Ömer Faruk Kalaycı
Yıllar önce tiyatro sahnesinde rahmetli Tekin Siper “Bize adam gibi bir sol lazım” gibi bir cümle etmişti de, hemen hepsi “Beyaz Türk” diye tabir edilen eğitimli ve zengin izleyici kitlesi alkışı patlatmıştı dakikalarca. Usta oyuncu o sözleri maden emekçisinin, tersane işçisinin ya da hızlı bir sendikacının ağzından söylemiyordu. İşadamını canlandırıyordu. *
O zaman çok şaşmıştım bu çelişkiye. Sol dediğin “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanların” şiş göbekli burjuvaların yakasına yapışıp analarının ak sütü gibi helal haklarını söke söke almaları değil miydi? İşadamı neden “adam gibi bir sol” talep eder yahu? Hadi o tiyatro oyunu. Ya salonu dolduran, “zincirlerinin dışında kaybedecek evi, arabası, statüsü, dolgun geliri” olan kitle neden alkış tutar?
Halk sürü, çoban da padişah
Toyduk, anlamıyorduk. Büyüdük. Biraz yaşadık, çokça okuduk. Bugün artık anlıyoruz. Beyaz Türklerin neden kendilerini CHP üzerinden siyasetin solunda tanımladıklarını, sosyalizmi kimselere bırakmayan aydınların neden Kemalizm’le bu denli içli dışlı olduğunu, üstelik tarihsel temelleriyle beraber daha iyi biliyoruz.
Malumu ilan olacak; Osmanlı toplum yapısı “çoban – sürü” denklemiyle izah ediliyor. Zaten köylü halka “sürü” anlamında “reaya” denmekte. Halk sürü, haliyle çoban da padişah oluyor. Bu yapı “Bizans – Selçuklu – Orta Asya – İslam” kültür bakiyelerinden miras alınarak kurulmuş Osmanlı’ya özgü bir model. Osmanlı düzenine göre mülkiyet Allah’ın. Padişah Allah’ın yeryüzünde gölgesi. Reaya yani sürü olan halk da çoban olan padişaha Allah’ın emaneti. Padişah adaleti tesis etmekle, reaya kanunlara uymakla, ekip biçip artık ürünü devlete vermekle, askere alındığında “cihada” katılmakla mükellef. Adalet ve devlet her şeyin üzerinde.
Büyü bozuldu, düzen sarsıldı, devlet “Küffar Batı”ya karşı tehlikeye düştü, padişah da devleti kurtarmak için Batılılaşmayı çıkar yol bildi. Batılılaşmayla beraber malı-canı padişahın iki dudağı arasında olan bürokrat zümre yavaş yavaş padişahın egemenliğine ortak oldu. Devletin bel kemiği ordu ile padişah arasında zaten yazılmamış bir güç dengesi, bir mutabakat vardı. Ayanlar bu ortaklardan birisi sayılsa da bugün birçok saygın tarihçi “Senedi İttifak”ın bir “Magna Carta”, Ayanların da Batılı Feodaller olmadığı konusunda birleşiyor.
Aydın-asker bütünleşmesi
Devlet içinde etkisini giderek daha fazla hissettiren sivil-askerî bürokrat sınıf ve zamanla yetişen erken Osmanlı aydını “devleti değiştirme/dönüştürme rolüne” aday olurken farkında olmadan padişahın “çobanlık” görevine de aday oldu.
Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi, Ali Suavi, Agâh Efendi gibi isimlerin “Genç Osmanlılar” adıyla anıldığı münevver takım, devletin Batı’da ortaya çıkan meclis, seçim, demokrasi, sivil toplum gibi kavramların Osmanlı ülkesine, tarihimize ve İslam’a özgü bir anlayışla “ithal” edilmesini talep ediyordu padişahtan. Mesela, onlara göre demokrasi ‘meşveret’, meclis ‘şura’ demekti. Kur’an’da bunun yeri pekala vardı.
Beşir Fuad’ın 1887’de dini tabuları yıkarak intihar etmesi, Namık Kemal’in 1888’deki erken ölümü, Ahmet Rıza Bey’in 1889’da Paris’e yerleşmesi ve Osmanlı aydınının pozitivizm ile tanışması ile, Genç Osmanlılarca bilmezden aydına yüklenen misyonda köklü bir değişiklik gerçekleşti. Artık “Jön Türkler” diye anılan yeni tip Osmanlı aydınına göre din bilimle çatışan bir olguydu. Gözleri kamaştıran, Aristo heyecanı yaşatan yeni kelime: Laiklik!
Ve sonra İttihat Terakki’nin meşhur 1906 kongresinde aydın-asker bütünleşmesi gerçekleşti. Batılılaşmanın öncüsü Saray değil ordu, itici gücü ise aydınlar. Padişah, gerici halkın kızıl sultanı!
Buraya kadar anlattığımız özetle, Genç Osmanlıların “retrospektif ilerleme” çabasının, yani Batı’daki kavramları eski değerlerde, kurumlarda, İslam’da bulma ve uyuşturma, düzeni evrimle ıslah etme uğraşlarının yerini “prospektif ilerlemeye”, yani geçmişten koparak, kökten bir batılılaşmaya bıraktığını, “Devlet nasıl kurtulur?” sorusuyla yola çıkan Osmanlı aydınının bir kuşak sonra “Halk nasıl dönüştürülür?” sorunsalını da kendine dert edindiğini görüyoruz.
Genç Osmanlılar’da bir din şuuru bulunmaktaydı. Batılılaşmanın dinle, gelenekle, halkla ters düşmeden yürütülmesini istiyorlardı. Jön Türkler’de bu duyarlılığı göremiyoruz. Jön Türk aydını, pozitivizmin baskın etkisiyle, hesapsız batılılaşma karşısında İslamcılığa, padişaha sığınan geniş halk yığınlarıyla ters düşmüş İttihatçı saflara sürükleniyor.
Pozitivist-laik Türk entelektüelinin, orduya yaslanarak “iktidar olmak/devrim yapmak” fikrini halkla birleşerek bir şeyleri değiştirmek fikrine yeğ tutmasının tarihsel kökenlerini de Jön Türkler’e kadar indirmek yanlış olmayacaktır.
“Ulan öküz Anadolulu”
Nihayetinde 1908 darbesinde de, 1925’te Tek Parti rejimi kurulurken de, 27 Mayıs sabahında da kendini solda tanımlayan Türk aydınında ciddi bir kesimin ordudan yana destek olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Bu arada, Ankara’da kurulan yeni rejimin kendisine “düşünceyi hasım seçtiğini” biliyor, 14’lerin, Nazım Hikmet’in ve diğer radikal sosyalistlerin akıbetini, Nevzat Tandoğan’ın “Ulan öküz Anadolulu” diye başlayan veciz sözünü hatırlıyoruz. Bahsettiğimiz aydın kesim, ordu-bürokrat ittifakına eklemlenen sözün gelişi Kadro hareketi veya 27 Mayıs aydınları…
Bugün artık herkes biliyor ki 1960’ların daha başından itibaren Türk sosyalizminin üzerinde tartıştığı en temel sorun, “askerin siyasetteki rolünün saptanması ve sosyalistlerin buradaki rolü” idi: 27 Mayıs’la apoletlerinden postallarına kadar siyasete bulaşmış ordu içinde “sol/Kemalist ilerici bir darbe” hazırlığındaki cuntanın sosyalistler tarafından desteklenmesinin mi, desteklenmemesinin mi doğru olacağaydı bütün mesele.
Sol, sivil ve demokratik yöntemleri savunanlar, askerlerle ittifakı ve “ilerici” darbeyi savunanlar diye ikiye bölündü. Türkiye İşçi Partisi ile Millî Demokratik Devrimciler arasındaki tartışmalar da, Asya Tipi Üretim Tarzı etrafında kopan fırtınalar ve bugün artık romantizm bulamacına katılıp pazarlanan 68 kuşağı efsanesi de bu düzlemde okunmalıdır.
Dönemin popüler sloganlarından “Ordu gençlik el ele, millî cephede” sloganını hatırlatarak, İTÜ Öğrenci Birliği Başkanı Gökalp Eren’in “Toplantılarda sivil giyinmiş yaşlı subaylar vardı. Rütbeler genellikle binbaşı. Emekliler yüksek eski ihtilalciler” itirafından, Mustafa Celil Gürkan’ın “Hepimiz cuntacıydık. Ordunun siyasî hayata bir 27 Mayıs gibi müdahale etmesini çok istedik. Eğer 9 Mart olsaydı herkes bir şekilde bir yerde görev alırdı” özeleştirisine geçebilir, 68 kuşağının aslında demokrasi değil darbe peşinde koşmuş bir kuşak olduğunu yazmak mümkündür.
“Asker/sivil aydınlar”
Millî Demokratik Devrim (MDD) teorisini ele alalım. MDD teorisi sanırım en iyi Ertuğrul Kürkçü’nün şu sözlerinde anlam buluyor: “Türkiye yarı bağımlı – yarı feodal bir ülkedir. Nedir Türkiye’deki çözüm, nedir bu yapıyı kırmanın yolları? Bu yapı devrimci işçi sınıfı önderliğinde yoksul köylülerin, küçük esnafın ve asker/sivil aydınların yürütecekleri bir mücadele ile ortadan kalkacaktır.” Burada kilit sözcük “asker/sivil aydınlar”dır. Kimdir bu asker/sivil aydınlar?
“Türk ulusu için 1970 yılında da 1919’daki gibi, tek umut ışığı olarak, Devrimci Ordu Gücü pırıl pırıl parlamaktadır” cümlesinin yazarı ve Kurucu Meclis üyesi Doğan Avcıoğlu; askerle girdiği darbecilik oyununda kaybeden cuntadan yer aldığı için kazanan cunta tarafından Ziverbey’de misafir edilen, geçtiğimiz yıllarda da kendisini misafir edenleri affettiğini söyleyen İlhan Selçuk; gene 61 Anayasası Kurucu Meclis üyesi Mümtaz Soysal; 27 Mayıs’ın genç subayları Cemal Madanoğlu ve Osman Köksal…
Türkiye’de kapitalizm öncesi kalıntının feodalite olduğunu düşünenler MDD teorisine ulaşıyor, buradan da demokrasiyle iktidar olunamayacağı, işçi sınıfının sosyalist devrim için yeteri kadar güçlenmediği, çözümün sivil-askerî bürokrasiyle iş birliği yaparak “ilerici” bir darbe olduğu fikirlerine varıyorlardı. Kurulacak ilerici askerî dikta rejimi altında toprak reformu yapılacak, ülkedeki feodal kalıntılar temizlenecek ve memleket sanayileştirilecekti.
Bir de beklenen sol darbeye karşı olan Asya Tipi Üretim Tarzı’nı (ATÜT) savunanlar vardı. Onlar ne diyordu? Başını Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Kemal Tahir gibi aydınların çektiği bu teorinin savunucuları MDD’cilerin aksine Türkiye’de kapitalizm öncesi kalıntının feodalizm değil sivil/askerî bürokrasi olduğu görüşünü paylaşıyordu. ATÜT’çülere göre demokrasinin de sanayileşmenin de önündeki en büyük engel sivil/askerî bürokrasiydi. Ne kadar ilerici görünürse görünsün, gerçekleşecek her darbe sivil/askerî bürokrasiyi güçlendirecek, demokrasinin ve sol hareketin evrimini baltalayacaktı.
Görüldüğü gibi, Jön Türk aydınında belirginleşen “halkı dönüştürme, onu eğitme, dinden, gericilikten kurtarma” çabası zamanla hiç de uyum sorunu yaşamadan darbeciliğe varabiliyor. Sol jargonu kullanan ama bal gibi İttihatçı aydını olan söz konusu çevreler 1960’larda orduyla gerdeğe girerek nur topu gibi bir devrim doğurtacaklarını sanıyordu. Fakat yanıldılar.
Ve yanılgılarının bedelini bugün “demokrasi şehidi” gibi anılan, sapına kadar dürüst, sapına kadar yiğit ama sapına kadar da yanlış üç gence ve daha nicelerine ödettiler. Gençleri sokağa döken bu grup yargılandıktan sonra cezaya dahi çarptırılmadı. Çünkü olay büyürse işin ucu daha yukarılara dokunacaktı. Türk ordusu “darbecilikle yani kendisiyle yüzleşmeye” hazır değildi. Bu yüzden, karşı cuntaya mensup da olsa, hiçbir darbeci cezalandırılmamalıydı.
Türk sosyalizmi Kemalizm’le gerdeğe girdi. Halvet gerçekleşti gerçekleşmesine de, doğan çocuk sakat doğdu. Devrim ol(a)madı. Türk sosyalizmi Kemalizm’le yani İttihatçılıkla girdiği gayrımeşru ilişkiden, bugün dahi kurtulamadığı “darbecilik” virüsünü kaptı.
Muhafazakâr mahallede şu sıralar sesi daha olgun ve gür çıkmaya başlayan Dücane Cündioğlu’nun unutulmaz tespitiyle bitirelim: “Bu ülkede bu ülkenin vicdanıyla ve inançlarıyla barışık bir sol istemediler. Çünkü böyle bir sol kalıcı olacaktı…”
* Sözü geçen oyun, Levent Kırca’nın “Üç Baba Hasan” oyunuydu.