Neoliberalizm, muhafazakârlık ve AK Parti
AKP yetkilileri ve en çok da Erdoğan tarafından sıkça kadın, kadın bedeni, gençlik, aile üzerine sarf edilen sözler, hatta bazen sözü aşan uygulamalar ‘muhafazakârlık’ tartışmasını on yıldır diri tutuyor. Bu tartışmalar aynı zamanda AKP’ye karşı nasıl bir muhalefet stratejisine sahip olunduğunu göstermesi açısından da önemli. Kısaca, muhafazakârlık görmezden gelinemeyecek ve tartışılması gereken bir konu.
Neoliberalizm
Türkiye’de bugün neoliberalizm AKP’nin on bir yıllık iktidarı boyunca uyguladığı, inşa ettiği politikalarda özetleniyor. Ancak bugünü ve neoliberalizmi anlamak için biraz geriye, bugünden öncesine, AKP’yi yaratan sosyal ve ekonomik koşullara kısa bir geri dönüş yapalım. 1970’lerin sonu ve 1980’ler kabaca; kâr hadlerinin düştüğü, İkinci Dünya Savaşı sonrası ‘sosyal refah devleti’ politikalarının artık sermaye birikim sürecine ayak bağı olmaya başladığı ve sermayenin krizden çıkışına yardımcı olacak ekonomik, sosyal politikaların uygulanmaya başladığı bir dönem oldu. Daha doğrusu egemen güçler açısından sermaye birikiminin yeniden örgütleneceği yeni bir dönemin başlangıcı oldu.
Türkiye’nin 1980 darbesi öncesi manzarası da pek farklı değildi. Ekonomik krize eşlik eden derin bir siyasal kriz, 1977-80 arası sürekli değişen hükümetler, yüz tur seçime rağmen seçilemeyen Cumhurbaşkanı, diğer yanda burjuvazi açısından hızla bastırılması gereken, büyüyen bir işçi sınıfı hareketi, kitlesel bir muhalefet mevcuttu. Türkiye burjuvazisinin IMF’den kredi talebinin gerçekleşememesinin gerekçesi ülkedeki siyasî istikrarsızlıktı. Sermaye hem kendisinin ekonomik taleplerini yerine getirecek hem de kitlelerden rıza alarak istikrarsızlığa son verecek güçlü bir siyasî seçeneğe (bir Margaret Thatcher’a) sahip olmadığı için, çözümü keskin bir rejim değişikliğinde gördü ve darbenin önünü açtı. Elbette hesaba katılması gereken başka etkenlerle birlikte AKP’nin neden bugün Türkiye sermayesi için bir seçenek olduğunun cevabı tam da 1980 öncesi aranıp da bulunamayan, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda ama aynı zamanda kitlelerin rızasını alarak yürütülen politikalarda yatıyor.
Muhafazakârlık
AKP’nin neoliberal muhafazakârlığını tariflerken pek çok hataya düşülüyor. Neoliberalizmin ve muhafazakârlığın birbirinden apayrı şeyler olarak tanımlanması, bu tanımlamaların her ikisinin de yanlış veya eksik yapılması ve her ikisinin de sadece Türkiye’ye özgü koşullar olarak sunulması en genel hatalar.
İlk olarak neoliberalizm sadece iktisadî bir terim değil. Dönüştürdüğü kurumlar aracılığıyla gündelik yaşamın her alanını yeniden örgütleyen topyekûn ekonomik, sosyal politikaların bütünü, yönetilenlerle yönetenler arasındaki ilişkide radikal bir değişikliği gündeme getiren bir politika. AKP’nin neoliberalizminin kapsamı sadece onun ekonomik uygulamaları, basitçe ‘özelleştirmeler’ değil, aynı zamanda muhafazakârlık, güvenlik, kadın, aile, eğitim gibi politikaları. Yani muhafazakâr söylem neoliberal politikaların otoriter eğilimlerle birlikte tamamlayıcısı rolünde. Daha doğrusu, neoliberalizmin çelişkilerinin sürdürülebilmesinin bir aracı.
Muhafazakârlıktan söz ederken onun neoliberalizmin inşasından ayrı olduğunu düşünmemek, dine, hatta sadece İslam’a özgü bir durum olduğu yanılsamasına kapılmamak gerek. Ancak elbette din, toplumun ‘değerleri’ ve ahlak, muhafazakâr söyleme sahip neoliberal iktidarların politikalarını meşrulaştırmak için sık başvurduğu araçlar.
Sorulması gereken soru, dinin ve ahlakî değerlere vurgunun iktidardaki güçler tarafından politikanın bir aracı, meşrulaştırıcısı haline getirilmesi sadece Türkiye’deki iktidara özgü bir durum mu? Sünni Müslüman çoğunluğun geniş kesiminden oy alan AKP iktidarı yine çoğunluğun dinî değerleri doğrultusunda tepen aşağı yeni bir rejim mi inşa etmeye çalışıyor? AKP yöneticileri mesela Budist olsaydı işler farklı mı olurdu? Otoriter ve muhafazakâr olmayan, özgürlükçü bir neoliberalizm mümkün mü?
Türkiye ne kadar özgün?
Muhafazakârlık söz konusu olduğunda hedefe alınan ilk şey kadın ve kadının kendi bedeni üzerindeki kontrol hakkının somut karşılığı olan doğum kontrolü. Bu durumun nedeni basitçe iktidarların ‘kadın düşmanlığı’ değil sadece. Toplumun değerlerine kolayca dokunulabilecek en hassas alan bu değerlerin yeniden üretildiği aile kurumu; tabii bu kurumun kurucu ‘dişi kuşu’ da annelikten gelen ‘kutsal’ gücüyle değerlerin muhafazasında en önemli role sahip. Toplumu disiplin altına almanın yolu onun temeli olan aileden ve kadından geçiyor.
Bu bağlamda geçen yaz hararetle tartıştığımız kürtaj konusunu, Portekiz’den İspanya’ya, İngiltere’den ABD’ye geniş bir coğrafyada, benzer argümanlarla, neoliberal ekonominin ihtiyaçları ve bu doğrultuda alt sınıfları disiplin altına almak adına muhafazakâr bir saldırı olarak değerlendirebiliriz. Erdoğan birçok kez açıkça ‘işgücü yaşlanacak’ diye kürtajın yasaklanması girişiminin ardındaki temel derdi ifade etmişti. En son ‘yasaklamasak da, bari doktorlar inançları gereği kürtaj yapmayı reddedebilsin’ noktasına kadar gelinmişti. Aynı dönemde, Türkiye’de ‘inisiyatife’ bırakılan şey ABD’nin bazı eyaletlerinde yasallaşmış, dinî gerekçelerle doğum kontrol uygulamasına karşı çıkılabileceği açıklanmış, eczacıların ve sağlık personelinin inancını korumak için faydalanabileceği ‘vicdan yasaları’ yürürlüğe girmişti.
Muhafazakâr, dinî söylemin neoliberal siyasette nasıl bir araç haline geldiğine dair belki de en başarılı örnek George W. Bush. Hatırlayalım; Yeni Dünya Düzeni’nin Başkanı Bush, kariyerini adeta dinî bir lider gibi verdiği demeçlerle, ‘Tanrı da böyle olmasını isterdi’ söylemiyle inşa etmişti. Sadece sıkı bir kürtaj karşıtı olmasıyla değil, aynı zamanda okullarda evrim teorisinin okutulmasına karşı dinî eğitimin kapsamının genişletilmesi talebi ve güne din adamlarının vaazlarıyla başlamasıyla da ‘Bush ve Tanrı’ başlığıyla dergilere kapak olmayı başarmıştı. Geldiği en son nokta, ‘şer odaklarına’ karşı Tanrı’nın ondan yana taraf olduğu bir savaşı başlatmaktı. Irak işgaline dair ‘Haçlı Seferi’ benzetmesi bizzat Bush tarafından üretilmişti.
Burada ifade edilmeye çalışılan, ‘Bakın bunlar Amerika’da da var, Batı’da da böyle’ argümanıyla meseleyi baştan savmak değil elbet. Muhafazakâr söylemin farklı derecelerde, farklı biçimlerde, o veya bu şekilde devletin gerek ekonomik gerekse onunla çok bağlantılı olan güvenlik politikalarının meşrulaştırılmasında dini kullanıldığını ifade etmeye çalışıyorum. Dört tarafın düşmanlarla çevrili olduğu, tehlikenin ve terörün, yozlaşmanın nereden geleceği belli olmayan bir dünyada, iktidar en temel değerlerimizi korurken; eğitim, sağlık gibi alanlarda sıradan insanların devlet karşısındaki ‘hakları’, özel sermayenin ‘hizmetine’ devredilir. Bu yüzden öğrenci evlerinin ‘terör ve seks yuvası’ olduğu şok gerçeğini açığa çıkaran hükümet, evlatları korumaya niyetli olduğunu göstererek ebeveynlerin yüreğine su serperken artık karşılayamadığı barınma hakkı sorununa da daha güvenli özel yurtları adres göstererek çözüm bulur.
Tabii ki süreç şöyle işlemiyor: AKP genel merkezinde bir araya gelen yöneticiler “Hmm, devlet yurduna kaynak ayıramayız, o zaman özel sermayeye bırakalım bu alanı, ama halkı nasıl ikna edeceğiz?” diye düşünürken, Erdoğan “Hüseyin sen dekoltelerden rahatsız ol, Bülent sen o şeyden (vajina) utandığını söyle, ben de kızlı erkekli evlerle ilgili bir açıklama patlatayım” diye bir işbölümü yapmıyorlar elbette. Ofisinin penceresinden vapurdaki sevgilileri ve mini etekli kadınları dikizleyip insanların ahlaksızlığından kahrolan bir Başbakan, rasyonel bir hesapla her muhafazakâr söylemin ardına ekonomik bir gerekçe gizlemiyor. Tıpkı baba Bush’ın yardımcısı Dan Quayle gibi bir dizide başrolün evlilik dışı çocuğu olan bir kadında olması onu kudurtuyor, aile değerlerinin tahrip olmasından dolayı paniğe kapılıyor. Bu muhafazakâr zihin dünyasının kadını, gençleri, özel alanları hedef alan her türlü saldırısına karşı tepki göstermek, teşhir etmek, onların özel alana tıkarak muhafaza etmek istediklerini politik alana taşıyıp savunmak gerek.
Barış süreci ve ‘korkuya’ duyulan ihtiyaç
AKP’nin muhafazakâr söyleminin toplumdan, aşağıdan gelen bir talebi yansıtmaktan çok özellikle Gezi direnişi sonrasında içine düştüğü siyasî sıkışmadan kendince bir çıkış taktiği olduğunu görmek gerek. Toplumun gündelik hayatta yaşadığı gerçeklikle, yani kadınlık, ‘kızlı-erkeklilik’ durumunun çoğu zaman aileler için görmezden gelme, endişeli bir kabulleniş, göz yumma halinde olmasıyla AKP’nin söylemi arasındaki çelişki çok açık.
AKP’nin Gezi sonrası sıkışmışlığının yanı sıra başka bir politik süreç de muhafazakâr söylemin devreye sokulmasında etkili olabilir. Üzerinde tartışılması, söz üretilmesi gereken bir önemli nokta da içinde olduğumuz “çözüm süreci”. Neoliberalizmin pek çok yer ve zamanda milliyetçi, ırkçı, savaş politikalarına tanık olduk. Güvenlikçi devlet politikalarını devreye sokmak adına üretilen terör ve savaş korkusunu, aynı zamanda bu korkulara karşı halkı koruyacak tek güç olarak kendisine duyulan ‘ihtiyacı’ meşrulaştırmak için çok defa benzer politikalara başvuruldu. Tam da bu noktada barış süreciyle birlikte, uzun yıllardır milliyetçi muhafazakâr geleneğin beslendiği ve kendini üzerine inşa ettiği savaşçı, güvenlikçi, terör söyleminin boşalttığı alanın dinî muhafazakâr bir söylemle, ‘ahlaksızlık’ karşısında korunan ‘güvenlik’ söylemiyle doldurulduğu, doldurulmaya çalışılacağını söylemek pekala mümkün.
Nasıl bir muhalefet?
Bu söylem karşısında ne yapmak gerek? Kuşkusuz AKP’nin işine gelen, onu besleyen, sık sık kaşımaktan memnun olduğu bir ‘yaşam tarzı’ ikilemi yaratmak. ‘AKP’nin ‘muhafaza’ ettiği ve dayattığı yaşam tarzına karşı, korunması gereken yaşam tarzı muhalefeti’ son on yıldır hegemonik olan muhalefet söylemi. Dini yaratan toplumsal koşulların eleştirisinden çok dinin kendisinin eleştirisine endeksli bir muhalefet yukarıdaki ikilemi yeniden üretiyor. Barınma sorununa dair ‘öğrenciler cemaat evlerine gitsin diye yurt yapılmıyor’ diyen, yıllardır öğrenci hareketine hakim muhalefet söylemini tekrarlamak yerine bu sorunun ardındaki neoliberal politikaları teşhir etmek gerekir. Laiklik-dindarlık arasına sıkışmış bir söylemin kısırlığına hapsolmayan özgürlükçü antikapitalist bir muhalefet bunu gerektirir.
AKP’nin en saldırgan muhafazakâr çıkışları sadece ‘seküler’ kesimin hassasiyetlerini değil toplumun bütününü hedef alıyor ve yine çok daha geniş kesimlerden tepki görüyor. Kürtaj yasağı girişimine karşı gösterilen tepki bunun en yaygın ifadesi oldu.
Özgürlükçü antikapitalist bir muhalefetin kitlesel bir alternatif olmasının yolu, AKP’nin liderliği ile tabanını bir ve aynı şeyler olarak gören ve ikisine karşı mücadele eden bir politika değil, liderlik ile taban arasında çatlaklar oluşturmaya, yarmaya çalışan bir politikadır. Bu, AKP’nin liderliğini tabanına teşhir edecek özgürlükçü bir hareketin inşasını kolaylaştıracak, onun önünü açacak, bu kitleyi söz konusu liderlikten koparacak bir politikadır. Bu hedef; AKP’nin neoliberal muhafazakarlığına karşı çıkarken tabanını AKP’ye doğru itmek yerine AKP’den sola doğru çekmeyi amaçlayan bir politikadır.