Orada bir laiklik var uzakta
Türkiye’de laiklik sonu gelmeyen ama hiçbir zaman tam olarak çözülemeyen, üzerine çok söz söylendiği için tüketildiği düşünülen ama sığ sularda tarafların birbirine karşı konumlanma aracı olarak yapılan önemli bir tartışmadır. Son bir ayda bile laiklik ile doğrudan bağlantılı bir dizi tartışma yaşadık. AİHM Türkiye’nin cem evlerini ibadethane olarak kabul etmemesini insan haklarına aykırı buldu. Gerekçesi kamuoyuna açıklanmadı, ama Türkiye’nin bu kararı temyiz ettiğini biliyoruz. Bu vesileyle zorunlu din dersleri, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi konularda da tartışmalar yaşandı, ama bu tartışmaların hiçbiri “AKP gericiliği” imasının ötesine geçmeyi başaramadı. Laiklik tartışmasının temelini oluşturan “Birlikte nasıl yaşayacağımız konusunda alacağımız kararlarda referansımız ne olacak ve referansları farklı olan yurttaşların farklılıklarına ve özgürlüklerine zarar vermeden bir arada bulunmalarını nasıl sağlayacağız?” sorusu tartışmaların hiçbir aşamasında gündeme gelmedi.
Kavram kargaşasını önlemek açısından laiklik derken neyi kastettiğimi kısaca belirtmekte fayda var. Laiklik terimi genellikle dinin kamusal alanda devlet tarafından kontrol altında tutulmasını ifade etmek için kullanılırken, her ikisinin birbirinden keskin bir kopuşunu ifade etmek için sekülerleşme kullanılmaktadır. Ancak bu konuda altı çizilerek unutulmaması gereken en önemli nokta, her iki kavramın tek tek ülkelerin toplumsal yapılarına ve hukukuna uyarlanma biçiminin farklı olduğudur. Dünyada ne kadar ülke varsa o kadar laiklik/sekülerlik türü olduğunu söyleyebiliriz.
Laiklik yenildi mi?
Modernizm ve Aydınlanma’nın iddiası hayatın bütün alanlarının dinden arınacağı, dinin özelleşeceği ve belki bir gün tamamen ortadan kalkacağı idi. Sekülerleşmeyi teorize eden ilk isimler olan Weber ve Durkheim’a göre modern dünyanın saldırısı altında eski tarihsel dinlerin hayatta kalması mümkün değildi. Jose Casanova’ya göre, sekülerleşme teorisinin temel tezi, toplumsal modernleşme sürecinin, seküler alanların (aslen devlet, ekonomi ve bilim) dini alanlardan ayrıştırılarak ve bağımsızlaştırılarak kavramsallaştırılması ve bunun doğal sonucu olarak dinin, sadece dinî alanda kalması ve özelleşmesidir. Sekülerleşme üç sacayağı üzerinde gelişecektir; birincisi, seküler alan ile dinin alanının tamamen birbirinden ayrılması. İkincisi, dinin giderek önemini kaybetmesi. Üçüncüsü dinin bir dünya görüşüne dönüşemeyecek derecede özelleşmesi ve depolitize olması.
Ancak sosyal bilimciler ve araştırmacılar 1980’lerle birlikte dünyadaki gidişatın hiç de öngördükleri gibi olmadığını fark etmeye başladı.
Yakındoğu, Güneydoğu Asya ve Hindistan’da ortaya çıkan köktendincilik hareketleri, ulusal ve etnik çatışmalarla ilişkilendiriliyor ve bugün daha “üstün” bir uygarlık olarak algılanan bir Batı uygarlığının aşağılamalarına karşı ortaya çıkan, küresel çapta faaliyet gösteren terörizmin merkezsizleştirilmiş birimleri için zemin oluşturuyorlardı. İran’da hakiki bir teokrasi ortaya çıkmıştı. Çoğu Müslüman ülkede, ama İsrail’de de, dinî aile hukuku devletin medenî hukukunun yerine geçiyordu. Afganistan veya Irak gibi ülkelerde, iyi kötü liberal bir anayasal düzen, ancak şeriata uygun olmak kaydıyla geçerli sayılıyordu. Dinî çatışmalar uluslararası arenaya da sızıyor, Batı tarafında uluslararası ilişkilerin ve anlaşmazlıkların algılanışı, medeniyetler çatışması tezlerine dönüşüyordu.
Habermas’a göre, bu gelişmeler başka şeylerin yanında, şiddet kullanarak sömürgeleştirmenin ve sömürgeleştirilmiş yerlerden çekilme girişimindeki başarısızlığın uzun vadedeki bir sonucu olarak kavranmalıdır. Dışarıdan zorla gelen bir kapitalist modernleşme, toplumsal güvensizliğe ve çalkantılara neden olur. Dolayısıyla dinî hareketler, hızlandırılmış veya başarısız olmuş modernleşme koşullarında köklerinden uzaklaşma olarak algılanan toplumsal-yapısal devrimleri işlemektedir. ABD’nin, yani modernleşme dinamiğini en başarılı biçimde geliştiren Batılı toplumun içinde, dinin politik olarak yeniden canlanması daha da şaşırtıcıdır. Gelenek ve din her zaman birbiriyle bağlantılı olmuştur ama dinin sürekli geleneğin gücü olarak lanse edilmesi, artık sadece geleneklerle aktarılan şeyin canlılığının kırıldığına dair kuşkuyu su yüzüne çıkarmaktadır. Dünya tarihi açısından bakıldığında, Max Weber’in “batılı rasyonalizmi” artık asıl sapma olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu gelişmeler şimdiye kadar geleneksel ve modern toplumlar arasında bulunduğu öne sürülen eşikleri önüne katıp götürmektedir. Böylece batılı modernlik imgesi kaymakta, bütün diğer kültürlerin “normal gelecek” modeli bir istisnaya dönüşmektedir. Politik dengelerdeki bu kayma, toplumda buna karşılık gelen bir zihinsel değişimin işaretidir.
“Dinin geri dönüşü” olarak ifade edilen süreci üç dikkat çekici gelişmeyle özetlemek mümkündür. Birincisi, Batı’da kürtaj, kök hücre araştırmaları gibi tartışmaların ortaya çıkışı; ikincisi İslam’ın Avrupa’da görünür hale gelmesi ve yurttaşlık hakları temelinde haklar talep etmesi; üçüncüsü Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler ve El Kaide gibi örgütlerin ortaya çıkışı.
İçinde yaşadığımız toplum artık “post-seküler” toplum olarak tarif edilir ve bu toplumda dinin sadece özel alana çekilmeyi kabul etmek gibi bir niyeti hiç yoktur.
Bu ne anlama geliyor? Laiklik yenildi mi? Sekülerleşme bir ütopya mı?
Bu sorunun cevabının hem evet hem hayır olduğunu düşünüyorum.
Laiklikle ilgili varsayımlar
Evet, modernizm ideolojisinin anlattığı anlamda doğrusal bir toplumsal ilerleme sürecinin ifadesi olarak, bir proje, bir toplum mühendisliği, sadece kurumsal ayrışma süreci olarak laiklik yenildi. Eğer bundan sonra laikliği tartışacaksak, buna öncelikle laiklikle ilgili bugüne kadar sahip olduğumuz varsayımlardan vazgeçmekle başlamak zorundayız.
Nedir bu varsayımlar?
Birincisi, sekülerliği “din dışı” olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Kavramın ortaya çıkışında dahi sekülerlik hiçbir zaman din dışılığı ifade etmez. Kavramın kökeninde manastırda yaşayan rahiplerin kilise hukukuna ait bir süreçten geçerek dünyaya dönmesi ve böylece “seküler” olması yatar. Kilise Hukuku’na göre papazlar hem “dinî” hem de “seküler” olabilir. Dünyadan çekilip manastırda yaşayan papazlar “dinî”, dünyada yaşamayı seçen papazlar ise “seküler” olarak adlandırılır. Yani sekülerlik din dışılığı değil, dinin de dahil olduğu bir süreci ifade eder.
Laikliğin, din ve diğer alanların birbirinden ayrışması anlamında kullanılması Protestan Reformu ve din savaşlarının ardından, manastırların, toprak sahiplerinin ve kiliselerin elindeki toprakların ve mülklerin devlet tarafından kamulaştırılması ve aslen Fransız Devrimi ile olmuştur. Çünkü Fransız Devrimi sırasında kilise ve din görevlileri burjuvazinin yanında değil, ona karşı feodal toprak ağalarının yanında yer almıştır. Ancak böyle bir süreç yaşamayan ve dünyanın dört bir yanından gelen ve her biri farklı dinlere sahip göçmenler tarafından kurulan ABD’de devlet bütün dinlere karşı anayasal düzeyde tarafsız ve eşit mesafede olmayı seçmiştir. Dolayısıyla sekülarizm/laiklik, bu dünya ve bu dünyanın yarattığı sorunlar hakkında belirli bir anlayış üzerine yükselir. Modern Avrupa’nın başlarında, bu sorunlar kentte ve kırda sayıları gün geçtikçe artan hareketli yoksulları denetim altına alma, birbirine düşman Hıristiyan tarikatları bağımsız bir toprak parçası üzerinde yönetme ve Avrupa’nın denizaşırı ülkelerdeki ticarî, askeri ve sömürgeci yayılmasını düzenleme ihtiyacıdır.
Yani laiklik ve/veya sekülerleşmenin din dışı olmakla bir ilgisi yoktur. Talal Asad’ın deyimiyle sekülerlik, gerçek insan yaşamının dinin denetleyici gücünden kendisini tedricen kurtardığı ve böylece dinin yeniden konumlandırılmasını sağladığı bir süreç olmak zorunda değildir. Ancak elbette sekülerlik hem farklı inançları hem de inanmayanların eşit koşullarda varlığını ve haklarını tanımakla ve korumakla yükümlüdür.
İkincisi, laikliği korumayı devletin bekasını korumak olarak görmekten vazgeçmeliyiz. Türkiye’de “laiklik elden gidiyor” diye ifade edilen, aslında farklı inançların ve/veya inançsızların birlikte barış içinde yaşama koşullarına yönelik bir tehdidin varlığı değil, devletin bekasına yönelik bir tehdidin varlığıdır. Türkiye’de laiklik her zaman devlet ile eşdeğer görülmüştür. Laikliği korumak devleti korumak anlamına gelmiştir. Bu nedenle, laikliği korumak adına askerin darbe yapmasında bir sakınca görülmemiştir. Söz konusu laiklikse demokrasi her zaman feda edilebilir olmuştur. Laikliği bu şekilde gördüğümüz sürece onu doğru bir şekilde konuşmamız mümkün değildir.
Üçüncüsü, Türkiye’de Batı şablonu ile baktığımızda kurumsal ayrışma anlamında laiklik varmış gibi görünse de, Türkiye’nin gerçekte laik bir ülke olmadığını, dolayısıyla korunacak bir şey olmadığını, laikliği/sekülerleşmeyi yeni baştan konuşmamız gerektiğini saptamak gerekir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 1924 yılında kurulmasıyla birlikte daha önce Şer’iye ve Evkaf Vekâleti adıyla bakanlık düzeyinde yürütülen din işleri idarî bir bürokratik kuruma indirgendi. Din işleri Bakanlar Kurulu’nun işi olmaktan çıkarak bürokrasinin kamu hizmeti kapsamında iş gördüğü bir alan olarak tanımlandı. Böylece Cumhuriyeti’in kurucuları hem dini kendi kontrolleri altına almış oldu, hem de burada görev yapan kişileri olası bir kutsallık halesinden azade kılmış oldular. Diyanet İşleri gibi bir kurumun varlığı ya da zorunlu olmaması koşuluyla din derslerinin varlığı, bir ülkenin laik olmadığı anlamına gelmez. Ancak Diyanet Türkiye’de sadece inançlı insanların bu yöndeki ihtiyaçlarını karşılayan bir kamu kurumu olarak çalışmıyor. Devlet, Diyanet’i İslam’ın belirli bir görüşünü, yani Sünni İslam’ı bütün topluma yaymak için kullanıyor.
Kurumun eski başkanlarından Ali Bardakoğlu Diyanet’in yaptığı işi, “doğru dinî bilgiyi sağlamak” olarak tanımlıyor. Bu anlayış Diyanet dışında öğretilen bütün dinî bilgilerin yanlış olduğunu varsayar ve devletin denetimi dışındaki dinî faaliyetlerin tehdit olarak algılandığını gösterir. Diyanet İşleri, bu topraklarda bulunan bütün dinlerin ihtiyaçlarını karşılamak gibi bir işlev görmüyor, tek bir dinin ihtiyaçlarına odaklanıyor.
Birlikte yaşama arzusu
Laiklik/sekülerlik her yerde farklı gelişen bir süreçtir, muhtemelen bundan sonra da öyle olmaya devam edecektir. Bu süreç kurumsal bir ayrışmayı da içermekle birlikte aslen toplumun birlikte yaşama arzusuyla ilgilidir. Bugün karşımızdaki soru şudur: Günlük yaşamında, hukukta, devlet yönetiminde referans aldıkları meşruiyet kaynakları farklı olan insanlar bu farklılıklarını ortadan kaldırmadan ve bir tarafın özgürlüğü diğerine feda edilmeden, din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde nasıl birlikte yaşar? Sorunun cevabını vermek göründüğü kadar kolay değil. Cevabı nasıl verirsek verelim, bu cevaba giden süreçte bize rehberlik etmek zorunda olan iki temel ilke var; birincisi, din ve vicdan özgürlüğü feda edilemez temel bir haktır. İkincisi, inanmama özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ile eşdeğer bir hak ve özgürlüktür. Bundan sonraki bütün laiklik/sekülerlik tartışmaları bu iki ilkeyi eşit ölçüde kabul ederek yürütülmek zorundadır.