Cengiz Alğan
İslam’a ve Müslümanlara hakaret içerikli “Müslümanların Masumiyeti” adlı film infial yarattı. Birçok ülkede protesto gösterileri oldu. Libya’da ABD elçisi öldürüldü. Tartışma, “% 99’u Müslüman olan” Türkiye’ye de elbette yansıdı. Başbakan Erdoğan, filmden yola çıkarak, islamofobinin tıpkı antisemitizm gibi bir insanlık suçu sayılması gerektiğini, bu vesileyle bir nefret suçları yasası çıkarılacağını söyledi.
Bunun üzerine daha da hararetlenen nefret suçları tartışmasına yazar Sevan Nişanyan da kendi üslubunca katıldı. Konu hakkında yazdığı bir yazı küçük çaplı bir infial uyandırdı. Tartışmalar sürüyor.
Nefret suçu ve nefret söylemi
Önce maddi bir hatayı düzeltmek gerek: Nişanyan, ilgili yazısının (http://nisanyan1.blogspot.com/2012/09/nefret-suclaryla-mucadele-etmeli.html) ilk üç paragrafında söylemin suç olmadığını net biçimde ifade edip dördüncü paragrafta, yine kendisinin verdiği farazi bir örneği ‘nefret suçu’ sayıyor. Tartışmaların geneline de yansıyan bu hata öncelikle düzeltilmeli. Çünkü nefret suçu ve nefret söylemi alabildiğine karıştırılıyor. Söylem suç değildir. Bir suçun nefret suçu olabilmesi için ceza yasasında suç olarak tanımlanmış bir fiilin belli bir gruba, onun mensuplarına veya mülklerine karşı negatif önyargılarla işlenmiş olması gerekir. Yine böyle bir gruba karşı sarf edilen tehdit, şiddete çağrı veya hakaret içeren sözler nefret söylemi olarak kabul edilebilir. Söylemi de suç sayan, kısıtlayan veya açıkça şiddet doğuracak sözler dışında, ifade özgürlüğü sayan ülkeler var.
Sevan Nişanyan’ın sarf ettiği ve Müslümanların kendilerini hakarete uğramış hissettiği sözlerin Müslümanları hedef gösteren, saldırıya veya saldırıya uğrama korkusuna yol açacak sözler olarak değerlendirilmesi zor. Bu sözler Müslümanların azınlıkta ve tehdit altında olduğu bir Avrupa ülkesinde söylenseydi böyle algılamak ve ona göre değerlendirmek söz konusu olabilirdi. Ama halkın “% 99’unun Müslüman olduğu” bir ülkede Müslümanlara karşı bir şiddet eylemine yol açacağı varsayımı biraz afakî kalır.
Kaldı ki, yazısında (kanımca dikkatli seçilmiş kelimelerle) açıkça hakaret veya şiddete çağrı denebilecek sözler de yok. Mesela Hz. Muhammed’in “siyasi, mali ve cinsel menfaat” elde ettiğini söylüyor. Bunun hakaret olduğunu mahkemede kanıtlamak zordur, çünkü ‘menfaat elde etmek’ diye bir suç yoktur. İki liraya alıp üç liraya sattığınız dürüst bir ticaretten de ‘menfaat’ elde edersiniz; konjonktüre uygun bir hamle yaparak kendi siyasetiniz doğrultusunda siyasi menfaat elde edip bunu oya da çevirirsiniz. Bu da suç değildir. Örnekse, lokantaya giden bir travestiye servis yapılmaması nefret suçu olamaz. Çünkü ‘lokantada servis yapmama’ diye bir suç ceza yasasında yoktur. O kişi kendisine ayrımcılık yapıldığını iddia edebilir ama kendisine karşı bir nefret suçu işlendiğini iddia edemez.
Üslup sorunu
Kısacası, cari evrensel kriterlere göre ortada bir nefret söylemi ve hele de nefret suçu söz konusu değildir. AİHM’nin bu konuda bilinen yaklaşımı şöyle:
“İfade özgürlüğü sadece lehte olduğu kabul edilen veya zararsız ya da ilgilenmeye değmez görülen bilgi ve düşünceler için değil, aynı zamanda devletin ya da nüfusun bir bölümünün aleyhinde olan, çarpıcı gelen, şoke eden, rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de uygulanır”.
Görebildiğim kadarıyla, Nişanyan’ın sözleri tartışmanın kamuoyunda yaygınlaşması için ‘kışkırtma’ ve konuya dikkat çekme amaçlı söylenmiş. Buraya kadar bu bir üslup sorunudur.
Bir benzetme yapacak olursak, örneğin ben (Müslüman çoğunluğa mensup sayılan biri olarak) Hıristiyanların uzun yıllardır tehdit altında ve epey azınlıkta olduğu, cinayete varan çok sayıda saldırıya uğradığı Türkiye’de “İsa çarmıha gerilmemiş de kazığa oturtulmuş olsa, kazığa oturtulmuş İsa figürünü yine boynunuza asar, onun önünde yine dua eder miydiniz?” diye sorsam, bu açık bir nefret söylemi (suçu değil) olurdu. Toplumdaki negatif önyargıları kaşımış olurdum. Nefret suçuna yol açma potansiyelim yüksek olurdu ve sözlerim bence kınanmalıydı. Aynı sözleri “% 99’u Hıristiyan” bir ülkede, Hıristiyan çoğunluğa mensup biri olarak sarf etsem aynı sonuçlara yol açması neredeyse imkânsız olurdu.
Bir örnek vermek gerekirse, Radikal’den İsmail Saymaz’ın haberine göre (17 Eylül 2012), CHP’li Veli Ağbaba’nın “Nefret suçlarına yönelik kaç dava görülüyor?” sorusunu yanıtlayan Adalet Bakanlığı, 2006-2011 yılları arasında TCK’nın ‘ibadethanelere ve mezarlıklara zarar verme’ suçunu düzenleyen 153. maddesine göre altı yılda 611 dava açıldığını, 181’inde ceza çıktığını söylüyor. Yani memlekette üç günde bir gayrimüslim ibadethanesi veya mezarlığına zarar veriliyor. Bunun 1/3’üne de ceza veriliyor. Aynı altı yılı tarayın; Müslüman ibadethanelerine veya mezarlıklarına zarar verilmiş örnek bulmakta zorlanırsınız. Çünkü Türkiye’de ‘açık ve yakın’ tehdit altında olan kesim büyük Müslüman nüfus değil, dini ve/veya etnik olarak azınlıkta olan gayrimüslimlerdir.
Ancak bu noktadan sonra konunun can alıcı düğümlerinden birine varıyoruz. ‘Siyaseten doğruculuk’ adına her aklına geleni, her yer, şart ve durumda söylemeyi, kendi adıma, ahlaken de siyaseten de doğru bulmuyorum. ‘Gerçeği ve yalnız gerçeği’ söylemeye yemin etmiş olmak bile bunun getireceği sakıncalardan kaçınmaya yeterli değil. Sözleriniz toplumda belli bir ağırlığa sahipse ve sözlerinizin sonucunda muhataplarınız kendilerini incinmiş, hakarete uğramış hissediyorsa; hele de bunları ‘kışkırmaya’ müsait bir ortamda (Müslümanları aşağılayan o pespaye film gündemdeyken) yapıyorsanız, ‘ben doğru bildiğimi söyler, olacakları kenardan seyrederim’ diyemezsiniz. Pimi çekilmiş bomba haline gelebilir sözleriniz. Eylediklerimiz kadar söylediklerimizden de sorumluyuz (salondan “Söylemediklerimizden de sorumluyuz!” sesleri…).
Mağdurun (veya öyle hissedenin) penceresinden bakmayı öğrenmek, siyaseten doğruculuktan daha anlamlıdır bence. Ancak belirsiz bir gelecekte anlaşılacağını düşündüğünüz sözler söylemektense andaki yaraya merhem olacak sözler söylemek aramızdaki mesafeleri daha hızlı kısaltır. Kanaatimce Nişanyan’ın sözleri mağdurlar arasındaki bu mesafeyi daha da açmaya hizmet eder.
Atlanan önemli bir nokta da şu: “Müslümanların Masumiyeti” adlı film (veya pek çok benzeri provokatif şeyler) Müslüman ülkelerde Müslüman olmayanlara saldırılmasına yol açıyor. Yani zaten tehdit altındaki gruplara yönelebilecek tehditleri de düşünmek gerek. ‘Türklüğü aşağılamak’ bahsinden biliyoruz sonuçlarını. Nitekim en basitinden, yazısıyla olaya müdahil olduktan sonra, Nişanyan’ın Şehir Üniversitesi’nde katılacağı bir söyleşi derhal iptal edildi, bir yayınevi yeni çıkacak kitabını basmaktan vazgeçti. Hakkında pek çok kişi yazı yazdı veya sözlü olarak ağır biçimde eleştirdi. Alakası olmamasına rağmen başka Ermenilere konu hakkında ne düşündükleri soruldu.
“Manukyan’ın işletmesinden çıkmış piçççç!”
Öte yandan, bu vesileyle Türkiye kamuoyunda bir kez daha açığa çıkan ırkçı Ermeni düşmanlığına dikkat çekmekte fayda var. Bu durumun birbirinden rezil iki göstereni var. İlki sosyal medyada ve basında (doğrudan Ermeniliğine referansla) Nişanyan aleyhine edilen galiz küfür ve hakaretler. İkincisi de bir Ermeni’nin söylediği sözlerden bütün Ermeni cemaatini ‘sorumlu tutan’ ve ‘kefaretini ödemeleri’ istemiyle mikrofonu ağızlarına sokan gazetecilik anlayışı.
Nişanyan’ın, sarf ettiği sözleri Ermeni olduğu için veya Hıristiyan olduğu için söylediğine dair hiçbir emare ortada yok. Ama basın mikrofonu hemen (mesela) Etyen Mahçupyan’a ve numunelik kalmış Vakıflı köyü muhtarı Berç Kartun’a da çevirmiş.
Sosyal medyada Nişanyan’a yönelik hızla başlayan linç kampanyasına da değinelim. Twitter’dan alınan bazı yorumlar (okuyucunun affına sığınarak ve noktasına virgülüne dokunmadan) şöyleydi:
“it soyu hem Müslüman ülkesinde yiyip iciyorsun hemde hakaret ha şerefsiz seni korkma senin gibi pislikler geldi geberdi”, “domuzdan asagi yaratik serefsiz it peygambere uzanan o domuz dilin insallah icine girer .cehennem zebanileri seni bekliyor”, “bu orosbu çocugunu bukadar cesaretlendırenler hepımız ermenıyız dıye sokağa dökulen kahbe çocukları alyınızın anasını sıkım”, “tipine sokayım senin manukyanın işletmesinden çıkmış piççççççççççç”, “ulan şerefsiz sen kimsin nerden geldin adından soyadından belliki soysuzun tekisin..az kaldı sizin gibilerin sonu yaklaştı”, “Batsın bu dünya. Müslümanların yaşadığı Türkiye gibi bir ülkede @SevanNisanyan adlı ermeni ateist peygamber efendimize dil uzatmış.”, “sonra suç ogünde oluyo, sonra ortalıkta hepimiz itiz gürültüleri yüksekliyo ermeni köpeği…”, “madem rahatsızsın Ülke yönetiminden, Dinimizden git israile çıkma ordan Senin gibileri yakışmıyor bu ülkeye.Ermeni köpegisin”, “YAVŞAK MI BEN DİREK ERMENİ PİÇİ DİYİM ASLINI BİLSİN HERKES KAHPENİN”, “ben o yaziyi okudum senin amk o.c o yazi da bi sey yoksa bunda da yok butun ermenilerin taa ermeni dolu seni”.
(Tweetlerden birinde “sonra suç ogünde oluyo..” deniyor. Buradaki ‘ogün’, 19 Ocak 2007’de Hrant Dink’i arkasından vurarak öldüren ve halen cezaevinde yatmakta olan Ogün Samast. Samast Hrant Dink’i vurduktan sonra “Ermeni’yi vurdum!” diye bağırmış, Samsun’da yakalandığında, cebinden bir Türk bayrağı çıkararak (cebinde ne arıyorduysa?) iki yanındaki polis ve jandarma görevlileriyle ‘hatıra fotoğrafı’ çektirmişti.
Suça götürecek nefret söylemine örnek aranacaksa bunlardan âlâsı bulunmaz…
Mesela, “Nevrotik hezeyanlar” olarak gördüğü Nişanyan’ın sözlerinden “bir mümin ve bir insan olarak hicap duyduğunu” ifade eden Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in yukarıdaki sözlere karşı da iki çift laf etmesi beklenir. Veya Nişanyan’ın sözlerinden incinen, kendisini hakarete uğramış hisseden Müslümanların bu ırkçılığa da tepki göstermesi beklenir. ‘Benim haklarım, senin hakların’ ayrımı yapmadan, bütün mağdurların kendisi dışındaki bütün mağdurların da hakkını savunmasıyla varabiliriz menzile.