Nabi Yağcı
Modernizmin, pozitivist, deterministik ilerlemeci tasavvuru önce bilim dünyasında ve sonra adım adım reel yaşamın bütün alanlarında inandırıcılığını yitirdi bugün. Ve özellikle mavi-yeşil gezegenimizin bizzat insan eliyle yok olmaya doğru gittiği gerçeğinin görülmesiyle bu afyonlu gelecek tasavvuru tuzla buz oldu. Aksine, dünyamızın ve insanlığın geleceği konusunda büyük belirsizlikler zamanı içindeyiz.
Bu dediğimi kendi ülkemizden bakarak gözlemlemek de mümkün.
2000’li yılların başlarında, tarihten gelen birikmiş etnik, dinsel ve devletin sivilleşmesi gibi yapısal sorunların bir günde olmasa bile adım adım çözüleceğine ve bu güzergâh üstünde sivil ve demokratik yeni bir anayasa ile statükoya karşı demokratik mücadelenin taçlanacağına yani derin değişimlere dair bir inanç, belli belirsiz de olsa bir umut vardı. Ve bu yönde hiç de önemsiz olmayan belirli adımlar da atılmıştı.
Geleceğe dair böylesi iyimser bir beklenti bugün yok maalesef.
Kısır realizm
Asıl kaygı verici olansa, dün statükoya karşı duran demokrat aydın çevrelerin içinde bugün savaş psikozunun girdabına kapılanların artıyor olmasıdır. Dün bu çevreler küreselleşme süreçlerinin ulus-devlet tarihsel modelini artık sönümlendirme eğilimine soktuğunu statüko yanlısı milliyetçi/ulusal çevrelere karşı hararetle savunurken çok doğru yapıyorlardı, ama dün bir eğilim olarak kendini duyuran bu gerçeğin bugün gelip bizim, özellikle Güneydoğu sınırlarımızda kendini somut olarak duyurması karşısında bu çevre içindeki kimi liberal ve kendine solcu diyenler dün yazdıklarını unutup yüz adım gerilediler. İkinci Dünya ve hatta Birinci Dünya savaşından başlayarak sömürgeci güçlerin Ortadoğu’da çizdiği yapay sınırların bugünkü sorunların yaratıcısı olduğu tarihsel gerçeğini de unutuverdiler ve yeniden ulus-devlet mantığı içinde çözüm aramaya, kısır realizme döndüler.
Oysa bugün ulus-devlet paradigması dışına çıkamayan bir bakış açısıyla, PKK realitesinin belirlediği ve tüm yapısal sorunlarımızın çözümünde kilit hale gelen Kürt sorununun çözümü artık mümkün değildir. Bu aydın, yazar, çizer çevresinden bu gerçeği cesaretle dillendirerek bu zor sorunun çözümüne ön açıcı fikirsel katkı vermeleri beklenirken, aksine PKK şiddeti bahanesi arkasına gizlenerek güvenlikçi çözümlere, KCK adı altında yapılan tutuklamalara açık veya dolaylı destek verdiler, veriyorlar. Turgut Özal perspektif konusunda bu çevrelerden çok daha cesurdu.
Aydınlar içinde son zamanlarda ortaya çıkan bu gerilemenin temel nedeni PKK şiddeti falan değil, “ulus-devlet ötesi” süreçlerin bugün henüz belirsiz oluşudur. Arap devrimleri sonrasında gördüğümüz gibi… Belirsizlik üstüne cesaretle gidip yaratıcı çözümler üretmek yerine bildik eski sopalara, devlete sarılmayı daha sağlam zemin olarak görüyorlar; bilinmeyen ufuklara, belirsizliğe açılma entelektüel cesaretini gösteremiyorlar. Tarihte ulusal çapta savaş hallerinde gördüğümüz “vatan savunması” şovenizmi korkarım bizde de yayılacak. Yarın ölüm cezası ceza yasasına yeniden konsun teklifleriyle karşılaşırsak doğrusu hiç şaşırmam.
Kısacas, dünyada ve Türkiye’de belirsizlikler zamanını yaşıyoruz, belirsizlikten korkmak, kaçmak, bildik eskimiş sopalara sarılmak değil, belirsizlikler üstüne cesaretle düşünüp değişimi, yeniyi yakalayabilmek yapılması gerekendir kanımca.
Belirsizlik ilkesi
Belirsizlik aslında toplumsal olayların doğasının karakteristiğidir. İnsan sonsuz ilişkilerin sonsuz toplamıdır. Ama nihayetinde bir toplamdır ki, bu toplam insanda “Ben”i (tikel varlığı) ortaya çıkarır. Bu toplam, insana dair olduğu her durumda basit aritmetik toplama işleminin değil, ancak belirsizliklere ilişkin farklı, çelişik hareketlerin karşılıklı ilişkisinin hesabının, diferansiyel hesaplamanın konusu olabilir.
İnsanın “Benliği”nin oluşumu ise bu sonsuz ilişkiler içinde kendini belirleme çabasının sonucudur. Bu nedenle insan ölümlü varlık olmaklığı nedeniyle “bitimli” bir varlıkken, kültürel bir varlık olmaklığıyla bitimsizdir. Bu nedenle “insan-ı kâmil” dediğimiz benlik kertesi, artık olmuş, bitmiş, dalında olgunlaşarak yere düşmüş bir elma olmak demek değil, bitimsizliğinin, eksikliliğinin farkına varmış olmak demektir. Eksiksiz olmaya çalışırken yine de hep eksikli kalacağının farkına varabilmektir. Ama yalnızca farkına varmakla kalmayıp bu farkındalığı yaşam tarzı haline getirebilmektir. Bunun en yalın belirtisi yaşama/insana karşı alçakgönüllülüktür ki, zor iştir bu.
Belirsizlik, insan-insan ya da birey-toplum ilişkilerinin ve de zamanın doğasını oluşturuyorsa, yazımın başlığına aldığım “belirsizlikler zamanı” diye ayrımlı bir ifade doğru olur mu?
Yaşamın kendisi belirsizlikler taşırken bunu olağan zamanlarda fark etmeyen insan öyle bir zaman gelir ki, tıpkı bir depremle maddenin enerjisini fark ettiği gibi belirsizliği fark ediverir. Belirsizlik, yaşanan zamanı belirler hale gelmiştir zira. Bu zamanlar iyi gelecek umudunun yitimi zamanlarıdır. Böylesi zamanlarda insan, içinde yaşadığı zamanın aşılamaz olduğunu düşünür ve yanısıra benlik duygusu da çözülmeye başlar. Yaşama karşı kendini pasif ve çaresiz hisseder, yaratıcı enerjisini yitirir.
Umutsuzluk zamanlarında yine de bir umuda tutunmak ister insanoğlu, ama bu umudu artık gelecekte değil geçmişte arar. Geçmiş deneylere, bildik tasavvurlara tutunur. Bu tür tasavvurlar insanın aklına başvurmasını, soru sormasını, eleştirel düşünmesini gerektirmeyen, insanın bildik duygularına seslenen, ucu açık olmayan tasavvurlar olarak kolay yutulabilir lokmalar, haplardır. Milliyetçilik, ırkçılık, faşizm gibi… İnanç temelli dinsel ya da o da yine inanç temelli sayılması gereken, eleştirici düşünceyi reddeden laik Ortodoks ideolojik eğilimlerin de bu zamanlarda artığını görüyoruz.
Ütopya Zamanı
AltÜst‘te çıkan geçen yazımda belirsizlik nosyonunu bir “ilke” olarak nitelemiştim. Bu niteliğiyle birbirinden farklı ideolojiler için de yol gösterici olabilecek olan belirsizlik nosyonunun kendisi ideolojik bir yüklem taşımaz. Bu nedenle belirsizliği, bilinemezcilikten, nihilizmden v.s. ayırt etmek gerekliliğinin altını çizmeliyim.
Önemli olmakla birlikte bu noktayı açmayı sonraya bırakarak belirsizlik ilkesini ya da tasavvurunu, “belirtik olan içinde henüz belirtik olmayanın”, yani belirsiz duranın, varoluş halinde olup henüz varlık âleminde tezahür etmiş, görülür hale gelmiş olmayan sahici gerçeğin ya da hakikatin aranmasının yolu olarak ifade edebiliriz.
Böyle bir ifade açık ki bizi “ütopya” alanına, ütopya tasavvuruna götürür. Zira ütopya tasavvuru bütünüyle bilinemezler üstünde hayal kurmak gibi mistik bir şey değildir. Gelecek ütopyasının da bir hayal tarafı vardır, ama Merih gezegeninde insan yaşamı hayal etmek gibi gerçeklikle hiçbir ilişkisi olmayan pür hayal değildir ütopya. Bilinenler üstünden giderek, gerçeğin kendisi sanılan verili düzenin yabancılaştırıcı mistik halesini eleştirerek, kırarak henüz belirsiz olan sahici bir gelecek tasavvuru yaratmaktır.
İnsanın insanı ve insanın doğayı sömürmediği, zorunluluklar dünyasını terk edip özgürlükler dünyasına kavuşması demek olan sınıfsız sosyalist/komünist toplum tasavvuru bir ütopyadır. Eğer insanın insanı ve doğayı sömürdüğü tarihsel koşullar bir gerçeklik olmasaydı ve aynı zamanda tarih içinde geçmişte ve bugün sömürüye karşı bir dizi muhalif eylem, yani kurulu düzene muhalefet deneyimleri olmasaydı geleceğin sosyalist/komünist toplum tasavvuru gerçeklikle hiç ilgisi olmayan, Marx’ın, Engels’in kafasından, hayal gücünden türemiş salt hayal aleminin bir ürünü, düşü olarak görülebilirdi. Ve de artık bu düş bitti diyebilirdik.
Demek ki ütopyayı sıradan hayallerden ayırt eden şey nesnel gerçeklikle ilintili oluşudur. Ne var ki, nesnel gerçekliği tarihsel bir zorunluluk, mutlak gerçek olarak anladığınız noktada da (bilimsel sosyalizm savı gibi) ütopya da bir zorunluluk olarak görülür ve böylece ütopya olmaktan çıkar.
Şu da var ki, hayalini kurduğumuz, olmasını istediğimiz gelecek, kendini gerçekleştirmeye giriştiğinde ortaya çıkan tablo bizim hayalimizdekine muhtemelen pek de benzemeyecektir. Zira bu hayali gerçek kılacak insanlar kapitalizmin “şeyleştirdiği” insanlar değil, özgürlük dünyasının insanları olacaktır; o farklı dünyayı nasıl kuracakları tümüyle ancak onların bilebileceği bir şey olur. Bu nedenle ütopyayı ucu kapalı tarif etmeye, tanımlamaya kalkmak kendine sosyalist, komünist de dese bugünün şeyleşmiş insanlarının bu kez de geleceğin toplum mühendisliğine soyunması anlamına gelir. Oysa özgür toplum ancak özgür insanların kendi eseri olabilir.
O nedenle bugün gelecek sosyalist/komünist sınıfsız toplumu dünden farklı olarak programatik anlamda tarif edemiyor oluşumuz (benim gibi düşünenler için söylüyorum) bir eksiklik değil, aksine dünkü yanlışımızın eleştirisinin sonucu olarak bugün yakaladığımız determinist olmayan sağlıklı bir düşünce tarzı demektir. En fazla, bu hayalin belirtik, bitimli olmayan açık uçlu, uçuk bir resmini çizebiliriz, ki bu resim realist değil ancak empresyonist bir tabloya benzeyebilir. Bu nedenle, kendini yepyeni sanarak , “Sosyalizm artık bitti, siz hâlâ sosyalist misiniz?” diyenlerin bizlere sordukları “Sizin sosyalizminiz nasıl olacak?” sorusu bana eski ve eskimiş toplum mühendisliği zihniyetini çağrıştırıyor.
Umut İlkesi
Ütopya üstüne söylenmesi gerekenler yukarıda söylediklerimden ibaret değil kuşkusuz, bu yazımda yalnızca, belirsizlikler zamanının aynı zamanda ütopya zamanı olduğuna işaret etmek istedim.
Bu konulara epeydir kafa yoruyorum, ama geçenlerde Tanıl Bora’nın çevirmiş olduğu, İletişim’den çıkan, eleştirel Marksist Erns Bloch’un başyapıtı sayılan Umut İlkesi ile tanıştım. Bu tanışmayı sağladığı için Tanıl’a çok teşekkür ederim. Kanımca böyle bir kitabın Türkçeye kazandırılmasının tam zamanıydı. Kalınca iki cilt oluşturan bu kitabın içine susuzlukla daldım, ama henüz çıkabilmiş değilim. Çeviriden dolayı değil, ama Tanıl Bora’nın da girişte yazdığı gibi Bloch’un dili nedeniyle zorlu bir okuma beni bekliyor.
Ütopya ve Marksizm üstüne düşüncelerimi yazmayı sürdüreceğim, umarım ki gelecek yazımda Umut İlkesi’ni okumayı bitirir, esinlenmelerimi de yazarım.