Oktay Orhun
Avusturya’da Kurtuluş için Devrimci Komünist Birlik (RKOB) sözcüsü 20 yaşındaki Johannes Wiener, Filistin’e yapılan son saldırıyı protesto etmek için yürütülen kampanya dahilinde yaptığı bir konuşmadan dolayı Anayasayı Koruma ve Anti-Terörizm Federal Bürosu tarafından “isyana teşvik” ile suçlandı ve iki yıl hapis cezasına mahkûm edilmek isteniyor. İsrail-Filistin ihtilafını bir kenara koyarak düşünelim: Kendini en azından alışılagelen (kuşkusuz ideolojik) söyleminde, ifade özgürlüğünün merkezine yerleştirmiş Avrupa Birliği’nin bir üyesinin bu anti-demokratik edimini şaşırtıcı bulmalı mıyız? Yoksa Avrupa’da demokrasi artık iyiden iyiye taşınamaz bir maliyeti de beraberinde mi getiriyor?
Eylem ve Dayanışma Günü
Önümüzdeki dönem için belirleyici bir tarihi, geçtiğimiz 14 Kasım’ı anımsayalım: 36 ülkede 60 milyon işçiyi temsil eden Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) bu günü, sosyal hak ve istihdam talepleri çerçevesinde ‘Avrupa Eylem ve Dayanışma Günü’ ilan etmişti. Özellikle Güney Avrupa’da, Portekiz, İspanya, Yunanistan, İtalya, Malta, Fransa gibi ülkelerde genel grev birçok sektörde üretimin durmasına yol açmıştı. Almanya, Belçika ve İngiltere’de ise kitlesel gösteriler ve mitingler gerçekleşmişti.
Grev çağrısı yapılan ülkelerde, son dört yılda işsizliğin üç kat artarak %25 seviyesine ulaştığı, kamu ve özel sektörde ücretlerin %15-30 oranında düştüğü düşünüldüğünde 14 Kasım’daki uluslararası grev şaşırtıcı değil. AB genelinde 25 milyon işsiz var. Bu, Birlik içerinde çalışan nüfusun %11’ine karşılık geliyor.
Dahası, Avrupa’da kamu hizmetleri birbiri ardına özelleştiriliyor. Sağlık ve eğitim sektörüne bütçeden ayrılan payda ciddi kesintiler gerçekleşiyor. Sağlık hizmetleri, ilaçlar ve üniversite eğitimi için ödenen bedeller önemli ölçüde artırılmış durumda. İşsizlere yapılan yardımlarda ve sosyal hizmetler alanında kesintiler yapılıyor. Bankalara borçlarını ödeyemedikleri için evlerine el konulan ailelerin sayısının günden güne artması; binlerce ailenin mutlak yoksulluk sınırının altında bir yaşama mahkûm edilmesi de cabası. KDV türünden dolaylı vergilerde yapılan artış ise krizin fasit döngüsünü bir delgi makinesi gibi derinleştiriyor: Emekçi kitlelerin alım gücü düşüyor, bu da tüketimi azaltıp krizi derinleştiriyor.
Hâl böyleyken, çalışanların içinde bulundukları koşullar da hiç parlak değil. Sözgelimi, Avusturya İşçi Odaları (Arbeiterkammer Oberösterreich) başkanı Johann Kalliauer’in açıkladığı üzere, inşaat sektöründeki işçilerin %41’i, fabrika işçilerinin %39’u ve market, mağaza gibi işyerlerinin kasiyerlerinin %38’i psikolojik baskı ortamından (işveren tarafından dayatılan hızlı çalışma temposuna bağlı zaman baskısı, emekçiler üzerindeki sürekli kontrol ve gözetleme terörü, iş stresinden uzaklaşma ve dinlenme olanaklarının kısıtlılığı) şikâyetçi. İşçilerin üçte ikisi adale kasılmalarından ve/veya sırt ağrılarından şikâyet ederken, %67’si kronik yorgunluk ve %62’si sürekli baş ağrılarından muzdarip.
İşçi sınıfı alternatifi
Küresel kapitalist kriz özellikle Avrupa’da yoğunlaşmış durumda. Bu aşamada 14 Kasım’da Avrupa genelindeki genel grev çağrısının karşılık bulmuş olması son derece önemli. Beri yandan, krize karşı mücadelede sendikal bürokrasiden arınmış, tabandan gelişen bir kitle seferberliğinin örülmesi, yani alternatif bir önderliği inşası, sadece sendikal değil, ama çok daha önemlisi politik bir süreç.
Bu da politik bir görev ortaya koyuyor: Kapitalizmin küresel krizine karşı, enternasyonal düzeyde kapitalizmden kopan bir işçi sınıfı alternatifi örülmek durumunda. Bu tarihsel görev, devrimci faaliyet yürüten örgütlere de belli sorumluluklar yüklüyor: 1) Arap dünyasında yaşanan devrimci yükselişin de etkisiyle, Öfkeliler hareketi benzeri seferberlikler geliştiren Avrupa gençliğini, işçi mücadeleleriyle birleşmeleri doğrultusunda yönlendirme; 2) Sürecin içinde kendiliğinden gelişen enternasyonalist kavranışı, sınıf bilinci doğrultusunda kitleler nazarında pekiştirme; 3) Kriz karşıtı seferberliklerin sürekliliğini sağlama ve bu seferberlikler içinde kitlesel devrimci partileri örme.
Bu sorumlulukların doğru bir şekilde üstlenilebilmesi için, bu yazının ilk paragrafına, AB’deki rejim niteliği sorununa dönmek gerek. Kuşkusuz Avrupa’da rejimin genel niteliği değişmiş durumda değil, daralmalarla birlikte yine de burjuva demokrasisinden bahsediyoruz. Ama Marksistlerin dikkatle izleyip müdahale etmesi gereken bir sürecin yaşandığı da inkâr edilemez: Avrupa’da hükümetler devinimli olarak değişiyor! Her ne kadar, burjuva demokrasisinde seçimler, o andaki farklı seçmen kesimlerinin, sınıf mücadelesinin bire bir yansıması olan mutlak bilinç düzeylerini değil, kitlelerin ideoloji aynasından kırılarak yansıyan göreli politik eğilimlerini sunsa da yine de önemli, zira bu eğilimler kitlesel seferberliklerinin inşa sürecindeki taktikler üzerinde belirleyici etkiler yaratabilir.
Alternatif önderliğin yokluğu
Bu noktada geriye bir bakış yararlı olacaktır: Mayıs 2010’da, İngiltere’de Gordon Brown önderliğindeki İşçi Partisi ağır bir yenilgi alarak kitlelerce “üçüncü yol” olarak çöpe atıldı. Aynı yıl, Macaristan’da muhafazakâr Viktor Orban, ertesi yıl da Finlandiya’da merkez sağ parti lideri Jyrki Katainen hükümet başkanı oldu. Haziran 2011’de Portekiz’de sosyalist lider Socrates muhafazakâr Pedro Passos Coelho tarafından iktidardan men edildi, 2011 Kasım’ında ise İspanya’da, Zapatero’nun Sosyalist partisinin yönetimini devralmış olan Alfredo Perez Rubalcaba, sağcı Halkçı Parti (PP) lideri Mariano Rajoy tarafından hükümetten düşürüldü. Aynı dönemde Yunanistan’da PASOK lideri Papandreu ve İtalya’da Berlusconi iktidardan ayrılarak yerlerini “teknokrat” hükümetlere bırakmak zorunda kaldı. Bu iki değişiklik AB’nin emri uyarınca gerçekleşen “özel” iktidar değişiklikleri olarak tarihe geçti.
Tüm bu değişiklikler Avrupa’da sağın yükselişini işaret ediyor gözükse de toplumsal arka planda işler farklı ilerliyordu. Sözgelimi, başta İspanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde doğmakta olan “Öfkeliler” hareketinin ve kısmî grevlerin yarattığı olumlu ve ilerici beklentilerle dolu bir ortamda seçmenler, işsizliğin ve yoksulluğun önünü alamayan ve malî sermayenin politikalarını uygulamaktan öteye gidemeyen sosyal demokratları cezalandırma yoluna gitmişlerdi. Alternatif önderliğin yokluğunda yönelimleri, aşırı liberal ideolojinin savunucusu olan sağ partiler oldu.
Çelişkili görünen bu durumun açıklamasını daha 1938’de yazılmış olan Geçiş Programı’nın o ünlü tümcesinde bulmak pekâla mümkün: “Şimdi artık her şey proletaryaya, esas olarak da proletaryanın devrimci öncüsüne bağlıdır; insanlığın tarihsel krizi, devrimci önderliğin krizine indirgenmiştir.” * Evet, seçimlerde sistemde köktenci bir değişimi savunan sosyal demokrasinin solundaki partilerin kitlelere; birleşik, inandırıcı bir program ve örgütsel alternatif sunamayışı belirleyici oldu. Buna, o dönemde özellikle sendikaların, halk hareketinden uzak durarak grevlere ve işçi direnişlerine süreklilik kazandırmak bir yana, bir an önce hükümetlerle uzlaşmanın yollarını arayarak kitle hareketinin önünde fren görevi gördüğünü de ilave etmeliyiz.
Nitekim, sağın salvosu beklenildiği kadar güçlü olmadı. 2011 Eylül’ünde Danimarka’da sosyal demokrat Helle Thorning-Schmidt başkanlığında Sol koalisyon hükümeti kuruldu. Mart 2012’de Slovakya’da Robert Fico önderliğindeki Sol Akım iktidar oldu. Ertesi ay Romanya’da Victor Ponta başbakanlığa geldi. Mayıs’ta, Fransa’da Hollande, Sarkozy’nin yerini aldı. İngiltere’de Ed Miliband’ın yeniden kurmaya yöneldiği İşçi Partisi yerel seçimlerde Muhafazakârlar’a kök söktürdü. İspanya’da Birleşik Sol, Endülüs ve Asturias’taki otonom parlamento seçimlerinde ciddi başarılar elde etti. Aynı durum İtalya’da ve Fransa’da tekrarlandı.
Nihayet Mayıs ayında Yunanistan’da radikal sol koalisyon Syriza %17 oyla ikinci politik güç olarak parlamentoya girdi; ülke genelinde dört sol parti oyların %44’ünü alarak sağ ve aşırı sağcı üç partiyi geride bıraktı (%36). Syriza’yı müstesna tutmak üzere, solun bu yeniden canlanışını mevcut önderliklerin sosyal demokrasiyi neoliberal söylemden uzaklaştırarak “klasik” Keynesçi refah devleti savunusu temellerine geri oturtmak yolunda bir çabaya girişmiş oldukları -özellikle İngiltere’de Ed Miliband’ın ve Fransa’da François Hollande’ın- üzerinden açıklayabiliriz. Sendikal önderliklerin de kendi varlıklarını korumak için kitle hareketiyle uzlaşarak, sözgelimi Öfkeliler hareketine katılmaya başlayarak mücadeleye girdiklerini belirtebiliriz.
Devrimci önderlik
Bütün bunlar siyasal emek hareketinin yeniden canlanmasına katkıda bulunmakla birlikte, devrimci bir önderliğin yokluğunda beyhude hareketler olarak kalmaya mahkûm. Eğer Marksistler için ölçüt, işçi mücadelelerinin sürekliliği ve başarısı, kitlelerin örgütlülük düzeyi ve önderliklerin programı ise, sosyal demokrasinin ve reformist sol partilerin seçim başarıları, taban denetime açık işçi-emekçi hükümetlerine yol açmadığı sürece, seferberliklerin büyük bir demoralizasyonla tekrar geri çekilebileceğini ve bu kez aşırı sağ ve faşist partilerin yolunun açılabileceğini de unutmamamız gerekiyor. (Bunu yakın süreçte en iyi Yunanistan’da gözleyebileceğiz gibi duruyor, Syriza’nın politik tutumu bu noktada hayatî önem arz ediyor.)
Avrupa bir beşikte, kundaktaki bebek gibi sıkışmış durumda, sargısı çözülürken ya sağa devrilecek ya sola. Birikmiş borçların ağırlığı altında kalan devletlerin çöküşü tehdidinin; işçilere yönelik uygulanan kemer sıkma politikalarının ve kendilerine yönelik uygulanan bu politikalara karşı işçilerin sürdürdüğü kitlesel direnişlerinin önümüzdeki dönem için belirleyici bir etkiye sahip olacağı düşünüldüğünde, mevcut durumda kitle örgütlerinin yönetimindeki reformist önderlikleri köktenci sola doğru zorlamak, işçi-emekçi örgütlerini birleşik mücadele ve seçim cephelerinde bir araya getirmek doğrultusunda; önemli ve vazgeçilmez bir adım. Bu adımın nasıl atılacağı ise, enternasyonalist solun ivedilikle yanıtlaması gereken bir soru…
* Lev Troçki, Geçiş Programı, çev. Zeynep Gök, Kardelen Yayınları, İstanbul, 1992, s. 13.