Bir elmanın iki yarısı
Doğum yılım 1986. Peşin hükümlüler için peşinen yazayım: ne bir cemaate ne de bir siyasî partiye mensubum. Bu yazıyı son iki yıldır yaşananlar; Gezi Parkı eylemlerindeki polis şiddeti, 17/25 Aralık yolsuzluk skandalı, medyaya yapılan baskılar ve sosyal medya yasakları nedeniyle tamamen “özgürlük” kaygısıyla yazıyorum.
Ben ve benim gibi 80 darbesi sonrası doğanlar başka bir Türkiye’de büyüdü. Televizyonu tek kanallı izlemedik. Sokakta da oynadık, atari salonlarında da. Cüzdanda döviz taşımanın yasak, Nazım Hikmet kitabının sakıncalı olduğunu, yabancı sigaranın kaçak satıldığını duyduğumuzda güldük, garipsedik. Kitapların, sinema filmlerinin yakıldığı bir Türkiye’nin değil renkli reklamların, fotoğrafların, bir “geçiş dönemi”nin çocuklarıyız biz.
Susurluk’ta, 28 Şubat’ta çocuktuk. Anlayamadık. Evlerimizin ışıklarını bir dakika açıp kapatmayı çocukça bir oyun sandık. Ben ve benden sonraki kuşak (bazı yazarlar şimdilerde “Y kuşağı” diyor), esasında soğuk savaşın sonunda doğanlar, özgürlüğüne 68 kuşağının romantik devrimcilerinden de, 78 kuşağının hızlı solcularından, sağcılarından da çok daha fazla düşkün. Çok hızlı yaşıyor, hazmetmeden okuyor, izliyor, çabuk unutuyor, her şeyi çarçabuk tüketiyor olsak bile… Ve belki yine bu yüzdendir kesin politik inançlarımız yok, kafamız fazlasıyla karışık. Zamanın ruhu böyle değil mi biraz da? Kimin kafası karışık değil ki?
Dar kalıplar
Evet, “Eski Türkiye”nin asker yeşili kalıpları dar geliyordu bize. Paşadan emir alan gazeteci, başbakan, bürokrat, işadamı istemedik. Bu nedenle 2007’de muhtıraya karşı hükümeti destekledik. Bu nedenle halkın yarısının oyunu almış bir partinin uyduruk bir davayla kapatılmasına karşı çıktık. Bu nedenle darbe planları ortalığa saçıldığında davayı kaygıyla, merakla ve sahiplenerek takip ettik. Bu nedenle 2010’da referandumda “yetmez ama evet” dedik. Ve yine, artık darbe anayasasından kurtulalım da sivil, demokratik bir anayasa yapılsın diye 2011’de AKP’ye oy verdik. Pişman mıyız? Hayır! Çünkü tutarlıydık, öyle gerekiyordu. O zamanlar muhtıraya, darbe teşebbüsüne, kapatma davasına sesini yükseltmeyenlerin bugün demokrasi ve özgürlük adına konuşması kime samimi geliyor?
Peki, ne oldu da AKP 2002–2011 arasında izlediği ılımlı, demokrat ve özgürlükçü politikaları bıraktı ve “millî görüş” gömleğini askıdan indirdi? Orhan Pamuk ilk romanı Cevdet Bey ve Oğulları’nda İttihatçılar için şöyle yazar: “Onlar padişaha değil, Abdülhamit’e karşı!” Kemal Tahir de Yorgun Savaşçı romanında, İttihatçıları ve İtilafçıları bir elmanın iki yarısı olarak görür: “Bu milleti idare edenler birbirlerinin canına susamış iki ayrı parti gibi görünüyorlar ya, görünüşe hiç aldanmamalı… Bunların ikisi de bir elmanın yarısı…”
Çok mu güç?
Gezi ve sonrası olanlara baktığımızda, demokratların ve liberallerin bir zamanlar “değişimci, ilerici” diye selamladıkları AKP’nin de Ankara’nın devletçi, yasakçı, baskıcı, paranoyak ikliminde hastalandığını, ya da aslında onların da “padişahlığa” değil “padişaha” karşı olduğunu, tıpkı o çok eleştirdiği Kemalist zihniyet gibi “muhalefetsiz iktidar etmek” istediğini, özgürlüğün, demokrasinin, insan haklarının, hukukun üstünlüğünün oy veren seçmene oranla yalnızca bir avuç azınlık tarafından savunulduğunu görüyoruz.
Bu ülke, toplumu batılılaştırmak ya da dindarlığı yaygınlaştırmak için insanların özgürlüklerinden feragat ettirilmesi gerektiğini düşünenlerle dolu. Bir parça daha ılımlı, anlayışlı tutum takınmak, özgürlükçü olabilmek çok mu güç?
Türkiye Lale Devri’nden beridir hem batılı hem doğulu olmanın, olamamanın gerilimlerini, çelişkilerini, gururunu, ezikliğini yaşayan bir ülke. Batılılaşmacılar, laikler, Kemalistler Batı’daki şehirli, demokratik ve özgürlükçü sisteme hayran kalıp ülkemizin de öyle olmasını isterlerken halkın dönüşmemiş, “yobaz, gerici, köylü” kalmış kısmından duydukları rahatsızlıktan ötürü bir anda askerî darbeyi savunur pozisyona kayabiliyor mesela. İslamcılar da demokrasi ve özgürlük söyleminden istifade ederek siyasal meşruiyet sağlayıp devlet baskısını azalttıktan sonra ele geçirmeye çalıştıkları veya geçirdikleri sistemi muhalifleri için kullanmaktan çekinmiyor. Her iki taraf da birbirine karşı aynı kini, aynı anlayışsızlığı gösterebiliyor. Böyle bir siyasî kültür ortamında, özgürlük yasaklara, hoşgörü öfkeye, kuşku sabit fikre bırakıyor yerini.
Hürriyetsiz asla
Bugün biz, bize kaç çocuk yapacağımızı söyleyen, en ufak muhalif gösterileri bile polis copuyla, biber gazıyla dağıtan, gazeteler üzerinde baskı kuran, gazeteci kovduran, tutuklatan, iş adamını tehdit eden, sosyal medyayı yasaklayan, mütemadiyen öfkeli, mütemadiyen kibirli, demokrasi ve reform yolunu terk etmiş, baskı ve yasak yolunu seçmiş bir iktidardan da rahatsızız. İnsanların kafalarına ne takıp ne takmayacaklarına, hangi dilde müzik dinleyeceklerine, konuşacaklarına, hangi kitapları okuyacaklarına ve daha birçok kişi hak ve özgürlüklerine çağdaşlık, laiklik, dindarlık, eşitlik, ırkçılık adına müdahale eden baskıcı ve yasakçı devlet anlayışlarının tümüne kökten karşı olduğumuz gibi…
Metro, yol, havaalanı yapıyor diye de özgürlüğümüzden ödün verecek değiliz. Çünkü Said-i Nursi’nin de dediği gibi, “ekmeksiz yaşarız, hürriyetsiz asla!”
1 Yorum
Pingback: Sayı 15: İçindekiler | Altüst Dergisi