Şenol Karakaş
Gezi Parkı’nda 27 Mayıs günü ağaçların sökülmesi girişimine karşı 10 kişilik bir grup oturma eylemine başladı. Eylem bir hafta içinde 70’i aşkın ilde 400’den fazla noktada yaklaşık 1 milyon kişinin katıldığı gösterilere dönüştü. AK Parti hükümetini tarihinin en önemli siyasî kriziyle karşı karşıya bırakan bir hareket şekillendi.
Neoliberal kibir
Bu hareketin şekillenmesi bir gün içinde olmadı. ‘Neoliberal kibir’ diye tanımlayabileceğimiz bir dizi uygulama, toplumda büyük bir tepkiyi biriktirdi. Tepkinin ilk nedeni, başbakanın üslubu: Dışlayan, %50’lik oy desteğine yaslanarak “dediğim dedikçi” olan, “aşağılayan”, umursamayan, kendisi gibi düşünmeyen insanları böcek yerine koyan eğilimi. Bu eğilim, neoliberal uygulamalarla ve toplumun çeşitli kesimlerinin yaşam biçimlerine müdahale edildiğini düşünmesine neden olan yasakçı tutumlarla el ele gitti. Kürtaj yasağı, çevre katliamı, kentsel dönüşüm, HES’ler, nükleer santral, 3. Köprü, bu köprüye Yavuz Sultan Selim adı verilmesi, sürekli inşaat yapmaya yönelten bir kâr hırsı, Taksim’i yayalaştırma projesi, kamusal alanların özel sermayeye devri, internet yasaklarının gündeme getirilmesi, dindar nesil yetiştirme vurgusu, Beşiktaş İskelesi’nde olduğu gibi onyılların toplu ulaşım alanlarının otellere satılması, alkol düzenlemesi, Çamlıca’ya cami yapılması, ‘ertesi gün hapı’nın kullanımının reçeteye bağlanması, Emek Sineması’nın yıkımı, kömürlü termik santral yapma çılgınlığı…
Özellikle 2012 yılında, Kürt sorununa yaklaşımda Erdoğan’ın üslubu ve vücut dili milyonlarca insanı öfkelendirdi. BDP’li vekillere “terörist” demesi, KCK tutuklularına yönelik yaklaşımlar, Abdullah Öcalan hakkındaki sözler, Uludere katliamından sonra orduya teşekkür etmesi,”Roboski değil Uludere” dayatması, Uluderelileri suçlaması ve sık sık BDP’yi ve Kürtleri köşeye sıkıştırmaya çalışması…
Polis ve jandarma şiddeti
Bunların üstüne, hükümetin gösterilere sık sık aşırı bir şekilde gaz bombasıyla müdahale etmesi başlı başına öfke uyandıran bir etken oldu. 2007-2009 1 Mayıs’larında İstanbul cehenneme döndü. Bu yıl 1 Mayıs’ta polisin uyguladığı şiddet tahammül edilemez boyutta oldu. İstiklal Caddesi, 2 Mayıs’tan sonra her gün gaz bombasıyla sise bulandı. Küçük, 15 kişilik basın açıklamalarına bile fütursuz bir devlet şiddeti uygulandı.
Sadece İstanbul ‘da yaşanmadı üstelik bu saldırganlık. ”Çevre hareketleri” olarak küçümsenen ama onlarca yerelde yaşadıkları alanın barajlaştırılmasına, ekolojik dengesinin alt üst edilmesine karşı isyan eden insanlar polis ya da jandarma şiddetiyle yüz yüze geldi.
Erdoğan, büyük kitlesel desteğin verdiği aşırı siyasî gücün kontrolünü kaybederek, tüm üslubuyla sadece %50’lik bir kesimin başbakanı gibi davranmaya, geri kalan %50’ye ise böcekmiş gibi muamele etmeye başladı. Başkanlık tartışmasını gündeme getirme şekli de siyasî gücün bu aşırı merkezîleşmesinin yarattığı kontrolsüzlüğün ve kendini beğenmişliğin bir yansıması olarak devreye girdi.
Sosyal olaylar, hiçbir siyasî örgütün beklemediği zamanlarda kendiliğinden patlar. Bu patlamayı yaratan birikimlerin derecesini tahmin edebiliriz, ama birikimin ne zaman patlayacağını bilemeyiz. İçinde olduğumuz sosyal patlama neoliberal kibre karşı, özellikle gençlerin, on binlerce gencin, “böcek değiliz!” duygusuyla yarattığı bir hareket. Gezi Parkı direnişinin ilk günlerinde, Erdoğan hâlâ kibirli bir dil kullanmaya devam etti. “Çapulcu” dedi, “aşırı uçlar” dedi, “illegal örgütler” dedi, “Size mi soracağız?” dedi. ”Evet, tabii ki bize soracaksın” diyenlerin üzerine, binlerce gaz bombası attırdı.
Korku eşiği aşıldı
31 Mayıs günü öğleden sonra, ağaçlar için başlayan mücadele, kimsenin beklemediği bir hızla, polis şiddetine karşı bir halk isyanına dönüştü. 31 Mayıs Cuma günü sabahın köründe polisin Gezi Parkı’na saldırısının, çadırları yakmasının ardından, gece yarısına kadar direndi insanlar. On binlerce insan İstiklal Caddesi’ne doldu. Ara sokaklarda, Taksim’e çıkan tüm yollarda binlerce insan, polis barikatının üzerine yürümeye devam etti. Kimse ne olduğunu anlamadı. Anlaşılan tek şey, yaşananın daha önce yaşananlara benzemediğiydi. Bu sefer, polisin attığı gaz bombaları kitlelerin dağılmasını sağlamıyordu. Sadece gaz bombası değil, TOMA adındaki araçtan sıkılan basınçlı su, polisin arada sırada gaz bombalarına eşlik ederek attığı ses bombaları, artık korkutmuyordu.
Gece yarısı olduğunda, devletin elindeki en önemli silah, korkutma silahı, devletin elinden alınmış oldu. Halk, öfkeyle, korku eşiğini aştı. Nobranlığa, polis şiddetine duyulan öfke o kadardı ki, insanlar taşan sular gibi barikatın üzerine üzerine gidiyor, kafasına gaz bombası kapsülünün gelmesine aldırış etmiyor, yorulanların yerine arkadan, kenardan, ara sokaklardan dinlenmiş insanlar geliyor, sloganlar atılıyor, polisle dalga geçiliyordu ve on binlerce insan, korku eşiğini aşmanın inanılmaz coşkusuyla, kazanacağına adı gibi emin, barikatlara yükleniyordu.
Polis, olan biteni sıradan bir gösteri olarak yorumladığı apaçık olan hükümetin emriyle, 1 Haziran’da da bildiği en iyi işi yaparak güne başladı. Gaz bombası atarak, ses bombası atarak, basınçlı su sıkarak. Ama korku eşiğini bir gece önce aşmış olan insanlar, uykularını alıp dinlenmiş olarak yeniden Taksim’e akmaya başladı. Oluk oluk aktılar. Saat dört civarında, polis, olanın her zaman olandan farklı bir şey olduğunu anladı. Hükümet, bunun 1 Mayıs gösterisi, bir örgütün, kampanyanın eylemi olmadığını anladı. Yılların birikimi, kibre, tepedenciliğe, haysiyet kıran üsluba, küfre, hakarete, ayrımcılığa, ekolojiyi tarumar eden küçük esnaf zihniyetine karşı duygular, odağına polis şiddetini alan politik bir halk patlaması olarak, tümüyle kendiliğinden bir hareket halinde siyaset sahnesindeki tüm dengeleri kırarak ortaya çıktı.
Bir gece önce, göstericilerin safına katılan başta Çarşı grubu olmak üzere taraftar grupları, eyleme hem militanlık ve mizah, biraz da lümpenlik katarak, hareketin yine her zamankinden bambaşka bir karaktere sahip olduğunu kanıtladı. Savaş karşıtı kampanyalarda da, diğer eylemlerde de, 1 Mayıslarda da Çarşı grubu alanda yerini alırdı. Bu sefer Çarşı da bir başkaydı. ”Sık bakalım/sık bakalım/biber gazı sık bakalım/Kaskını çıkart/jopunu at/delikanlı kim bakalım” şarkısı, bir tribün şarkısı olmaktan çıkarak on binlerce insanın polisten artık korkmadığını gösteren bir slogana dönüştü.
Cumartesi günü saat 16.00 civarlarında, polis adeta kaçarken, bizler Gezi Parkı’na girmiştik. Saatlerdir gaz bombası yiyenler, satlerdir gaz bombası atanları kovalamaya başladı. Bu sefer kaçanlar polisti ve silahları vardı. Yeniden parkın içine gaz bombası atmaya başladılar. Bu sefer en şiddetli gaz yağmuruna tutulduk. Kaçışan kitle, bir saat sonra, bu kez tam anlamıya yerleşmiş oldu parka. Polis çekildi. Bölgeden tümüyle çekilmek zorunda kaldı.
Eylemler cuma gecesi tüm şehirlere yayılmaya başladı. Cumartesi günü, ne kadar yaygın bir kitle hareketiyle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anladık. ”Her yer Taksim/Her yer direniş!” sloganı tüm şehirlerde yankılandı. Polis tüm şehirlerde gazlı saldırısına devam etti. 1 Haziran akşamı mahallelerde tencere-tava eylemleri başladı. Ardından, sadece İstanbul’da değil neredeyse tüm şehirlerde insanlar sokağa çıkmaya başladı.
Böylece AKP hükümeti, bir kitle hareketinin aşağıdan, tümüyle kendiliğinden ve özgürlükçü basıncıyla, ilk kez mağlup olmuş oldu. Erdoğan, Fas’a doğru yola çıkmadan önce, göstericilere ne kadar sert çıkışsa da, yüzünden ilk kez mağlup olduğunu ve kendisini yenenin bir halk hareketi olduğunu sezmesinden kaynaklanan sıkıntı mimikleri akıyordu. Şimdi Türkiye siyaset sahnesinde örneğini ilk kez gördüğümüz, kendiliğinden ve o ölçüde de özgürlükçü bir hareketle karşı karşıyayız.