Cengiz Alğan
İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz
Dr. Hikmet Kıvılcımlı
Tarihsel Maddecilik Yayınları, 1965
Türkiye solunun kahir ekseriyetinin politikaları askere endekslidir. Bunun herhalde en önemli nedeni Batı literatüründe ‘Türk-Yunan Savaşı’, Yunan kaynaklarında ‘Küçük Asya Felaketi’, bizde ise ‘Kurtuluş Savaşı’ veya ‘İstiklal Savaşı’ olarak adlandırılan, 1919-22 yılları arasındaki savaşın ‘anti emperyalist’ olarak nitelenmesidir.
Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da ‘Samsun’da bir güneş gibi’ doğmasıyla başlayan ve 9 Eylül 1922’de ‘Yunan’ı İzmir’den denize dökmesiyle’ nihayete eren muzaffer savaşı takiben Cumhuriyet’i ordunun kurmuş olması, soldaki ‘anti emperyalist ordu’ imajının ve askere olan derin bağlılığın kökenlerinde yatıyor. Türkiye solu, ‘yedi düvele karşı zafer kazanan şanlı orduya’ ve onun görkemli Başkomutan’ına derinden bir saygı, sevgi ve hayranlık besler.
Bunu çıplak gözle bile görmek mümkündür. Herhangi bir 1 Mayıs gösterisini izleyen biri, asker (tabii devrimin askeri) gibi tek tip giysiler kuşanmış, örgüt flamalarını askerî törenlerdeki gibi taşıyan, beşerli sıralar halinde uygun adım yürüyüp marş söyleyen kortejleri rahatlıkla gözlemleyebilir. Bu, üyelerine askerî eğitim veren illegal örgütlerde olduğu kadar, silahlı eylem yolunu seçmeyen legal yapılarda da böyledir.
Örgüt isimleri ve jargonundan da militarizm sızar: ‘Halk Kurtuluş Ordusu’, ‘İşçi-Köylü Kurtuluş Ordusu’, ‘Kurtuluş Cephesi’ gibi isimler 1970’lerden beri süregelmektedir. Askerî terimler de solun jargonunda yaygındır: Savaş, zafer, yenilgi, şehit, düşman, müfreze, kale, silahlı devrimci birlikler, Kalaşnikof, mavzer, kuşatma, cephe, cephe gerisi gibi doğrudan askerlik terimleri ilk bakışta rastlananlardandır. Sosyalist fikirlerin doğduğu Batı’da, solun tarihi açıklamada kullandığı ‘sınıf mücadelesi’ (class struggle) kavramı yerine bizde ‘sınıf savaşı’ (class war) kavramının kullanılması da herhalde basit bir çeviri hatası değildir.
Ordu ve asker güzellemesi bu kadar yaygın ve yerleşik olunca ordunun neredeyse düzenli aralıklarla yaptığı askerî darbeler de sol için ‘normal’, hatta bazıları için istenir olur. Örneğin, Türkiye’de askerî vesayetin kurumsallaşma kapısını açan 1960 darbesini Türk solu desteklemiş, seçilmiş hükümetin başbakanı ve iki bakanının asılmasını ayakta alkışlamıştır. Ne de olsa Menderes hükümeti ‘memleketi emperyalizme peşkeş çekmektedir’, anti emperyalist ordu da buna müdahale etmiştir.
Gerçi iktidara el koyan ordunun ilk işi “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” demek olmuştur, ama bu görmezden gelinebilecek bir ‘ayrıntı’dır. Kıbrıs’ın askerî işgali döneminde herkesten önce solun sokaklara dökülüp “Ya taksim, ya ölüm!” sloganıyla yürümesi; “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır” diye bağırılması; solcu gençlerin ‘bağımsızlık yürüyüşleri’ni Başkomutan’ın başlattığı yerden, Samsun’dan başlatması tesadüf değildir.
‘Sol darbe’
12 Mart 1971 askerî darbesine giden süreçte Türk solu ordudan ‘sol bir darbe’ beklentisi içindedir. 9 Mart’ta yapılamayan bir ‘sol darbe’ vardır. Üç gün sonra bir başka cuntanın yaptığı darbe bizzat solu da vurunca, sol hayal kırıklığına uğramıştır. 12 Eylül biraz daha farklıdır. Hiyerarşiye uygun yapılan ve askerî vesayet sistemini bütün kurumlarıyla yerleştiren bu en ağır darbe solu sağı dinlememiş, bütün toplumu ezici ve uzun süre kalıcı biçimde dizayn etmiştir. 12 Eylül ile solun orduya güveninin sarsıldığı (bittiği değil) söylenebilir.
Bu ‘güven sarsıntısı’ 28 Şubat (1997) darbesinde solun söylemine “Ne şeriat, ne darbe!” sloganıyla yansır. Güven biraz sarsılmıştır, ama bu, ordu mahreçli “Şeriat geliyor!” propagandasına itibar etmeyi ortadan kaldırmaz. Sol yeni bir askerî darbeye fiilen tarafsız kalır. Son 15 yıldır solun genel politikasına damga vuran bu yaklaşım “Yiyin birbirinizi!” söylemiyle devam eder.
2007’de verilen 27 Nisan e-muhtırasına (ve sonrasına) giden süreçte ise solun orduya güveni tazelenmiş görünmektedir. Kışlaların boşaltılıp subayların sivil kıyafetlerle alanlara yığıldığı, yüzlerce ‘sivil’ toplum kuruluşunun çağrı yaptığı, medyanın köpürttüğü, Cumhurbaşkanlığı bütçesinden de desteklenen Cumhuriyet ve bayrak mitinglerinde yeniden “Ordu Göreve!” çağrılır. Türk bayrakları üzerine Başkomutan Mustafa Kemal’in kalpaklı fotoğrafının basılması ‘icadı’ bu dönemdedir. En yaygın kullanılan sloganlardan biri “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” olur.
Sonraları Ergenekon, Balyoz, Kafes, İrticayla Mücadele Eylem Planı gibi darbe planlarının yargıya taşınması aşamasında gördüğümüz gibi, şimdi bir kısmı tutuklu olan İşçi Partisi mensupları ve ‘yılların solcusu’ Cumhuriyet gazetesi yazarları komutanlarla hemhal olmuş, darbe planlarına bizzat katkıda bulunmaya başlamışlardır. Şu anda sürmekte olan darbe planı davalarına yaklaşımda da solun askere duyduğu derin muhabbet ortadadır. ‘Silivri’nin gönüllü avukatlığı’ solun genel yaklaşımı haline gelmiş ve darbe davalarını itibarsızlaştırma ‘görev’ini bizzat sol üstlenmiştir. Sol ezelden beri askere sempatiyle yaklaşmaktadır.
“İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz”
Bu başlık, solda hemen herkesin saygı duyduğu, sol hareketi epeyce etkilemiş olan bir liderin, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, 1960 darbesinden hemen sonra darbeyi gerçekleştiren Millî Birlik Komitesi’ne (MBK) hitaben yazılmış iki açık mektuba bir önsöz ekleyerek kaleme aldığı bir kitapçığın adı. Tarihsel Maddecilik Yayınları’ndan 1965’te çıkan 64 sayfalık kitap, dönemin solunun orduya bakışını yansıtması açısından değerli veriler sunuyor.
Kıvılcımlı’nın kaleminden çıkan önsöze göre, Demokrat Parti (DP) iktidarının ülkeyi “Amerikan sömürgesi Filipinler’in bile gerisine” sürükleyen ekonomik koşullar karşısında “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek daha iyidir diyen bir avuç işçi Vatan Partisi’ni kurdular”. Bir araya gelip partileşen bu bir avuç işçi: “Vatanı yeni bir KUVAYİ MİLLİYECİ mukaddes hamlesi cennetleştirebilir. İKİNCİ KUVAYİ MİLLİYE hareketine şiddetle muhtaç bulunuyoruz” diyordu.
Menderes’in çeşitli söylevlerinden alıntılarla adeta ‘kaşındığını’ anlatan Kıvılcımlı, 27 Mayıs 1960’ın ertesi günü şu telgrafı çektiğini bizzat söylüyor:
“Milli Birlik Komitesi Başkanı ve TC Devlet ve Hükümet Başkanı
Ankara
Sayın Orgeneral Cemal Gürsel
Tarihimizde daima kuvvetle çarpan kalbimizin; yiğit Ordumuzun kötülüğe başeğdirişini huşûla selamlarım.
İkinci Kuvayi Milliye Gazânız kutlu olsun.
Gerçek Demokraside Allah yanıltmasın.
Vatan Partisi Genel Başkanı
Dr. Hikmet Kıvılcımlı”
Bu telgraftan üç gün sonra, 1 Haziran’da, partiden üç kişilik bir heyet MBK’ye “Birinci Açık Mektup”u elden götürür. Bu mektupta partinin ülkeye dair ‘sosyal politika görüşü’ ele alınmaktadır. 24 Ağustos 1960’ta yine elden götürülen “İkinci Açık Mektup”ta da ‘ekonomi politika görüşü’ açıklanmıştır. Yani ‘bir avuç cesur işçi’nin kurduğu Vatan Partisi cuntaya ülkenin sosyal ve ekonomik politikalarını yönetmesi için sosyalistlerin önerilerini sunmaktadır: ‘Yiğit ordumuzun kötülüğe başeğdirişi’ yeterli değildir.
Kıvılcımlı bize cuntanın başı Gürsel ile gazetecilerin 29 Haziran’da yaptığı bir söyleşiden de alıntılar aktarır. Aktardığı bölüm konumuz bakımından ilgi çekicidir:
Gazeteci sorar: Solcu partiler de faaliyete geçebilecek mi?
Gürsel cevaplar: Ben hürriyetçiyim. Memleketimizde Komünist Partisi’nin muvaffak olacağına inanmıyorum. Bir Sosyalist Parti’nin lüzumuna inanıyorum. Memlekette meselelerin halline yardımcı olabileceğine inanıyorum.
Dikkat edilirse Gürsel’in, 12 Eylül’de propagandasını yapmaktan insanların yıllarca hapislerde çürütüldüğü ‘komünizmle’ çok da bir derdi yoktur. Sadece komünist bir partinin başarılı olabileceğine inancı yoktur. Bir sosyalist partinin ise, başında askerî bir cunta bulunan ülkenin meselelerinin çözümüne yardımcı olacağını düşünmektedir. Bu sözlerden Gürsel’in mi ‘sosyalist’ olduğu yoksa dönemin ‘sosyalistlerinin’ mi orducu olduğu sonucuna varmak okura kalmış. Biz Kıvılcımlı’ya kulak vermeye devam edelim.
“Bizde ordu inkılâpçıdır”
Kıvılcımlı, darbeden çok önce kendisinin formüle ettiği “İkinci Kuvayi Milliye” fikrinin asker tarafından benimsenmesini nasıl da sevinçle ve saklamadığı bir gururla karşıladığını şu sözlerle anlatıyor:
“18 Eylül 1960 günü gazetelerin baş sayfalarında 36 puntoluk harflerle şu manşet okundu: “İKİNCİ KUVVAYI MİLLİYE”. “Korunmaya muhtaç çocuklarla ilgili seminerde bir konuşma yapan MBK üyesi Kurmay Yüzbaşı Muzaffer Özdağ şöyle dedi: ‘Biz İkinci Kuvvayi Milliye nesliyiz’
Demek, “İKİNCİ KUVVAYI MİLLİYE” seferberliğini günün meselesi saymakla: ne kendimizi, ne milleti yanıltmamıştık. Bu bakımdan Birinci “Kuvvayi Milliyeciliğimiz” gerekçesile, İkinci Kuvvayi Milliyeciliğimiz anlayışını belirten Açık Mektubu yayınlamak, 28 yıl önce doğmamış, 10 yıl önce çocuk, 5 yıl önce dalgın delikanlı olan gençliğimize karşı bir borç ve hizmet bildik.”
(Nisan 2011’de, Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Tansel Çölaşan’ın, Bozöyük’te yaptığı bir konuşmada “2. Kurtuluş Savaşı’na hazırlanın!” çağrısı yaptığını bir ara notu olarak düşelim)
Bu kitapta Kıvılcımlı’nın dile getirdiği asker övgüsü dolu sözlerin cunta korkusundan kaynaklandığını düşündürecek hiçbir sebep yoktur. ‘Doktor’ bu övgüleri içinden gelerek, orduya beslediği güvenden dolayı gayet samimi bir inançla dile getirmektedir. Kaldı ki, darbe öncesinde kaleme alınmış bölümlerde de aynı söylem güçlü biçimde vurgulanmaktadır.
Birinci mektubun daha başında “Bizde niçin ordu inkılâpçıdır?” sorusuyla ordunun devrimciliğine duyduğu inancı dile getirir. Ona göre “… milletin bütününe bağlı olan Türk ordusu, dirlik düzeninden kalma (halkla beraberlik geleneklerini dirilterek, milli kurtuluşa yol” açmıştır. “İrtica oligarşisi ne zaman ecnebi hayranlığına teslim olduysa, o zaman ordu, hemen milletle kaynaşıp inkılâptan yana geçti. Çünkü milletimizin ayakta kalan (şuurlu ve teşkilatlı) biricik parçası ordu idi”. Horasan’dan başlayarak “Alemdar Mustafa Paşa’dan Mustafa Kemal Paşa’ya, Cemal Gürsel Paşa’ya kadar; Rusçuk yaranından Milli Kurtuluş Komitesi’ne kadar ileri gidişimizin vurucu gücü, halk çocuklarımızın güttüğü ordu oldu”.
“Saltanatı müzeye kaldıran” da, “… milli birliğimizi sarsan bir avuç tefeci-bezirgân çetesine, geniş ülkemizi değil, yüz küsur metrekarelik Yassıada kayalığını bile kaplayamayacak derecede azlık ve milletten kopmuş bir oligarşi olduğunu 3 saatlık harekâtıyle öğreten gönlü alçak destan yiğitlerimiz de, gene 6 yüzyıl önceki Kayıhan ilplerinin geleneklerine uygun torunları” olan da hep ordudur.
Kıvılcımlı kitabın ve ‘İkinci Açık Mektup’un sonunu, MBK’ya seslenerek söyle bağlıyor:
“Eskiden ‘Millet Vekili’ adını alan sözde seçilmişler, kimseyi dinlemiye tenezzül etmiyecek kadar derebeyi idiler… Siz onlardan değilsiniz. Siz millet hayatının yüzlerce yılında bir görünen güçlü HAKEMsiniz… KOMİTE olarak -Halk dilindeki kutlu ‘ÜÇLER’, ‘YEDİLER’, ‘KIRKLAR’ gibi- ‘OTUZSEKİZLER’ adı ile tarihe geçecek işler yapmıya çağrılı evliyalarsınız.
(Salacak, İskele Arkası, No. 13. İSTANBUL)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 10 Temmuz 1960”.
Solun tarihine geçmiş ve hayırla anılan en önemli figürlerinden birinin darbecilere yazdığı iki açık mektuptan yapılan bu alıntılar, Türk solunun Kolordu gibi bir Solordu işlevi gördüğünü açıklamakta yeterli değil midir?