Ümraniye’de 2007’de ele geçirilen el bombalarının ardından, birbirinden bağımsız olaylarmış gibi görünen Danıştay ve Cumhuriyet gazetesi saldırıları, JİTEM’in işlediği cinayetler ve Fırat’ın doğusundaki ölüm kuyuları, kozmik oda, Hrant Dink, Rahip Santoro ve Zirve Yayınevi cinayetleri ve darbe planlarının nasıl aynı büyük bir planın parçaları olduğunu gördük. Ergenekon davası bu ülkenin konuşulmayan ‘faili meçhul’ tarihinin davasıydı. Ancak, Ergenekon davası hakkında bundan üç yıl önce konuştuklarımız ile bugün konuştuklarımız artık farklı şeyler. Dava başladıktan hemen sonra, bu davayı itibarsızlaştırmaya çalışan mekanizma da işlemeye başladı; yer altına gömülen silahlar “boru”, ele geçirilen belgeler “kağıt parçası”, darbeciler “tutsak gazeteci”ydi. Buna bir de iktidarın kendi ideolojik sınırlarından kaynaklı basiretsizliği ve davayı sınırlama çabası eklenince pandoranın kutusunun kapağı yarı açık kaldı. Arife Köse, Zirve Yayınevi katliamı davasının avukatlarından olan ve Ergenekon davasını başından itibaren izleyen Orhan Kemal Cengiz ile Ergenekon davasında nereden nereye geldiğimizi, bu davanın bize sunduğu olanakları ve davanın olması gerektiği yöne gitmesi için neler yapılabileceğini konuştuk.
Arife Köse: Davayı ilk başladığı günden bu yana değerlendirdiğinde neler söyleyebilirsin? Ergenekon’a nereden başladık, bugün nereye geldik?
Orhan K. Cengiz: Bence bugün şöyle bir problemle karşı karşıyayız; aradan beş sene geçti Ergenekon süreci başlayalı. Bugün sokağa çıkalım, insanlara soralım, “Bu dava ne hakkında, bu davada ne yargılanıyor ve bu dava nasıl başladı?” diye. Ben zannediyorum ki yüz kişiden bir tanesi ya hatırlar ya hatırlamaz. Ama çıkalım, “Bu davanın kusurları ne?” diye soralım, çok sayıda insanın cevap vereceğini düşünüyorum. Bu bize, bu davalar hakkında muazzam bir propagandanın işlediğini ve çok da başarılı olduğunu gösteriyor.
– Nasıl bir propaganda bu ve neyi amaçlıyor?
– Bu dava çok somut şeylerle başladı. Ümraniye’de 27 tane el bombası bulundu. Daha sonra, bu el bombalarının Cumhuriyet gazetesine atılan el bombalarıyla aynı kafileden olduğu ortaya çıktı. Hepsi Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan çıkmaydı. Cumhuriyet’e el bombasını atanlardan biri Danıştay suikastini gerçekleştirdi. Bu kişinin, aynı zamanda, Veli Küçük ile bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Bu cephanelikleri takip ederken Eskişehir’de başka bir cephanelik çıktı. O takip edilirken Ankara’da kazılar yapıldı, oradan başka bir cephanelik çıktı. Suikast planları çıktı.
Kimse bunları hatırlamıyor, ama bu davada yargılananlara baktığımızda Türkiye tarihinde olan her şeyi mikrokozmos halinde görebiliyoruz. Geçmişte Türkiye’de ne kadar provokasyon, çatışma alanı varsa Ergenekon’da bunların varolduğunu görüyoruz. Ama bu davada bunların üzerine gidilemedi ve toplum bunları unuttu. Onun yerine gizli tanık olduğu söylenen kişilerin anlattıkları topluma abartılarak sunuldu. Öyle bir izlenim yaratıldı ki sanki bu hayalî bir dava, Ergenekon ise sadece hükümete gıcık olan adamların toplandığı bir yerdi. Eğer beş altı yıldır bu ülkede siyasî cinayet olmuyorsa ve bu Ergenekon davasının başarısıysa, öbür yanıyla da kendisini anlatmakta inanılmaz başarısız bir dava ile karşı karşıyayız. Bu aynı zamanda Türkiye’de Ergenekonsever medyanın da başarısıdır. Onların hiçbir şekilde zayıflamadıklarını, eski güçlerini hala koruduklarını gösteriyor.
– Bu dava bir yanında cinayet planları, bir yanında darbe planları, bir yanında JİTEM gibi cinayet örgütleri olan çok boyutlu bir davaydı. Bu bağlantılarla ilgili olarak bugüne kadar öğrendiklerimiz ne ifade ediyor?
– Bugüne kadar Türkiye’de darbeler nasıl yapılmışsa Ergenekoncular bunun aynısını yapmaya çalışmışlar. Türkiye’de 60, 71, 80 darbelerinde ne olmuşsa aynılarını yapmaya çalışmışlar. Müthiş toplumsal karışıklıklar, sokaklara dökülüp baskıcı iktidara karşı çıkanlar – bunlar hep bugüne kadar yapılan darbelerde darbeye zemin hazırlamak için izlenen yöntemler olmuş. Örneğin, 1960’da DP çok ciddi hatalar yaptı, ama ona karşı yapılan gösterilerin de ciddi şekilde manipüle edildiğini görüyorsunuz. Cumhuriyet mitinglerinin daha büyük bir planın parçası olduğunu ve çok katmanlı bir şekilde toplumun mobilize edildiğini görüyorsunuz. Bu nedenle cinayet planları yapıldı, Danıştay cinayeti gerçekleşti, Yargıtay başkanına suikast planlandı (bu plan İşçi Partisi’nden çıkmıştı). Hükümetin dış desteğini kesmek için İzmir’deki NATO üssüne saldırı planlandığını görüyorsunuz. Yine aynı minvalde Patrik Bartholomeos’a yönelik bir saldırı planı var. Alevi liderlerine yönelik suikast planları var. Bunlarla da toplumsal hassasiyetler kaşınacak, yani Aleviler sokağa dökülecek, seküler kesimler sokağa dökülecek. Danıştay saldırısından sonra bu kısmen başarıldı da, gösteriler yapıldı. Öldürülen yargıcın cenaze töreni tıpkı Uğur Mumcu’nun cenazesi gibi gericiliğin, İslamcılığın telin edildiği bir gösteriye dönüştü. Yani geçmişte ne olmuşsa bunun aynen tekrar edildiğini görüyoruz. Ergenekon davası istenen derinliğe ulaşabilseydi, belki başka şeyleri de görecektik.
– Ne gibi mesela?
– Mesela Rahip Santoro, Hrant Dink ve Malatya cinayetleri bu sürecin bir başka halkası. Polis bu cinayetlerin işleneceğini biliyordu, ama onlar da aynı milliyetçi histerinin içinde oldukları için engellemediler. Bu, Ergenekoncuların dehasıdır aslında. Mesela misyoner diye bir şey keşfettiler. Ergenekon’un çekirdek kadrosu bütün ülkede misyoner paranoyasının yayılması korkusunu çok iyi dizayn etmiş, kademe kademe kurgulamış ve özellikle medya aracılığıyla bütün topluma yaymıştır. Bu dava daha da derinleşseydi, Santoro, Dink, Malatya cinayetleri, arkasından Samsun, Diyarbakır, Mersin, İzmir’de Hıristiyanların hedef alındığı başarısız suikast girişimlerine kadar gidebilirdik. Burada da yine Hıristiyanlar üzerinde terör estiren yüz yıllık ittihatçı politikanın devam ettiğini, öbür taraftan bütün dünyaya “her gün bu ülkede bir Hıristiyan öldürülüyor” mesajının verildiğini görüyoruz. Oradaki amaç, olası bir darbeye Batı’dan gelecek muhalefeti kesmek.
– Peki ya darbe planları?
– Sarıkız, Ayışığı darbe planlarına gelince… Şener Eruygur’un kendisi kuvvet komutanıyken hazırladığı darbe planları var, bunları başaramıyor, sonra sivil toplum örgütünün başına geçiyor. Kuvayi Milliye Derneği, Vatansever Kuvvetler Birliği ve Şener Uygur’un başında olduğu Atatürkçü Düşünce Derneği ile sivil toplum mobilize ediliyor. Bu planlarda 1960 darbesinden, Balyoz darbesinde ise 1980 darbesinden faydalanıldığını, neredeyse aynen kopya edildiğini görüyoruz. Yani şaşırtıcı hiçbir şey yok. Bütün Türkiye tarihinde bugüne kadar ne yapıldıysa hepsi burada var. Ama öyle büyük bir manipülasyon yaratıldı ki, bütün bu içerik tamamen hayalî bir şeye dönüştürüldü ve biz sadece davanın kusurlarını tartışmaya başladık. Türkiye’deki adalet sisteminin genel kusurları, operasyonları yürüten polis teşkilatının kendi ideolojik saplantıları belireyici oldu.
– Bu davanın elini zayıflatan kırılma noktaları nelerdi sence?
– Benim için kırılma noktalarından birisi Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nden burs alanların araştırılmasıydı. Beş bin öğrencinin PKK ile bağlantısı araştırıldı. Bu, Emniyet’in kaynaklarının inanılmaz derecede gerizekâlı ve kötü niyetli bir şekilde kullanılmasıydı. Çünkü senin önünde geçmişin karanlık mirasının bugüne taşıyıcıları var. Bunlarla uğraşmak yerine Emniyet’in kaynaklarını Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni araştırmaya harcarsan, olmaz. Bu noktada artık bir hegemonya savaşı başladı. Bu sadece karşı tarafın eline koz vermek açısından değil, davanın özünün sapması açısından önemliydi. Polisin içindeki bu soruşturmayı yürüten güçler Ergenekoncuların üzerine oturduğu payandalarla onların bağlantılı olduğu, belki bu örgüte sempati duyan, hatta düşünsel desteği olan, ama böyle bir soruşturma bakımından belki çok rahat gözardı edilebilecek, çok sonra bakılabilecek ya da hiç dikkate alınmayacak bağlantılar üzerine gitmeyi tercih ettiler.
Bu noktadan itibaren bu davalara çok büyük zarar verdiler. Bu davaları destekleyen insanların enerjilerine de zarar verdiler. Mesela en son önemli sapma Şemdin Sakık’ın deli saçması ifadeleriydi. Ben bunun çok büyük bir manipülasyon olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir taraftan Sakık’a hükümetin çok kızdığı Ahmet Altan’ı hedef gösterterek hükümetin ve Başbakan’ın şakşakçılarının dikkatini dağıttılar. Sakık’ın ifadesiyle beraber ilk defa hükümet ve Ergenekon yan yana geldi. Sakık’ın gizli tanık olmasına rağmen kimliğini açıklaması bence stratejik bir hamleydi. Çünkü Sakık hiçbir kritere göre gizli tanık olabilecek birisi değildi. Bir kişinin gizli tanık olabilmesi için çok kıymetli bilgiler veriyor olması ve bu bilgileri verirken kendisinin ya da ailesinin yaşamının tehdit altında olması gerekir. Bunların hiçbiri yok Sakık’ta. Sakık tüm bunları bilerek sanki “Bakın kimler gizli tanık yapılıyor” dedirtmek için kimliğini açıkladı ve arkasından davayla hiç alakası olmamasına rağmen Ahmet Altan ve Taraf üzerine açıklamalarda bulundu. Dolayısıyla çok ciddi bir dezenformasyon oldu. Burada en kritik noktaya geldik, Ergenekon ve hükümet aynı noktada buluştu. Ben bunun en önemli kırılma olduğunu düşünüyorum.
– Ergenekon, Balyoz gibi davaların düzemece olduğunu söyleyenler iki noktayı öne çıkarıyor; Birincisi, delillerin sahte olması. İkincisi, kimse Veli Küçük’ü sahiplenmiyor, ama tutuklu milletvekili ve gazeteciler olunca iş değişiyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?
– Bu davada bireysel savunma yapılmıyor zaten. Ben bunun tipik bir Ergenekon stratejisi olduğunu düşünüyorum. “Davada haksızlık var, yanlış var” yerine bütün davanın bir komplo olduğuna yönelik bir strateji izleniyor. Eğer bireysel olarak savunma yapsalar ya da belli olayları kabul edip bazılarını reddetseler, yani klasik bir davaya dönüşse, bu kadar büyük öfke yaratabilmeleri mümkün değil. Çok açık bir şekilde askerlere, yani geride kalanlara “Biz büyük bir komplonun kurbanıyız ve ancak sizin müdahalenizle kurtulabiliriz” denmek isteniyor. Bunun çok ciddi bir strateji olduğunu düşünüyorum. Sanıkların hiçbirinin bireysel savunma yapmaması, yani, “burada bir suç örgütü olabilir ya da olmayabilir, ama benim bireysel pozisyonum şudur”dan öte bütün davayı itibarsızlaştırmaya çalışmaları bir strateji.
Burada bir örgüt olduğunun en büyük kanıtı bu savunma biçimi, çünkü burada çok ciddi bir örgütsel savunma yapılıyor. Sanıkların neredeyse tamamı böyle bir örgütün olmadığını, tüm bunların uydurma olduğunu söylüyor. Bu, tipik bir örgüt savunmasıdır, alan savunmasıdır. Bazı delillerde tartışmalar var. Bunlar Ergenekon’dan çok Balyoz ve OdaTV gibi davalarda var. Bunların birkaç açıklaması olabilir; birincisi güncellenmiş olabilir. İkincisi, birileri zaten suç olan delilleri daha da suçlu göstermek için kurcalamış olabilir. Eğer böyle bir şey varsa onlar da cezalandırılmalıdır. Ama büyük bir propaganda ile karşı karşıyayız. Davanın başında daha ilk cephanelikler çıkarken savunma hattı şöyle gelişmeye başladı: “Bu cephaneliği buraya onu çıkartanlar gömmüştür” dendi. Bu savunma hattı hiç kırılmadı. Buna inanmaya bu kadar hevesli bir medya grubu, bunu savunmaya yönelik barolar, yani bunun bu kadar ciddi ideolojik alıcısı olduğu sürece durum hep böyle olacak. Çünkü sanıklar hâlâ, “Biz buradan kurtulacağız ve biz buradan ancak dayanışma içinde kurtulacağız” umudunu koruyor.
– Geçtiğimiz günlerde CHP ve diğerlerinin Silivri’ye gidip “Silivri yıkılacak” sloganlarıyla mahkemeyi basması da böyle bir dayanışmanın ifadesiydi sanırım. O gösteri hakkında ne düşünüyorsunuz?
– Mesela orada bir karşı gösteri göremedik. Bu, Türkiye’nin sorunu. Onların karşısına çıkıp “Burada çok ciddi kriminal tipler var ve biz geçmişteki faili meçhullerle bağlantıları oldukları için, darbe planladıkları için yargılanmalarını istiyoruz. Siz ne diyorsunuz?” denilmeliydi. Diyen olmadı. Burada da Türkiye’deki zihinsel harita ile karşı karşıya kalıyoruz. Kürtler davaya sahip çıkmıyor. Alevi liderlerine suikast planları olmasına rağmen Aleviler sahip çıkmıyor. Sol desen, genlerindeki Kemalist yapıdan dolayı, ulusalcılıktan dolayı, sanıkları destekler pozisyonda. Bu da Türkiye’nin çok acı bir gerçeği. Başka bir ülkede ben böyle bir şey olabileceğini düşünmüyorum.
– Geçtiğimiz günlerde Ertuğrul Özkök ve Murat Belge arasında darbe olur mu olmaz mı tartışması yaşandı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
– Ben bu davada her şeyin bu kadar sahte ve yanlış olduğu savunmasının ileride yapılabilecek bir darbeye hazırlık olduğunu düşünüyorum.
– Neden?
– Eğer gerçekten her şey sahte ise bunun tamamını bir çete yapmış demektir. Bu çete de ancak bir darbe ile tepelenir. Bütün strateji bunun üzerine kurulu. Mesela AİHM’de şanslarını denediler. AİHM bunların hiçbirini ciddiye almadı. AİHM’den “Balyoz’daki delillerin zayıf olduğunu tespit ettik, bu çok zayıf bir davadır“ diye bir karar çıkabilirdi, ama çıkmadı. Mesela Bulgaristan’da Lukonov davasında AİHM böyle bir tespitte bulundu. Dedi ki, “Eski Bulgaristan başbakanı Lukanov’un yargılandığı davada iddialar çok temelsiz, deliller çok yetersizdir”. Eğer AİHM’den Balyoz hakkında böyle bir karar çıksaydı, bence biz darbenin kenarına gelmiştik. AİHM, hem Ergenekon’da Tuncay Güney’in açtığı davada hem Balyoz’da Çetin Doğan’ın açtığı davada, “Bunlar somut delillerdir ve makul suç şüphesi vardır” deyince bizim Ergenekoncu medya bu kararları tamamen görmezden geldi, ağzına bile almadı. Eğer tersi çıksaydı biz günlerce, haftalarca, aylarca bunların manşet yapıldığını, Ergenekon sanıklarının nasıl mağdur edildiğinin anlatıldığını görürdük.
Ben bizzat biliyorum ki bugün Af Örgütü üzerinde çok büyük bir lobi faaliyeti yürütülüyor. AİHM’den alınamayan şey bu insan hakları örgütlerinden alınmaya çalışılıyor. Bu örgütlerden bu davaların sahte deliller ile açıldığına dair raporlar çıkartılmaya çalışılıyor. Darbe olur olmaz ayrı bir şey, ama böyle bir hazırlıktan sonra ciddi bir ekonomik kriz halinde ya da uluslararası dengelerin değişmesiyle ucu silahlı müdahaleye varacak bir sürecin yaşanabileceğini ben düşünüyorum.
– Hükümetin bu davaları manipüle ettiği söyleniyor, buna katılıyor musunuz?
– Bence öyle bir manipülasyon yok, ama Başbakan örneğin 28 Şubat ile ilgili darbe soruşturmasına büyük bir darbe vurdu. “Yeter bu dalgalar” dedi. 28 Şubat bir medya darbesidir. Dünyada eşi benzeri olmayan, medyanın silahlı kuvvetleri kışkırttığı, tamamen psikolojik ortamı hazırladığı bir darbedir. Ve bugün Başbakan yaptığı açıklamalarla 28 Şubat davasının yönünü, sınırını belirlemiş oldu. İş medyaya kadar gidemedi ve çok zayıf bir şekilde sadece askerlerle sınırlı kaldı. Ama herkes biliyor ki, post-modern darbe denen şey medya aracılığı ile yapılmış bir darbedir. Türkiye’de çok ciddi bir ifade özgürlüğü problemi var, bunu hepimiz biliyoruz. Başbakan çıkıp açıkça kendisi aleyhine yazı yazanların kovulmasını isteyebiliyor. Ama bu başka bir şey. İnsanların Erdoğan’ı eleştirdikleri için Ergenekon davasında yargılandıkları tamamen bir palavra.
– Çok ilginçtir bu davaların düzmece olduğunu iddia edenlerin hepsi darbelere karşı olduğunu iddia ediyor aynı zamanda!
– O kadar siviller ki, o kadar askerî vesayete karşılar ki, insanın gözleri yaşarıyor gerçekten! Bence bunları söyleyenlerin 28 Şubat öncesinde ve sonrasında neler söylediklerine bakmak lazım, 27 Nisan öncesinde ve sonrasında neler söylediklerine bakmak lazım, 12 Eylül öncesinde ve sonrasında yaptıklarına ve söylediklerine bakmak lazım. Tüm bunlara baktığımızda, bunların bugün söylediklerine zerre kadar itibar etmenin mümkün olmadığını görebiliriz. Bunların çok ciddi darbe sever olduklarını, askerî vesayet sayesinde bulundukları noktalara gelebildiklerini ve oralarda kalabildiklerini görürüz. Bu bir sistem çünkü.
– 12 Eylül demişken, bu dava hakkında ne söyleyebilirsin? İddia edildiği gibi o da içi boş bir dava mı? Nasıl yargılanması gerekir 12 Eylül’ün?
– 12 Eylül davası şu haliyle çok cılız bir dava. 12 Eylül davasının altında bana göre apayrı bir Mamak Cezaevi davası gerekiyor, Diyarbakır Cezaevi davası gerekiyor, apayrı bir 1978 Alevi katliamları davası gerekiyor. Mesela 12 Eylül bir şemsiye dava ise, onun altında 12 Eylül’e giderken yapılanlar, kanlı 1 Mayıs, Alevi katliamlarının araştırılıp soruşturulacağı ayrı bir dava, darbenin kendisi ayrı bir dava ve 12 Eylül’den sonra işlenen insanlığa karşı suçlar ayrı bir davanın konusu olmalıdır. Ama bütün bunları yapanların üst failleri tek bir davada yargılanabilir. Yani Mamak Askerî Cezaevi’nde olanlar başlı başına bir dava konusudur, orada işkence yapanların hepsinin tek tek yargılanması ve cezalandırılması gerekiyor. Ama aynı zamanda onların üstünde bulunan mesela cezaevi müdürü gibi kişilerin, Adalet Bakanlığı müsteşarları, gerekirse Adalet Bakanı’nın 12 Eylül ana davasında bununla bağlantılı yargılanmaları gerekiyor. Biz gerçekten geçmişteki suçları soruşturmaya gitsek daha açılacak çok dava var.
– Söyleşi boyunca hep olması gerekenlerden de konuştuk. Bunları hayata geçirmek için çok mu geç artık?
– Değil, ama hâlâ böyle bir bakış açısı yok. Bir kere hükümetin geçmişteki insan hakları ihlalleri ile uğraşmak gibi bir derdi yok. Onlar kendi paçalarını kurtarmak istedi ve gerçekten onları hedef almış çok ciddi bir cunta grubu vardı. Ama bu cunta grubu aynı zamanda geçmişteki pek çok insan hakları ihlalinden, provokasyonlardan, cinayetlerden sorumlu olduğu için, bugün devam eden davalar sayesinde son 5-6 yıldır siyasî cinayetler azaldı, Hıristiyanlara yönelik tehditler azaldı. Ama bu, devlet bunu amaçladığı için olmuş değil. AKP kendisine yönelik tehdidi bertaraf etmek istedi, ama bu tehdidi oluşturanlar aynı zamanda diğer şeyleri de yaptıkları için son 5-6 yıldır bu söylediğim açılardan göreceli olarak rahatlamış durumdayız.
– Toplumun bu davalara yönelik ilgisi hakkında ne söyleyebilirsin? İlgisi neden az?
– Sol ve Kürtler yukarıda anlattığım gibi bu davalara sahip çıkmayınca Ergenekon davasını desteklemek muhafazakârlara kaldı. Onların ise geçmişte insan haklarını savunmak gibi bir bakış açısı ve geleneği yok. Mesela en son Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Diyarbakır Cezaevleri’ndeki işkenceleri referans göstererek, “Bunlar benim başıma gelseydi ben de dağa çıkardım” dedi ve aslında çok önemli bir şey söyledi. Bülent Arınç’a şiddetle karşı çıkanlara baktığınızda bunların aynı zamanda Ergenekon davasını destekleyen kişiler olduğunu görürsünüz. Yani onu bu lafı nedeniyle kınayan adamların Ergenekon davasını insan hakları bakış açısıyla derinleştirme şansı yoktur. Bunların öyle bir arka planları, hissiyatları yok. Bu kadar çok çelişkinin ortasında bir yerde kalmış durumdayız.