Ayşe Dursun
Onları her ne kadar hâlâ en çok başörtüsü yasağı mağduriyeti bağlamında düşünüp yazsak da, İslamcı* kadınlar diyeceklerini nicedir geniş bir konu yelpazesinden seçiyor. Türkiye siyasî manzarasını artarak şekillendiren bir hareketin protagonistleri olan İslamcı kadınların diyeceklerine bakarak siyasî öncelikler bakımından bir dizi başka siyasî hareketle kesiştiklerini söylemek mümkün. Çoğu zaman köşe yazıları, imza kampanyası, basın açıklaması gibi tezahürleri olan bu kesişmeler, İslamcı kadınların militarizmden anadilde eğitime, kadının toplum içindeki geleneksel konum ve rollerinden tutuklu gazetecilere kadar çok sayıda yakıcı konuda söyleyecek sözleri olduğunu gösteriyor.
Ancak ‘söyleyecek sözü olmak’ ve ‘söz sahibi olmak’ malum özneye atfedilen siyasî statü itibariyle farklıdır. ‘Söz sahibi olma’nın iktidar ilişkilerinden bağımsız düşünülemeyecek sonsuz bir toplumsal müzakereye tabi olduğu söylenebilir. Bir özne, müzakere sürecinde çok boyutlu ve karmaşık bir dizi seçimden geçtikten sonra ve ancak ‘yeterli’ meşruiyete ulaştığı ölçüde söz sahibi olur. Bu seçici süreçler de, her toplumsal ilişkiye içkin olan güç/iktidar ilişkilerinin hem sonucu hem de yeniden üreticileridir. Fakat paradoks bir biçimde; dinamizm, bu mekanizlara da içkindir ve bu sayede daha önce gayrımeşru addedilen bir özne ve söylem, zaman içinde meşruiyet kazanabilir. Yani ayıklamaya yönelik bu süreç ve mekanizmalar, baskıcı oldukları kadar özgürleştiricidir de.
Söz konusu özgürlükse…
Aşağıda iki güncel konu – başörtüsü yasağı ve Uludere Katliamı – etrafında tasvir edilmek istenen, İslamcı kadın entellektüellerin modern Türkiye bağlamında bu çoğu zaman aleyhlerine işleyen dışlama/dışarıda bırakma (baskılayıcı) süreçlerini nasıl lehlerine (özgürleştirici) çevirdikleridir. Buradaki temel varsayım, İslamcı kadınların lehlerine çevirdikleri müzakere süreçleri ölçüsünde seküler kodlanmış kamusal alanın ağır kapılarını aralayabildiğidir.
İslamcı kadınların inisiyatifine dayanan ‘Biz Henüz Özgür Olmadık’ (http://henuzozgurolmadik.blogspot.co.at/) ve ‘Uludere İçin Buluşan Kadınlar’ (http://uludereicinbulusankadinlar.blogspot.co.at/) imza kampanyalarına göz atalım.
Henüz Özgür Olmadık, 2008’de başörtüsü yasağını kaldıracak Anayasa değişikliği Anayasa Mahkemesi’nden dönmeden dört ay kadar önce üç İslamcı kadın tarafından kaleme alının bir imza metnidir. Neslihan Akbulut, Hilal Kaplan ve Havva Yılmaz, başörtüsü serbestisinin tek başına özgürlük ve mutluluk getirmeye yetmeyeceğini belirtmiş, aynı aciliyete sahip bir dizi başka soruna (Kürtler ve diğer ötekileştirilenler, 301 davaları, azınlık vakıf mallarının gasbı, Cemevleri’ne verilmeyen ibadethane statüsü, üniversitelerden atılan öğrenciler) işaret etmiş ve ‘Söz konusu özgürlükse, hiçbir şey teferruat değildir’ diyerek özgürlüğün hiyerarşisi olamayacağını vurgulamıştır.
Metinde kullanılan dil ve teşhis edilen neden-sonuç ilişkilerinin, güçlü bir adaletsizlik duygusunu kamçıladığı doğrudur. Bunun yanı sıra, bir adaletsizlik çerçevesinde bulmayı umduğumuz asgarî unsurların da mevcut olduğunu görmekteyiz: (1) Kürtler’in ötekileştirilmesi, gasp edilen azınlık vakıf malları, Cemevleri’ne ibadethane statüsünün verilmemesi vs. adaletsizlik olarak teşhis edilmektedir; (2) Bu adaletsizliklerin sorumlusu, devletin kurum ve uygulamalarında vücut bulan ‘yasakçı zihniyet’ olarak saptanmıştır; ve (3) Çözümün, ‘bu adaletsiz düzeni devam ettiren yasakçı zihniyetin’ ortadan kalkması olduğu belirtilmiştir.
Uludere İçin Buluşan Kadınlar ise, Uludere Katliamı’nda hayatını kaybeden köylülerin ailelerini ziyaret eden bir grup İslamcı kadının imzaya açtığı bir metindir. Uludere için buluşan kadınların maksadını anlamada şu cümle açıklayıcıdır: “Hükümet, on yıllar öncesinin, içlerinde bizim de acılarımızın durduğu sımsıkı mühürlü sandıkların kapaklarını açmaya çalışırken şimdi Uludere’de parçalanan kardeşlerimizi bir başka sandığa sımdıkı mühürlerse, bu sandıkların bu ülkenin hepimizin birlikte yaşayacağı bir yurt olması niyetiyle açıldığına hiçbirimiz inanmayacağız.” Bu metin de, neyin adaletsizlik olduğu, kim tarafından yapıldığı ve nasıl giderileceği konusunda net cevaplar vermektedir.
Kapsayıcı bir adaletsizlik çerçevesi
Yukarıda kısaca değinilen imza kapmanyalarını – ki örnekler çoğaltılabilir – İslamcı kadınların toplumsal müzakere süreçlerine iştirakı olarak okuyorum. Ancak bu, bir niyet tesbiti değildir. İslamcı kadınların üzerinde mutabık kaldıkları ortak bir toplumsal-siyasî düzen olduğunu da önermemektedir. İşaret etmek istediğim, İslamcı kadınların gündemlerine diğer ‘öteki’leri de alarak kapsayıcı bir adaletsizlik çerçevesi kurgulamaları, adalet taleplerini bu yolla meşrulaştırmaya uğraştıkları ve bunu başardıkları ölçüde kamusal alanın sınırlarını bu sefer kendilerini de kapsayacak şekilde genişletmeleridir.
Adaletsizlik çerçeveleri işte tam da bu kendilerini ve bir dizi başka ‘öteki’yi kamusal alanın dışında bırakan keyfi sınırları ve ideolojik dayanaklarını ifşa etmeye yaramaktadır. Ancak, sınırları genişletmek/dönüştürmek, sınırları ortadan kaldırmak anlamına gelmez. İslamcı kadınlar, adalet söylemlerinde oldukça seçicidir. Örneğin, LGBT bireyleri kararlı bir şekilde bu söylemin dışında bırakılmaktadır. Yani İslamcı kadınlar, sınırları tamamen kaldırmak yerine, onları İslam’ın öğretileriyle uyumlu (olduğunu düşündükleri) şekilde yeniden belirleme eğilimindedir.
Ve yine burada önerilmek istenen, kamusal alana iştirakın tek boyutlu, lineer bir süreç olduğu değildir. Elbette kamusal alana dahil olmak ya da olamamak yalnızca bireysel çabalarla açıklanamaz. Bu, bir dizi başka değişkeni hafife almak olurdu. Fakat bu yazının ruhuyla uyumlu olarak, burada bireyin yaratıcı kapasiteleri ve dönüştürücü potansiyeli öne çıkarılmıştır.
* Öznelere rızaları olmayan sıfatlarla hitap etmenin otoriter bir tutum olduğu aşikardır. Ancak İslam’ı özel alanla sınırlayan Müslümanlar’la Cihan Aktaş’ın Hz. Muhammed’i tasvir için kullandığı tabirle ‘ibadeti siyaset, siyaseti ibadet’ olan Müslümanlar arasında bir ayrım yapmak, hem kuramsal hem de ampirik açıdan anlamlıdır.