Atatürk’ün kadınları
1 ve 2: Muazzez ve Mediha Hanımlar
Muazzez İlmiye Çığ ismini her duyduğumda çok üzülürüm.
Genç yaşta beyni burkulan bir kadının, Allah uzun ömür versin, 97 yaşında kepaze edilmesini çok üzücü bulurum.
Atatürk söyledi diye, tüm ömrünü Sümerlerin Türk olduğunu kanıtlamaya adamış bir kadın düşünün. Kolay değil, ama lütfen düşünmeye çalışın.
Normal ülkelerde böyle bir kadına nasıl davranılır?
Dalga geçen acımasız insanlar olabilir. Ama daha insancıl yaklaşım, duymazlıktan gelmek, konuyu değiştirmek, hoşgörülü bir gülümsemeyle “Haklısın nineciğim, havalar da bozdu, yağmur geliyor galiba” diyerek meseleyi geçiştirmek olur.
Bizde ne yapılır?
Kadının kitapları yayımlanır!
“Sumerlilerde Tufan, Tufan’da Türkler kitabımızdaki jeolojik buluntulara ve Sumer-Türk efsanelerine dayanarak… Sumerlilerin Türklerin bir kolu olduğunu ve Asya’dan göç ettiklerini kanıtlamaya çalışarak Atatürk’ün bu konuda açtığı yolda büyük bir ilerleme yaparak sonuca yaklaştığımızı söyleyebiliriz.”
Lütfen yanlış anlamayın, bu alıntıda adı geçen kitap ve alıntının alındığı Atatürk ve Sumerliler kitabı 1930’ların çılgın Türk yıllarında değil, 2009’da yayımlanmış!
Başka ne yapılır bizde?
Bizzat kendi kitabında belirtilmiş:
“Muazzez İlmiye Çığ’a İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kurulu’nun 13 Nisan 2000 tarihli teklifi ile Üniversite Senatosu’nun 4 Mayıs 2000 tarihli oturumunda Fahri Doktora unvanı verilmiştir.”
Belli ki, Orta Asya Türkçesinde ve dolayısıyla Sümer dilinde “üniversite” kelimesi “bilimle ilgisiz yalakalıklar yapılan yer” anlamına geliyor.
Medoş
Zavallı Muazzez Hanım’ı düşünürken aklıma lise sosyoloji hocam Medoş geldi.
Klanlardan imparatorluklara kadar insan topluluklarının özelliklerini anlattıktan sonra soruyor Medoş:
“Çin İmparatorluğu ile Habeş İmparatorluğu arasındaki farklar nelerdir?”
Mehmet Öngün yavaşça elini kaldırıyor:
“Biri Asya’dadır, biri Afrika’da, hocam.”
Bir kahkaha tufanı kopuyor, haftalardır zaten bizden bezmiş olan Medoş ağlamak üzere, sırtını dönüp sınıftan çıkıyor.
On yıl sonra, doktoramın ilk yılı, Beyazıt kütüphanesinde eski dergileri karıştırıyor, tarım sektöründe küçük aile işletmeleri üzerine alan araştırmaları arıyorum.
Yurt ve Dünya dergilerinde Mediha Berkes imzalı, 1940’larda yazılmış bir dizi yazı ilgimi çekiyor. Polatlı köylerinde palamut üretimi. Besbelli bir doktora çalışmasının ürünleri. Çok parlak yazılar.
Aklımın bir köşesinde bir şeyler kımıldanmaya başlıyor.
Bizim Medoş, Mediha Esenel, bir zamanlar ünlü bir profesörle evliydi diye duymamış mıydık? Boratav’larla, Boran’larla birlikte 1940’ların sonlarında ayağı kaydırılıp İstanbul Üniversitesi’nden uzaklaştırılan profesorün adı Niyazi Berkes değil mi? Mediha Berkes bizim Medoş olmasın?
Eve döndüm, telefon rehberinden numarasını buldum.
“Hocam, hatırlamıyorsunuzdur ama, ben Roni Margulies, 72 mezunu.”
“Hatırlamaz mıyım?” dedi ve “Margulies adlı kaç öğrencim olabilir?” dememe inceliğini gösterdi.
“Doktoram için Yurt ve Dünya dergilerini incelerken yazılarınızı okudum. Zamanınız olursa, gelip sizi görebilir, sorular sorabilir miyim?”
“Roni, telefonda sor, cevaplarım. Ama n’olur o kadarıyla kalsın. O yıllar hakkında konuşmak istemiyorum.”
Bense Polatlı köyleri hakkında değil, o yıllar hakkında konuşmak istiyordum asıl. Baştan savma sorular sordum, vedalaştık.
Hâlâ aramızda
Yirmi yıl geçti. Medoş’un Geç Kalmış Kitap adlı bir kitabı çıktı. Hemen aldım.
Çok severdim Medoş’u. Ve acırdım. Parlak bir geleceğe adım atmak üzereyken siyasî nedenlerle ayağı kaydırılmış ve hayatını bizim gibi şımarık ve acımasız çocuklara gereksiz bir ders vermekle geçirmiş bir kadın.
Yazdığı kitapta bunları okuyacağımı umuyordum.
Hayır. Kitabın en çarpıcı yanı, sınırsız bir Atatürk tapınmasıydı. Gençliğinde Atatürk’ü gördüğü an, hayatının zirve noktasıydı!
O kuşağın kadınlarını anlıyorum. Önlerinin açılmasını Atatürk’e borçlu olduklarını düşünüyorlar.
Ama iki şeyi hiç anlayamıyorum.
Kadınların kurtuluşu bir erkeğin kurduğu diktatörlüğe nasıl bağlı olabiliyor? Astığı astık kestiği kestik bir erkeğe ömürleri boyunca tapınmak kadınları nasıl özgürleştirmiş oluyor?
Bir de, o kuşak neyse ne, benzer kadınların hâlâ aramızda yaşıyor olmasını anlamakta zorlanıyorum.
3: Prof. Dr. Vecihe Hatiboğlu
Dünyada yaşayan herkes, altı yedi milyar kişinin hepsi, akraba.
Tevfik Fikret “Milletim insanlıktır, vatanım yeryüzü” derken, sandığından çok daha haklıydı.
Herkes gerçekten akraba.
Yetmiş bin yıl kadar önce, sadece doğu Afrika’da çağdaş insan vardı. “Cumhuriyet okuru” anlamında değil, homo sapiens sapiens anlamında “çağdaş”. Yani biz.
Dünyanın başka yerlerinde bize benzeyen, “homo” olan, ama “sapiens” olmayan başkaları vardı; Avrupa’da Homo neandertalensis, doğu Asya’da Homo erectus, Flores adasında kısacık boylu Homo floresiensis. Ama insan sadece Afrika’da vardı.
Ve bir grup insan yine o yıllarda, meraktan mıdır, maceracılıktan mı, Afrika’nın kuzeydoğu kıyısından karşıya geçti. Ve geçenlerin torunları kıyı kıyı giderek, nehir vadilerini izleyerek 45 bin yıl önce Avrupa’ya, 40 bin yıl önce Avustralya’ya ulaştı. Torunların torunlarının bazıları Vietnam civarına vardıklarında sağa dönüp Avustralya’ya değil, sola dönüp Sibirya’ya doğru yola çıktı. Onların da torunları o zamanlar boğaz olmayan Bering Boğazı’ndan geçip 15 bin yıl önce Amerika’ya ulaştı.
Bu yolculuğu ilk başlatan o maceraperestler Somali kıyılarında sallarına binerken toplam insan nüfusunun belki sadece 10 bin olduğu tahmin ediliyor. Sallara binenlerin sayısı ise belki de 500 kadar az.
Ve bugün Afrika dışında yaşayan herkes, hepimiz, o 500 kişinin torunlarıyız. Yakın akrabayız!
Diyelim ki bu dediklerimden etkilenmediniz. Peki şuna ne dersiniz: O birkaç yüz kişinin aynı dili konuşuyor olması gerek!
Nasıl bir dildi acaba konuştukları?
“Ulan, karşıda ne var acaba? Geçsek mi?” derken nasıl diyorlardı? Nasıl bir ses çıkarıyorlardı?
Hiç bilemeyeceğiz.
Merak ediyorum, çünkü bugün dünyada konuşulan bütün diller o dilden geliyor!
Klik
Şu anda konuşulan en eski dillerin Afrika’da bazı kabilelerin konuştuğu “klik” dilleri olduğu tahmin ediliyor. Örneğin, !Kung. Baştaki işaret, boğazın dibinden çıkan bir “klik” sesi.
Tanzanya’da yaşayan Hadzebe kabilesi ile Namibia’daki !Kung’lar, genetik incelemelerden biliyoruz, en az 40 bin yıldır ayrı coğrafyalarda yaşıyor, fakat ikisi de “klik” dilleri konuşuyor. İkisinin ayrı ayrı “klik” dili üretmiş olması ufak ihtimal olduğuna göre, ortak bir ön dilleri olması ve bunun bir “klik” dili olması gerek.
Ama o kadar. Daha geri gidemiyoruz.
Günümüzde konuşulan tüm diller arasında ortak unsurları bulup çıkarsak, insanlığın ilk anadili hakkında ipuçları bulamaz mıyız?
I-ıh, olmuyor. Dil o kadar canlı bir şey ki, birkaç bin yılda tümüyle değişiyor, ortak unsur kalmıyor. Fransızcayla !Kung arasında hiçbir ortak kelime yok!
Atatürk kalktı, omuzumu sıvazladı
Arayan olmamış değil ama.
Prof. Dr. Vecihe Hatiboğlu şöyle anlatıyor örneğin:
“Dolmabahçe Sarayı’nda toplanacak olan Üçüncü Türk Dil Kurultayı’na sunulmak üzere Atatürk’ün soyadındaki ‘ata’ sözünün incelenmesi Genel Saymanlıkça bana verilmişti.
Daha ilk araştırmalarda ‘ata’ sözünün başlıca dünya dillerinde kullanılmış olduğu anlaşılıyordu… Özellikle, Türkçede şekil ve anlamını değiştirmeden yüzyılları aşarak günümüze kadar gelmişti. Öteki dillerde ilk devirlerinde kullanılmış, sonraları bırakılmış, kullanılmaz olmuştu… Demek bu söz bütün dillere bir kaynaktan yayılmıştı.
Atatürk ‘ata’ sözünün asıl şeklini ve anlamını eski kaynaklardan bugüne kadar Türkçe’de koruması bakımından Türkçe olduğunu ileri sürüyor ve bunun için soyadı olarak seçtiğini belirtmek istiyordu.
Kurultay’ın ikinci günü, Atatürk’ün de bulunduğu toplantıda, bütün dünya dilcilerine ‘ata’ sözünü aynı düşüncelerle açıkladım. Atatürk kalktı, omuzumu sıvazladı… Özellikle tezimin son cümlesi hoşuna gitmişti: ‘Ata kelimesi Türklük kadar eskidir ve Atatürk kadar bizimdir’ demiştim.”
Bütün dünya dilcileri genç Vecihe Hanım’a hayran kalmıştır kuşkusuz. Kahkahalarını bastırmak nezaketini göstermişlerdir!
Vecihe Hanım 1944’ten 1983’e kadar Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde hocalık yapmış. Türk Dili dergisine göre, “Hayatı boyunca Atatürk sevgisiyle ve onun çizdiği yolda bilim yapmıştır. Belki de Atatürk’e olan bu hayranlığı ve sevgisi sebebiyle, bilim çevrelerinde o dönem için terk edilmiş olmasına rağmen, Güneş-Dil Teorisi’ne eserlerinde yer vermiştir.”
Tevekkeli değil, “Beni Türk dilbilimcilerine teslim ediniz” demiş Atatürk.
4 ve 5: Afet İnan ve Birgül Ayman Güler
Brakisefal mısınız, dolikosefal mı?
Lütfen biraz düşünün, soruyu hafife alıp baştan savma bir cevap vermeyin. Hafif değil.
Cevabı bilmiyor olma ihtimalinizi göz önüne alarak, yardımcı olmaya çalışayım.
Gördüğünüz gibi, brakisefal “geniş kafa”, dolikosefal ise “uzun kafa” demek.
“Ne önemi var?” var demeyin lütfen. Önemi şu: 1930’ların ırkçılıkla kasıp kavrulan Avrupa’sında yaygın kanı, uygarlığın brakisefal kafa yapısıyla yakın bir ilişkisi olduğu, dolikosefal kafalıların ise ancak brakisefallerle melezleşerek ileri toplumlara ulaşabileceği idi.
Aynı yıllar, Mustafa Kemal’in antropoloji, arkeoloji, ırk, dil ve tarihle yakından ilgilendiği yıllardı. Türk Tarih Kurumu’nun, Türk Dil Kurumu’nun, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin birer emirle kurulduğu yıllar. Afet İnan, Şevket Aziz Kansu, Şemseddin Günaltay, Sadri Maksudi Aral gibi büyük Türk bilim insanlarının ortaya çıktığı yıllar. Ve bu kurumlarla kişilerin Türk ırkının üstünlüğünü kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde kanıtladığı yıllar.
“Üstün ırk” olmak, kuşkusuz, hem brakisefal hem de Avrupalı olmak anlamına gelmeliydi. Emir yüksek yerden geliyordu. Emir demiri (ve bilimi) keser. Türklerin hem brakisefal hem de Avrupalı olduğu kanıtlandı.
Anadolu insanı da Avrupalılar gibi ‘ileri’ ırklara mensup
Sonradan Ankara Üniversitesi rektörü olan Kansu, o yıllarda Fransa’da öğrenciyken sunduğu tezde 50 Yeni Kaledonyalı ile 50 Afrikalının kafataslarını inceleyerek her ikisinin de ilkellik niteliklerini taşıdığını ve dolikosefalliğin ilkel insanlara özgü olduğunu “göstermişti”.
Bunu izleyen yıllarda, Kansu Anadolu kafatası yapısının “Alpen” özellikler sergilediğini, Türklerin brakisefal kafa yapısına sahip “ileri” bir ırka mensup olduğunu “gösterecekti”.
Ondan birkaç yıl sonra, Atatürk’ün manevî kızı Afet Hanım, manevî babasının büyük destek, yardım ve önerileriyle İsviçre’de hazırladığı doktora tezi için 1937’de tam 64 bin Anadolulunun kafataslarını ölçtürdü, biçtirdi, inceledi. İsviçre’den ölçüm aletleri getirtildi, Sıhhat Vekaleti memurları ve İstatistik Umum Müdürlüğü seferber edildi.
Ve bu devasa çalışma istenilen sonucu verdi. Hain Batılılar tarafından o güne kadar Türklere atfedilen “sarı ırk” ve “mongoloid” özelliklerin yanlış olduğu “kanıtlandı”. “Antropolojik veriler ışığında, fizyolojik açıdan Anadolu insanı da Avrupalılar gibi ‘ileri’ ırklara mensuptu”.
O gün bugündür “Türküm” demek, mutluluk demek!
Efendiler, gürbüz, yavuz evlatlar isterim
Hatırlarsınız, bir zaman önce CHP milletvekili Birgül Ayman Güler şöyle demişti: “Türk kavramı bir ırkı ya da etnisiteyi anlatmaz. Yüz yıla yakın zamandır Türk kavramı anayasada yazılı olan ulusal vatandaşlığın adıdır. Öyle ki, bizde Musevi inancına sahip, Süryani inancına sahip, Boşnak ya da Kırmançe, Zaza çok farklı etnik kökenlerden ve hatta Müslüman, gayrimüslim insan Türk vatandaşı kimliğiyle yaşar.”
Güler Hanım ya çok cahil ya çok yalancı.
“Türk kavramı” tam da “bir ırkı ya da etnisiteyi” anlatır. Ve 1930’lar boyunca Mustafa Kemal’in, manevî kızının ve tüm manevî bilim insanlarının tam da bu ırkı yüceltmek için yapmadığı saçmalık kalmamıştır.
Gizlisi saklısı da yoktur zaten bu ırkçılığın.
Keriman Halis 1932’de dünya güzeli seçildiğinde, şöyle der Kemal:
“Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli intihap olunmuş [seçilmiş] olmasını çok tabii buldum.”
Aynı yıllarda Türk sporcularıyla konuşurken şöyle der:
“Bu kadar mühim olan spor hayatı bizim için daha mühimdir. Çünkü ırk meselesidir. Irkın ıslâh ve küşayişi meselesidir… Efendiler, gürbüz, yavuz evlatlar isterim.”
Birgül Ayman Güler çok iyi biliyor ki, Türkler gürbüz ve yavuzdur, geri kalanlarımız değiliz.