı işlenen büyük günahların müsebbibi olan devletin suçunu kabul etmesi ve özür dilemesi. Bu. öncelikle, yılların dışlanmışlığından kurtulup yeniden eşit yurttaşlar olduklarını hissetmeleri için gerekli. Sonra da şizofrenik bir hayat yaşayan hepimizin iyileşmesi için.
Son sözü bir ustaya bırakıyorum:
“Tüm geçip gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker” – Karl Marx.