TAŞRADAN TÜRKİYE İŞÇİ PARTİSİ HATIRALARI
Fırtınalı Denizin Kıyısında – Şansal Dikmen Kitabı, söyleşi: Derviş Aydın Akkoç, Ayrıntı Yayınları, 2014.
Türkiye İşçi Partisi’ne Âşık Oldum, Hamdi Doğan (Hamdoş), İletişim Yayınları, 2014.
Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 10’a yaklaşan oy alması, üstelik hiç beklenmedik şehirlerde oyunu arttırması Türkiye’de kitlesel sol bir partinin mümkün olduğu konusundaki umutları yükseltti. Kürt siyasi hareketinin farklı isimlerdeki partileri iki dönemdir parlamentoda hakiki bir sol/sosyalist muhalefetin nasıl olması gerektiğini gösteriyor oldukları ortada. Ne var ki bu partilere oy verenlerin Kürt seçmenlerin ötesine geçtiği pek söylenemezken, yüzde 6-7 bandındaki oyların 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 10’lara yaklaşması Türkiye genelinde de böyle bir partiye teveccüh edecek başka kesimlerden seçmenler de olduğunu gösterdi. Haliyle bu konu tartışılırken Türkiye İşçi Partisi’nin 1965’te meclise girmesi sıklıkla zikredildi ve TİP’in yarım asır önceki başarı hikâyesinden günümüze nelerin aktarılabileceği gündeme geldi.
Yarım asır az bir zaman değil, ne ki bu zaman zarfında TİP üzerine yazılmış kitap ve yapılmış çalışmaların yeterli olduğunu söylemek sanırım pek mümkün değil. Bu gibi çalışmalar daha çok partinin üst yönetiminde neler yaşandığı hakkında olmuştur: Parti içi tartışmalar, bölünmeler, tutuklanmalar, yargılamalar. Taşradaki kadrolar, hayatını partisine adayan üyelerle partiye yakın durmuş insanlar hakkında bilgi içeren, onların deneyimlerini bugüne taşıyan çalışmalar yok denecek kadar azdır.
Bu biraz da tarih konusundaki genel bir eğilimin sonucu olsa gerek. Büyük harfle yazılan Tarih daha çok kurumların, devletin içindeki ve dışındaki örgütlenmelerle bunları yönetenlerin tarihidir; o kurumları, örgütleri oluşturan, işleyişine katkıda bulunan insanların neler yaşadığı pek yazılmaz, kaydı tutulmaz, dost sohbetlerinde anlatıldıklarıyla kalır. Onların daha çok istatistiki bilgi düzeyinde rakamsal karşılıkları vardır Tarih’te. “X Partisi şu seçimde şu kadar oy aldı, o dönemde resmi üyesi bu kadardı,” gibisinden cümleler de kuşkusuz bize çok şey söyler, ama içerisinde büyük bir eksiklik de barındırır – deneyim aktarımı için kişisel hikâyelere ihtiyaç duyarız. Türkiye’de Sol’un tarihi konusunda kişisel deneyimler derli toplu biçimde anlatılmamış ve aktarılmamıştır; yöneticilik yapmış olanların, liderlerin hatıraları kitaplaşma şansı bulmuştur daha çok. Yeri geldikçe, bölük pörçük yazılmış, kimi zaman anekdotlar halinde dilden dile dolaşmış (elbette bu arada değiştikçe değişmiş) anlatılar dışında tek bir bireyin, özellikle merkezden uzakta, yerelde neler yaşadığının anlatıldığı metin oldukça azdır.
Hikâyenin öznesi
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan iki kitap Türkiye İşçi Partisi özelinde bu konudaki eksikliği ucundan da olsa giderecek önemde. Derviş Aydın Akkoç’un Şansal Dikmen’le yaptığı uzun mülakatlardan oluşan Fırtınalı Denizin Kıyısında ile Hamdi Doğan (Hamdoş)’un Türkiye İşçi Partisi’ne Âşık Oldum başlıklı anı kitabı, aşağı yukarı aynı yaşlarda, aynı partide çalışmış, yerelde yöneticiliğini yapmış iki kişinin neler yaşadıklarından önemli kesitler içeriyor.
Derviş Aydın Akkoç, Fırtınalı Denizin Kıyısında’nın önsözünde, herkesin hafızasında “onu dinleyen kulaklara anlatacağı en az bir hikâyesi” bulunduğunu ve bu “hikâyeleri dinlemeye değer addetmeme[nin] hikâyenin öznesinin hayatını hiçle[mek]” anlamına geldiğini belirttikten sonra ekliyor: “Ne var ki, bu dünyada hikâyelerini anlatmak imkânına sahip olanlarla olmayanlar var.” Son yıllarda ne mutlu ki yayın dünyası Dikmen ve Doğan gibilerin hikâyelerine kulaklarını biraz daha açmış durumda; böylelikle onlar da hikâyelerini anlatma imkânına kavuşuyorlar.
Şansal Dikmen Giresun’da, Hamdi Doğan Antep’te 1960’ların ortalarından itibaren TİP’in yöneticiliğini yapmış, partinin bölgelerindeki örgütlenmeleri ve eylemlilikleri konusunda büyük emek harcamış iki kişi. Yaşam öykülerinde kesişen yerler çok olmakla birlikte, birbirlerinden ayrıldıkları noktalar da hiç az değil. Şansal Dikmen Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra Giresun’un Bulancak ilçesinde avukatlık yapmış, Hamdi Doğan ise bir köylü. Ailelerinin sınıfsal kökenleri de farklı elbette. Dikmen, kasabanın önde gelen ailelerinden birinin çocuğu – okuma imkânını da bu sayede bulmuş; Doğan’ın babasıysa köyün ağasının azabı, “ağanın on iki ay emrinde çalışan, ağa ne isterse o işi yapan” biri. Haliyle Hamdi Doğan okuma imkânı bulamamış, küçük yaşta çobanlık, ırgatlık yapmış, ilkokulu sonraları dışarıdan bitirmiş.
Yeni bir düzen vaadi
Şansal Dikmen, sosyalizme “etik değerler üzerinden yöneldiğini” belirtirken, gençlik yaşlarındaki halini şöyle özetliyor: “Üniversite öğrencisiyiz, yani aydın denebilecek bir konumumuz var, çoğumuz sınıfsal olarak yoksul da değiliz.” Dikmen’in daha öğrenciliğinin ilk yıllarında sosyal adalet gibi kavramlarla fakültedeki derslerde tanışmış olması ve dünyada yolunda gitmeyenlerin başında bunun eksikliğinin geldiğini fark etmesi de etkili olmuş. Okuduğu gazetelerdeki makalelerin, edebiyat kitaplarının da giderek onu sosyalist düşünceye yaklaştırdığını aktarıyor Dikmen.
Hamdi Doğan ise yoksul, topraksız bir köylüdür, ağaların ve devletin her fırsatta ezdiği kesimdendir. Sosyalizmle, 19. yüzyıl Rus romanlarından çıkmışa benzeyen, nevi şahsına münhasır bir köy ağası sayesinde tanışmıştır. Fransa’da okumuş olan bu ağa, 1946’da üyesi olduğu Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi’nin bildirisini İsmet Paşa’nın Antep mitinginde bizzat Paşa’ya verdiği için 2 yıl hapis yatmıştır. Hamdi Doğan, bu sosyalist ağanın ahbabı, eski bir kabadayı olan Kürt Reşit vasıtasıyla Türkiye İşçi Partisi’yle tanışmıştır. Partinin programında yoksullara, ezilenlere yeni bir düzen kurmanın vaat edilmesi ona çekici gelmiştir. O denli çekici gelmiştir ki hayatını partisine vakfetmiştir demek abartılı olmaz.
Türkiye İşçi Partisi’nin siyasal tarihimizde öncülük ettiği çok şey var, malum; ama bu iki kitabı okurken birbirinden bu denli ayrı hayatları olan iki kişinin, benzer amaçlarla aynı partide buluşup eşitlikçi ve özgürlükçü bir Türkiye için mücadele verdiklerini, yereldeki parti üyelerinin karar alma ve katılım mekanizmalarını kurma çabalarını görünce TİP’in başka konulardaki önemini de kavrıyoruz. Belki o zamanların sol terminolojisinde bulunmayıp sonradan dilimize pelesenk olan “aşağıdan sosyalizm”in ya da “sol kitle partisi”nin ilk nüveleri, ilk tecrübeleri olarak da değerlendirilebilir Dikmen’le Doğan’ın aktardıkları.
Her ikisi de benzer zorluklarla mücadele etmek zorunda kalmışlar. Sosyalistliğin, komünistliğin doğrudan “gâvurluk” ya da “Allahsızlık” olarak algılandığı bir yerde hayatlarını adadıkları partinin var olabilmesi için en başta bu algıyı kırmaları gerekmiş. Ellerindeki yegâne güç ise kişisel hayatları olmuş. Dikmen de, Doğan da benzer bir kaygıyı hayatları boyunca yaşadıklarından söz ediyorlar. Yaşadıkları yerde TİP’le özdeşlemiş oldukları için, yaptıkları olumlu ve olumsuz şeylerin doğrudan partinin hanesine yazılacağının farkındadırlar. O yıllarda TİP’in toplumdaki meşruiyetini sağlayan iki etmen var; biri partinin meclise girmiş olması, ama daha önemlisi TİP’lilerin olumlu meziyetleri, yardımseverlikleri, dürüstlükleri, başkaları için canlarını dişlerine takarak mücadele eden insanlar olmaları. (Hamdi Doğan açısından bir başka zorluk da Alevi olması. Sosyalist olması yetmiyormuş gibi aynı zamanda Alevidir de. Sünni çoğunluk açısından iki kere gâvurdur!)
Tek taraflı olmayan deneyim aktarımı
Dikmen’le Doğan’ın anıları TİP yıllarından ibaret değil. Her ikisinde de çocukluk ve gençlik yılları geniş yer tutuyor. Doğan, hayatını belirleyen ağalık sorununa, topraksız köylülerin ağalardan ve devletten çektiklerine uzun uzun yer veriyor. Onun sosyalizmle buluşması bizzat yaşadığı, tanık olduğu haksızlıkların bir sonucu. 2. Dünya Savaşı yıllarını anlattığı sayfalar, “Orda bir köy var uzakta” masalının gerçekliğin üzerini nasıl örttüğünü bir kez daha hatırlatıyor. Hamdi Doğan anılarını sohbet eder gibi yazmış, anlatacaklarını “dikine” söylemiş. Bir söyleşisinde, Esendal’ın neden sade bir dille yazdığı sorusuna verdiği cevabı hatırlatıyor: “Edebiyatı bilmediğimden, marifetsizliğimden sade yazmışımdır. Bilsem, öyle düpedüz yazar mıyım hiç? Köylü bir şeyi söylerken dikine, olduğu gibi söyler… Neden? Süslemesini bilmez, benzetmesini bilmez, anlatmasını bilmez de ondan… Marifetli insanlar öyle yapmazlar. Sözlerine, yazılarına marifetlerini sokarlar, hünerlerini gösterirler… Aslını sorarsanız marifet hayatın içinde, hayata uymayan bir şeydir.” Esendal’ın dil bağlamında kullandığı “marifet” sözünü Doğan’ın ve Dikmen’in hayatları ve mücadelelerine de teşmil etmek mümkün. Yaşadıkları yerde hayatın içindedirler, yaşayışları çevrelerindeki başka insanların yaşayışından pek de farklı değildir; ama oraya hâkim olan statükoya da uymamışlardır; bir şeylerin altüst olması, insanların kaderlerinin değişmesi için çırpınıp durmuş, canlarını tehlikeye atmak pahasına statükoya kafa tutmuşlardır. Bunu yaparken her ikisi de kendileri gibi olmayanların, özellikle yoksulların, işçi ve köylülerin benimsedikleri değerlere saygı göstermeye, bu değerlerle kendi değerleri arasındaki koşutluklara vurgu yapmaya önem vermişler.
Bu iki kitapta anlatılanlar sadece TİP’in ya da TİP’lilerin hikâyesi değil. Dikmen de, Doğan da o yıllarda yollarının kesiştiği başka siyasetlerden insanların hikâyelerine de değiniyorlar; ama daha önemlisi kitapların bütününden özellikle 60’lı yıllar Türkiye’sinin de sahih bir resmi çıkıyor. Bu resmin içinde coşku, sevinç, umut kadar işkence, cezaevi, korku ve karanlık da var. Aralarda aktarılan trajikomik olaylar ise bu resmin –büyük hikâyenin– olmazsa olmazı elbette. Doğan’ın sosyalist ağasının halleri mesela, ya da Erzincan Cezaevinde tutukluyken Dikmen’in başka bir mahkeme tarafından avukat sıfatıyla çağrılmasının hikâyesi bunlardan sayılabilir.
Yolları hep paralel gitmemiş Doğan’la Dikmen’in. TİP’in 12 Mart sonrasında yaşadığı ayrılık onları iki ayrı tarafa düşürmüş. Dikmen Behice Boran önderliğindeki 2. TİP’te çalışmış; Doğan ise Mehmet Ali Aybar çizgisindeki Sosyalist Devrim Partisi’nde yer almış. Yolları o sıralarda her ne kadar ayrılmış olsa da, hatıralarında TİP’in ilk döneminde yan yana durup sonraları yollarının ayrıldığı yoldaşlarından ve liderlerinden büyük bir sevgi ve saygıyla söz ediyorlar. Bu da, sözünü ettiğim büyük hikâyenin nasıl da “kırık bir aşk hikâyesi” olduğunun açık bir göstergesi. Her ikisi de, “Keşke böyle olmasaydı,” diyorlar ayrı düştükleri yılları naklederken. Doğan’la Dikmen’in TİP’i ve demokratik sosyalist çizgide mücadele verenleri hor gören sol akımlardaki arkadaşlarına bakış açılarının, onlarla ilişki biçimlerinin, her zaman dayanışma duygusuyla yaklaşıyor olmalarının ve bu çizgidekilere yönelttikleri eleştirilerin de benzeştiğini belirtmek gerek.
Her ikisi de hatıralarının bugünün genç kuşakları için iyi kötü bir deneyim aktarımı olmasını umut ettiklerini vurgularken, bugünün Türkiye’sinin ve dünyasının çok farklı olduğunun altını çizmeyi ihmal etmiyorlar. Üstelik deneyim aktarımı dediğimiz şey tek taraflı değil. Hamdi Doğan, kendisinin de katıldığı Antep’teki Gezi Eylemlerinde gençlerin ve yetişkinlerin kadınlı erkekli bir arada olduklarını görmekten nasıl mutlu olduğunu belirtirken kendi kuşağının esaslı bir özeleştirisini yapıyor mesela. Dikmen de, “Marksizmden esinlenmiş, ama çağa uygun yorumlarla hareket eden bir politik örgütlenme” gereğinden bahsediyor söyleşisinin sonlarında.
Şiirlerde saklı bir başka hikâye
Doğan 1936, Dikmen 1942 doğumlu. İkisi de TİP’in taşra örgütlerinde yöneticilik yapmış. İkisinin hikâyelerini peş peşe okuyunca aklıma bir başka TİP yöneticisi geldi: 1940 doğumlu Ceyhun Can. Can 1979’da TİP’in Adana İl Başkanlığını yürüttüğü ve Maraş Olayları davasında mağdur yakınlarının avukatlığını yaptığı günlerde faşistlerce katledilmişti. Dikmen ve Doğan’la aynı kuşaktan olan Ceyhun Can’ın bir özelliği de şair olmasıdır. 1966’da Soy Savaşı ve 1970’de Umut Devrimci Savaşta isimli şiir kitapları, bu sene 1 Mayıs günü kaybettiğimiz Bülent Habora tarafından yayınlanmıştır. Derviş Aydın Akkoç’un, “bu dünyada hikâyelerini anlatmak imkânına sahip olanlarla olmayanlar var” sözünü aktarmıştım yukarıda. Ceyhun Can ikincilerden. Onun hikâyesini, yolunun sosyalizmle, TİP’le nasıl kesiştiğini öğrenme şansımız –umuyorum şimdilik– yok; belki bir gün arkadaşlarından, yoldaşlarından bunu anlatanlar, yazanlar çıkar. Yine de şiirleri var; onun hikâyesi de şiirlerinde saklı.
“bir elma daha yesem yağmuru severdim her halde
elimi alnıma götürüyorum biraz daha serin hava
yaşamak güzel ya unutsak daha iyi olurdu
yağmur gene başladı sular iniyor tepeme
içim doldukça tükeniyorum hiç dokunmayın
şu kadar insan büyüdü hep küçük adımlar içinde
sevi-m bir daha gelse sevinirdim her halde”