Avrupa’nın radikal partileri
Geçtiğimiz aylarda Avrupa solunun önündeki büyük fırsatlara –ve büyük sınavlara– işaret eden bir dizi dikkat çekici anket yayınlandı. Yunanistan’da 2012’de seçimleri kazanmaya yaklaşan radikal sol parti Syriza, iktidardaki Yeni Demokrasi partisinin yüzde 5-10 önüne geçti. İrlanda Cumhuriyeti’ndeki bazı anketlere göre Sinn Fein burun farkıyla hem iktidardaki Fine Gael partisini, hem de bir zamanlar İrlanda kapitalizminin başat partisi olan Fianna Fail’i geçmiş durumda.
Ama hepsinin içinde en çok göze çarpan Kasım ayı başında İspanyol El Pais gazetesinin yaptığı bir ankete göre Podemos’un yüzde 27,7 ile hem ana muhalefet PSOE’nin, hem de iktidardaki muhafazakâr Halk Partisi’nin önüne geçmesi oldu. Ay sonunda yapılan başka bir anket Podemos’un oylarını daha bile fazla, yüzde 28,3 olarak gösterdi. Syriza (ya da en azından ana bileşeni olan Synaspismos) ve Sinn Fein yirmi yıllık partiler, ama Podemos 2014’ün başında kurulmuştu.
Podemos’un yükselişi füze gibi oldu. Mayıs ayında yapılan Avrupa Birliği Parlamentosu seçimlerinde, düşük vergi bölgelerinin ortadan kaldırılması, güvence altına alınmış asgari bir ücret ve emeklilik yaşının 60’a indirilmesi taleplerini öne süren bir programla 1,2 milyon oy alarak beş milletvekili çıkardı.
Ekim ayının ortalarında yaklaşık 8.000 aktivist Podemos’un “yurttaş meclisi”nin açılışı için Madrid’de bulunan devasa Palacio Vistalegre salonunu doldurdu. Toplantıya 150.000 kişi de internet üzerinden katıldı. Şimdi Podemos’un –tüm İspanya’da meydanları işgal eden Öfkeliler hareketinin hatırlatan şekilde; bazen kamusal alanlarda– zaman zaman kitlesel toplantılar yapan 1.000 yerel birimi var.
Podemos’un yükselişi tüm Avrupa’da görülen daha geniş bir eğilimin en net ifadesiydi. Onyıllardır süren ve şimdi kemer sıkma politikalarıyla birleşen neoliberalizm tüm Avrupa’da siyasî kutuplaşmaya ve parçalanmaya yol açtı. Milyonlarca işçi ve genç için hayattaki temel varsayımların erozyona uğraması, eski siyasî düzene olan desteğin altını oyuyor.
Bu siyasal kırılma süreci eşitsiz gelişiyor, bazı ülkelerde diğerlerinden çok daha hızlı, ancak hemen hemen hiçbir yer bundan tamamen muaf değil. Sol bu karmaşadan kazançlı çıkmaya çalışan tek güç değil. Irkçı sağ da geleneksel siyasal yapılarla ilgili yanılsamaların ortadan kalkmasını istismar etmeye çalışıyor. AB seçimlerinde Marine Le Pen’in faşist Ulusal Cephe’si Fransa’da, ırkçı Danimarka Halk Partisi Danimarka’da ve UKIP İngiltere’de birinci oldular. Avrupa hızla kutuplaşıyor ve bu durum hem korkunç tehlikeler hem de fırsatlar ortaya çıkarıyor.
İstikrarsızlık
Hayatını 2011’de kaybeden İrlandalı siyaset bilimci Peter Mair, ölümünden sonra basılan Ruling the Void (Boşluğa Hükmetmek) kitabında seçimlerdeki katılım oranına ve bir zamanlar başat olan partilerin üye sayılarındaki düşüşe bakarak “Batı demokrasisinin içinin boşalmasına” şahit olduğumuzu savunuyordu. Giderek daha çok oy bir seçimden diğerine partiler arasında gezinirken seçimlerdeki istikrarsızlık da artıyor. Mair’in birlikte çalıştığı araştırmacılardan Ingrid van Biezen, kıtanın yerleşik demokrasilerindeki siyasî partilerin üye sayısının 1980’den bu yana yaklaşık olarak yarıya indiğini tahmin ediyor.
Geleneksel partilere olan destekte böylesi bir erozyon, tüm egemen sınıflar için tehlikeli bir zamandan geçtiğimiz anlamına geliyor. İşçilerin çoğunluğu çoğu zaman kapitalist sistemi kabul eder, ya da en azından ona tahammül eder, çünkü hiçbir alternatif mümkün gözükmez. Liberal demokratik bir yapı insanlara kendi hayatları üzerinde bir nebze kontrol sahibi oldukları hissini verir ve sistemin şu ya da bu tarafı konusundaki şikâyetler genelde siyasî partilerin rekabetçi etkileşiminde soğurulur. Bu tahammülün zayıflaması aşağıdan gelen öfke patlamalarının zapt edilmesini zorlaştırır.
Kapitalist sınıfın eski yönetim şeklinde yaşanan kriz; bir taraftan işçi sınıfının çıkarlarını daha güçlü bir şekilde ifade edip kapitalizme karşı genel bir meydan okumaya dönüşebilecek bir gelişme yaratmak isteyen, diğer taraftan milliyetçiliği ve ırkçılığı beslemeye çabalayıp krize karşı otoriter çözümler arayışında olan zıt uçlarda yeni güçlerin ortaya çıkması için alan açıyor.
O halde temel sorun, Avrupa’nın çoğunda siyasal düzeni sarsan krize, gerici değil ilerici bir çözüm getirmeyi başarabilmek için ne tür bir sola ihtiyaç duyulduğudur.
İrlanda, Yunanistan ve İspanya’da önümüzdeki 18 ay içinde genel seçimler olacak. Yunanistan’da eğer hükümet Şubat ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde mecliste oy verecek 180 milletvekili bulamazsa önümüzdeki yıl yapılacak olan seçimler daha erkene çekilebilir. Syriza birkaç ay sonra kendisini iktidarda bulabilir.
Bu durum radikal sol güçlerin önümüzdeki dönemde muhtemelen büyük sınavlarla karşı karşıya kalacağı anlamına geliyor. Avrupa’da yükselen sol güçler hangi stratejileri uygulamaya çalışıyor? En uygun tanım, sol reformizm. Diğer bir ifadeyle, var olan devleti kullanarak piyasanın ve büyük şirketlerin dizginlenmesiyle işçiler için kazanım elde edilebileceği düşüncesinin biraz daha radikal bir şekli.
Ancak Syriza’yı destekleyenlerin pek çoğu, özellikle uluslararası alandaki yandaşları, bu iddiayı reddedecektir. Syriza’nın eski ‘reform ya da devrim’ ikileminin ötesine geçtiğini ve “sol bir hükümet”in kemer sıkma politikalarına ve eşitsizliğe karşı gerçek bir meydan okumanın önünü açabileceğini savunacaklardır.
Örneğin, Kanadalı Marksist Sam Gindin geçen yıl Syriza’nın “radikal reformlara” bağlılığını övüyordü. “Yüzyılımızın sorunu reform ya da devrim ikilemi değil, bundan ziyade arkalarında hangi tür halk hareketlerinin olduğu, hangi tür reformların hangi tür mobilizasyonları kullanarak başka yerlerde de benzer gelişmelere ilham verebileceği, hangilerinin kapitalizmin basınçlarına dayanacak kadar devrimci olduğu sorusudur.”
Ancak böyle formülasyonlar, 20. yüzyılın olduğu kadar 21. yüzyılın kapitalizmini de şekillendiren acımasız gerçekleri dikkate almaktan kaçındıkları için tehlikeli.
Sol bir hükümet “saygınlığını” ve “yönetebilme yeteneğini” kanıtlaması için medya, devlet aygıtı ve büyük sermaye tarafından muazzam bir basınç altına alınacaktır. Bu hükümet, kapitalist üretimi ve toplumu korumanın zorunluluğuna göre hareket eden, seçilmemiş hiyerarşiler olarak kalan bu kurumlardan hiçbiri üzerinde gerçek bir kontrole sahip olmayacaktır.
Yunanistan’da Haziran 2012 seçimlerinde Syriza birinci çıkacakmış gibi gözüktüğünde, aynı güçler devasa bir şantaj kampanyası başlatarak, Syriza iktidara gelirse ekonomiyi çöküşe götürmekle tehdit etti. Eylül ayında İskoçlar bağımsız bir devlet için oy kullanacakmış gibi gözüktüğünde İngiltere’de de benzer bir “korku projesi”nin tırmandırıldığını gördük.
Seferberlik
Sol bir hükümet iktidara geldiğinde bu tür basınçlar daha da artacaktır. Seçilmemiş iktidar blokları ya her türden radikalizm belirtisini parçalamaya çalışacak (1966-70’te ve 1974-79’da İngiltere’de İşçi Partisi hükümetlerinde, Fransa’da 1981-83’te François Mitterand’ın ilk Sosyalist Parti hükümetinde olduğu gibi) ya da, gerekirse, kapitalizmin çıkarlarını tehdit eden herhangi bir sol hükümeti devirmek için güçlerini seferber edecektir (Salvador Allende’nin 1970’lerin başında Şili’de sosyalist reformist hükümetinin kaderi gibi).
Şimdiden, iktidarın yakın olduğunu gören Syriza’nın bu basınçlar karşısında sağa kayıyor olduğunun işaretleri var. Neoliberalizmin ateşli savunucusu Economist dergisinin birkaç hafta önce yazdığı gibi, “Syriza’nın 40 yaşındaki lideri Alexis Çipras Berlin’deki Alman hükümetiyle ve Brüksel’deki AB liderleriyle köprüler inşa ediyor… Avrupalı yetkililer, onun artık 2012 yılında eğer iktidara gelirse ‘barbarca memorandum’u yırtıp atacağını söyleyen uzlaşmaz delifişek olmadığını belirtiyor. Bay Çipras sessizce potansiyel yatırımcılara Yunanistan’a yurtdışından para getirmek konusunda güven vermeye çalışıyor, Syriza iktidara geldiğinde Yunanistan’ın avro bölgesinin iş dünyasına dost ülkelerinden biri olacağını söylüyor.”
Yakın zamanda Financial Times gazetesinde yayınlanan bazı yazılar da egemen sınıfın bazı kesimlerinin yeni sol güçlerle birlikte çalışabileceklerine inandıklarını gösteriyor. Gazetenin köşe yazarı Wolfgang Munchau Syriza’nın ve Podemos’un kamu harcamalarının artırılması ve borçların yeniden müzakere edilmesi çağrılarını övüyor ve bunun Avrupa’nın “nükleer bir kışın ekonomik karşılığına” sürüklenmesinin tek gerçekçi alternatifi olduğunu yazıyordu. Aynı gazetenin bir başyazısı ise Die Linke’nin doğu Alman eyaleti Thuringia’yı alarak ilk bölgesel hükümetini kazanmasını hoşnutlukla karşıladı.
Böylesi bir işbirliği tümüyle pürüzsüz bir şekilde de gerçekleşmiyor ama. Bu yüzden Financial Times “Die Linke güven kazanmak için gerçekçi olmayan dış politikasıyla ekonomi politikasını revize etmelidir” diye yazıyor. Yani parti Alman ve Avrupa sermayesinin güvenini kazanmak için antikapitalizmi ve NATO’ya olan muhalefeti bırakmalıdır.
Syriza reform ve devrim üzerine yapılan eski sol tartışmanın ötesine geçmiş bir yapı olarak sunuluyorken, Podemos’un liderliği çoğu zaman partiyi sol ve sağ kavramlarının tamamıyla ötesinde olarak tanımlıyor. Toplumdaki ana ayrışmanın sosyalistler ve muhafazakârlar arasında değil, bir yanda halk ile, diğer yanda 1978’deki liberal demokrasiye geçişin ardından İspanya’yı yöneten yozlaşmış siyasî “kast” arasında olduğunu savunuyorlar.
Kendisini solda tanımlayanlardan daha geniş kitlelere uzanma ve seslenme çabasının, Podemos’u İspanya Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) ve Komünist Partisi’nin başarısız olmuş parlamenter reformizm geleneğinden ayrıştırmaya çalışmanın bazı gerçek avantajları var. Ama aynı zamanda kapitalist toplumun gerçek doğası ve sınıf ayrımının devam eden merkezî önemi konusunda net olmak gerekiyor. Siyasetçiler, medya ve bankacılar arasındaki yozlaşmış bir ilişki ağıyla “siyasî kast” çok daha geniş bir kapitalist iktidar yapısının sadece en görünür kısmını oluşturuyor.
Zorunluluk
Bu yüzden Podemos sözcülerinden Carolina Bescansa, iş çevrelerinin çoğunluğundan “kıymetli ve düzgün” insanlar olarak bahsedip muhtemelen onların yozlaşmış politikacılara karşı mücadelede müttefikler olabileceğini öneriyor. Ancak sorun patronların iyi ya da kötü insanlar olması değil, eğer sonunda satın alınmak veya batmak istemiyorlarsa kapitalistleri kendi çalışanlarını sömürmek durumunda bırakan yapısal zorunluluktur. İşçiler için gerçek kazanımlar elde etmeyi amaçlayan her ciddi mücadele, sermayeyle işbirliğini değil, onunla karşı karşıya gelmeyi gerektirir.
Podemos’un Madrid’li genç bir akademisyen olan Pablo Iglesias etrafında toplanmış olan çekirdek liderliği, Latin Amerika solundan ve özellikle Venezuela’daki Hugo Chavez ile Ekvador’daki Rafael Correa’dan çok etkileniyor. Ancak ikisinin de alamet-i farikası reformlar gerçekleştirmek için kapitalist toplumun mevcut kurumlarını kullanmaktı.
Hem Syriza hem Podemos devasa bir aşağıdan radikalleşme dalgasının yansımaları, ancak aynı zamanda yukarıdan gelen basınca da maruz kalıyorlar. Her ikisi de hükümet olmaya yaklaştıkça merkezî liderliğin otoritesini artıran daha merkezîleşmiş iç yapılar yaratmaya başladı.
Çoğu zaman devrimcileri ve reformistleri bir araya getiren “geniş sol parti” olarak sunulan Syriza’nın 2013 konferansında, bileşenlerinin dağıtılması ve bir koalisyondan tek bir partiye dönüşülmesi kararı alındı. Syriza içerisindeki sol, bunun liderliğin muhalif gruplar üzerindeki kontrolünü artıracağını savundu ama yenilgiye uğradı. Aynı konferans parti başkanının (Çipras) merkez komite tarafından değil parti konferansı tarafından seçilmesini de onayladı.
Podemos’un Yurttaş Meclisleri’ndeki temel tartışmalardan biri de iç örgütsel yapılar hakkında. Geleneksel partilerin hiyerarşik doğasının tersine Podemos’un “yatay örgütlenmesi” hakkındaki onca konuşmaya rağmen, Iglesias’ın etrafındaki ekip daha merkezî bir modelin kabul edilmesi için bastırdı.
Bu modelde tek bir genel sekreterin oluşturacağı bir danışma kurulu daha sonra doğrudan üyelerin oyuyla seçilmiş olan Yurttaşlar Meclisi’nden onay alacaktı. Podemos’un üç AB milletvekili ve pek çok yereldeki en aktif kişiler tarafından desteklenen alternatif bir önerge üç genel sekreter ve seçilmiş Yurttaş Meclisi’nin danışma kurulunu seçmesini öneriyordu. Bu önerge internet üzerinden yapılan oylamada ağır bir yenilgiye uğradı.
Iglesias ve destekçileri, kendilerinin seçimlerden zaferle çıkabileceklerini vurgulayıp kendi önergelerinin daha üstün olduğunu savundu. TV şovlarında kemer sıkma politikalarını destekleyen siyasetçilere çok etkili bir şekilde meydan okuması sayesinde Iglesias’ın muazzam bir tanınırlığı var ve bu tanınırlık Podemos’un başarısının ana özelliklerinden biriydi.
Podemos aynı zamanda, Iglesias’ın ekibinin diğer partilerin üyelerinin Podemos’ta liderlik pozisyonlarına aday olmasını engelleyen önergeyi de kabul etti. Bunun doğrudan sonucu Dördüncü Enternasyonal’in İspanya’daki grubu olan Antikapitalist Sol destekçilerinin yönetim pozisyonlarına seçilmesinin önlenmesi oldu. Oysa Iglesias’ın çevresindekilerle birlikte Podemos’u kuran da bu gruptu.
Birlikte çalışmak
Sol reformizmin yükselişi tüm Avrupa’da çok sayıda insanın büyük oranda radikalleşmesinin bir işareti. Aynı zamanda sosyalist fikirleri tartışmak için daha çok dinleyiciyle, önemli sayıda işçiyi etkileyebilme imkânına sahip aktivist ağlarının oluşma potansiyelini de beraberinde getiriyor. Ancak işçi sınıfı hareketini tarihsel olarak egemenliği altına almış eski yerleşik reformist örgütlenmelerinin krizi reformizmin öldüğü anlamına gelmiyor.
Devrimci sol, radikal alternatifler arayanlarla mücadele deneyimlerini ortaklaştırmak, her türden değişimin anahtarının aşağıdan kolektif mücadele olduğunu sabırla anlatmak, kapitalist toplumun araçlarının potansiyel olarak ilerici olduğunu anlatan her türden düşünceyi reddetmek için, sol reformizmle ilişkilenmenin yollarını bulmak zorunda.
Bu, bazen sol reformist yapıların parçası olmak, bazen ise bir yandan örgütsel ayrımı korurken aynı zamanda sol reformizmin çekimine kapılanlarla birlikte çalışmak anlamına gelebilir.
Avrupa’da tanık olduğumuz radikalleşme muazzam bir fırsat. Ama eğer sol bunu kapitalizme karşı gerçek bir saldırıya dönüştürmekte başarısız olursa, ırkçılar ve faşistler bunu izleyecek olan hayal kırıklığı üzerinden örgütlenebilir.
Çeviren: Onur Devrim Üçbaş