Ozan Tekin
Sosyalistler ve anarşistler, devletlerin, sınıfların, sınırların, baskının ve sömürünün olmadığı bir dünya isteği hususunda anlaşıyor. Bu ortak özlemler, 19. yüzyılın ortasındaki 1. Enternasyonal’den 1999’da Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü toplantılarının basılmasıyla başlayan yeni antikapitalist harekete kadar, iki siyasî akımın tarihsel kader birliğinin temelini oluşturuyor. Öte yandan, sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma hangi yoldan ve hangi yöntemler kullanılarak ulaşılacağıyla ilgili görüş ayrılığı, bu farklılığın yarattığı sonuçlar, sosyalistlerle anarşistlerin bazı kritik dönemlerde barikatların farklı taraflarına düşmelerine neden oldu.
Her işçi hareketinin, her toplumsal mücadele dalgasının içinde çok sayıda siyasî eğilim bulunur. Genellikle, bu eğilimlerden hangisinin hareket içinde daha çok destekçiye sahip olduğu, mücadelenin nereye varacağını belirler. Dolayısıyla bu yazıda, anarşistlerin görüşlerinin, sosyalistlerle ortak hedefleri olan başka bir dünyayı kurma açısından niçin yetersiz –ve hatta zaman zaman zararlı- olduğunu açıklamaya çalışacağım.
Tüm anarşistleri tek bir potada eritmek mümkün değil. Her tür örgütlenmeyi reddeden anarşistler olduğu gibi, örgütlü siyaseti seçen anarşistler de var. Hangi sınıftan olursa olsun “insana” inandığını söyleyen anarşistlerin yanı sıra, gözünü işçi sınıfına diken anarşistler de var. Ancak tüm anarşistlerin ortaklaştığı iki ana başlık sayılabilir. Birincisi, her türlü devlete, yani yalnızca mevcut kapitalist devletlere değil, olası bir devrimci dönüşümün yaratacağı devlet biçimlerine da karşı olmak. İkincisi ise, “her türlü otoriteye ve hiyerarşiye”, yani aslında politik liderliğe karşı olmak.
Marksist devlet teorisi ve anarşistlerin itirazları
Lenin, Devlet ve Devrim’de, devletin uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin bir ürünü olarak ortaya çıktığını, kapitalist devletin de kapitalist egemen sınıfın ekonomik ve politik çıkarlarını korumak üzere örgütlenmiş bir zor aygıtı olduğunu öne sürer. Marx, Paris Komünü’nün kaderini ele aldığında, işçi sınıfının iktidarı ele geçirirken, kapitalist sınıfa ait devlet mekanizmasını parçalaması gerektiğini söyler. Lenin ise, işçi sınıfının kuracağı bir devlette bürokrasinin küçüleceğini, düzenli ordu yerine halk milislerinin görev alacağını, seçilenlerin bütün ayrıcalıklarından arındırılacağını ve her an geri çağrılabileceğini, temsilî organların en küçük işyeri birimine dahi inerek yaygınlaşacağını söyler. Bu anlayışa göre, bu işçi devleti, kendinden önceki tüm devletlerin aksine, bürokratik işlerin giderek basitleştirilmesi ve temsilî organlarda giderek daha çok insanın görev alması ile kurulduğu andan itibaren sönümlenme eğiliminde olacaktı. Lenin bu görüşlerini “Devlet var olduğu sürece özgürlük olmayacak, özgürlük olduğunda ise devlet olmayacak” diyerek özetler.
Anarşistlerin böyle bir devlete itirazı, kapitalist egemen sınıfın devrilmesi sonucunda toplumdaki bütün sorunların insanların iyi niyetiyle çözüleceğine inanan romantik bir devrim perspektifine dayanır. Bu anlayış sorunlu, çünkü öncelikle, mülk sahibi sınıfın iktidardan devrilmiş olması, ayrıcalıklarından kolayca vazgeçeceği anlamına gelmiyor. Nasıl ki burjuvazi iktidarını kaybetmemek için devrimci her harekete şiddet yoluyla saldırmayı ve onu bazen bir askerî diktatörlükle, bazense faşist hareketin iktidara taşınmasıyla ezmeyi düşünüyorsa, iktidarını kaybettiği andan itibaren de onu geri almak için mümkün olan her yolu, muhtemelen de şiddeti kullanmayı seçecektir. Bu, tarihteki her devrimde böyle olmuştur. 1871 Paris’inde egemen sınıfları deviren komünarların binlercesi, devrimden önce birbiriyle savaşan Fransız ve Prusya hükümetlerinin ortak saldırısı sonucu devrimin yenilmesiyle birlikte katletildi. 1917’de Rusya’da işçi sınıfı iktidarı ele geçirdiğinde, sadece Rusya’daki eski hakim sınıfların askerî güçleri değil, 14 emperyalist ülke bu iktidara saldırmak için harekete geçti. Herhangi bir devrimden sonra, anarşistlerin önerdiği gibi doğrudan “her türlü devleti ve otoriteyi reddeden” bir toplum modeli kurulmak istendiğinde, iktidarını kaybeden sınıfların karşı saldırısından korunmak mümkün olmayacak. Oysa her devrimin, başarılı olduğu andan itibaren ekonomik sabotajlardan silahlı direnişlere, terörizmden iç savaşa, çeşitli tehditlerle karşı karşıya kalacağı kesindir.
Devrim sonrası merkezî bir otoritenin olmadığı, yerel toplulukların kendi kendilerini yönettikleri bir modelin neden işlemeyeceğinin yanıtı, anarşistlerin romantik devrim anlayışının özündeki yanlışlarla ilgili. Bunu önerdiklerine göre, anarşistler herhalde kapitalist iktidar aygıtı parçalandığında toplumun tamamının mekanik bir süreçle eski egemen sınıfın fikirlerinden kurtulmuş olacağını varsayıyor. Oysa devrim süreçlerinde toplum, farklı sınıfların çıkarlarının savunulması ekseninde radikal bir şekilde kutuplaşır. Bu süreçte milyonlarca işçi, toplumu değiştirmek için birlikte hareket ederken kendilerini de dönüştürür. Siyasî ve toplumsal bilinçlerinde, kollektif davranma yeteneklerinde muazzam bir sıçrama olur. Zaten bu olmadan yeni bir toplum kurulamaz. Ancak bu süreç işçi sınıfının tüm katmanları için aynı seviyede gerçekleşemez, çünkü sınıfın tüm katmanları mücadeleye eşit ölçüde katılmamıştır, hatta belki de bazıları hiç katılmamıştır. Bu yüzden tüm toplumsal sorunların “insanların iyi niyeti” gibi subjektif kavramlarla aşılması mümkün değildir; sınıfın daha geri kesimlerinin, devrimi yapan büyük çoğunluğun kararlarına bağlılığının hukuken sağlanması gerekir. Bu, en küçük işçi direnişinde dahi böyledir. Grev sırasında mücadelenin en ileri, diğer işçilerin güvenini en çok kazanmış unsurları, grev komitesi olarak hem direnişin hem de -gerekiyorsa- patronlarla müzakerenin sözcülüğünü yapar. Son tahlilde bir işçi devleti de, işçilerin özyönetim organları olan grev komitelerinin, mümkün olan en geniş seviyelere kadar genelleştirilmiş halidir.
Sosyalistler de anarşistler gibi devletsiz bir toplumda yaşamak ister. Egemen sınıfın ideologlarının iddialarının aksine, antropolojik çalışmalar bunun mümkün olduğunu ortaya koyuyor. Hatta insanlık, son birkaç bin yıl haricinde, yüz binlerce yıllık tarihinin ezici çoğunluğunu devletsiz toplumlarda yaşayarak geçirdi. Demek ki devlet ezelî ve ebedî bir kurum değil. Öte yandan devlet, İngiliz sosyalist John Molyneux’nün ifadesiyle, “bir gün anarşistlerin gelip bize niçin gereksiz olduğunu açıklamasını beklediğimiz ‘kötü bir fikir’ veya ‘yalnızca bir hata’ da değil”. Devlet, belli ekonomik ve toplumsal koşullar altında ortaya çıkmıştır. Bu koşullar, üretici güçlerin geldiği belli bir seviyede, toplumun çıkarları uzlaşmayan farklı sınıflar temelinde bölünmesidir. Bu koşullar ortadan kalkmadan devletten kurtulmak da mümkün değildir. Dahası, sosyalistlere göre, bu koşulların ortadan kaldırılma sürecinde de, azınlığın çoğunluğu tahakküm altında tuttuğu devletin aksine geniş yığınların demokrasisini uygulayan, farklı tip bir devlet kaçınılmazdır.
Liderlik: Kimin için, ne için?
Kapitalist toplumda, çoğu zaman iyi eğitim almış, elit bir azınlığın toplumun bütününe liderlik etmesinin, toplumu yönetmesinin doğal olduğu anlatılır. Bu bir yandan da, bu akıllı azınlığın, gerektiğinde toplumun bütününün çıkarlarını kendilerinin belirleyebileceği, toplumu çoğunluğun isteklerine ters bir doğrultuda da yönetebileceği anlamına gelir. Liderlik bu bağlamda kibir ve ayrıcalıkla ilişkili bir şeydir ve anarşistler buna karşı çıkmakta elbette haklıdır.
Dahası, benzer bir durum emek hareketi ve sol için de geçerlidir. Bu mücadelelere bugüne kadar önderlik yapan sendika bürokratları, reformist siyasetçiler veya Stalinist diktatörler, genellikle ezilen kitleler kendi hayatlarının kaderini ellerine almaya başladıklarında, hareketi uzlaşma ve geri çekilme eğilimine sürüklemeye çalışmışlardır. Bu tabakanın, bulundukları pozisyonlar itibariyle sistemin devamından çıkarı olması, malî olarak olmasa da politik olarak yozlaşmayı beraberinde getirir. Böyle liderliklerin de politik açıdan felaket olduğu kuşkusuz.
Tüm bunlara rağmen, liderlik -yine- insanların aklına gelen kötü bir fikir veya bazı örgüt modellerinin yarattığı bir sorun değil; insanların deneyimlerinin, siyasal bilinçlerinin, mücadeleye bağlılıklarının, cesaretlerinin ve daha bir dizi özelliklerinin farklı seviyelerde olmasından kaynaklanan bir olgudur.
Her işyerinde, her sendika şubesinde, her politik kampanyada, kritik görevlerde sorumluluk almak üzere diğerlerine göre daha istekli ve yetenekli olan insanlar vardır. Bu, siyasî mücadele için gerekli parayı toplamaktan iletişim listelerini tutmaya, coşkulu bir konuşma yapmaktan geçmişin politik deneylerinden gelecek mücadeleler için ders çıkarmaya, mücadele içinde bazı insanların diğerlerinden bir adım önde olmasına neden olur. En kitlesel ayaklanmalarda dahi “İleri!” diye bağıran veya barikatların diğer tarafında ilk taşı atan birisi vardır.
Üstelik, toplumsal koşulların yarattığı bu eşitsizlik olgusundan anarşizm de muaf değildir. Anarşizmin varlığı dahi, o toplumsal mücadele içindeki egemen siyasî liderliğe bir meydan okumadır. Kitaplar yazmak, broşür basmak, gazete çıkarmak veya söyleşiler yapmak, anarşistlerin o hareketin aktivistlerini siyasî olarak etkilemek, daha çok taraftar toplamak ve dolayısıyla hareketin siyasî liderliğini ele geçirmek istediklerinin ispatıdır. Ancak bir yandan belli siyasî görüşler etrafında örgütlenip bir yandan da hareketin liderliğinden vazgeçmek, yukarıda bahsettiğimiz türden -reformist veya stalinist- liderliklerin etkisinin devam etmesine razı olmak anlamına gelir. Bunun da işçi sınıfının özgürlüğüne katkısı olması mümkün değil.
Burjuvazinin tarih anlayışı, kapitalist toplum elitist ve bireyci temellerde yükseldiği için, tarihte bireyin rolüne gereğinden fazla önem atfeder. Sosyalistlere göre, liderler kendi kendilerine devrim yapamaz, tek bir hareketle milyonlarca insanı harekete geçiremez. Devrimleri devrimciler değil, kitleler yapar. Ancak kitlesel bir hareketin ve devrimci bir durumun varlığı söz konusuysa, devrimci bir önderliğin olup olmamasının da hareketin kaderi üzerinde büyük bir etkisi vardır. 19. yüzyılın sonlarından itibaren uzun yıllar Avrupa’nın en örgütlü işçi sınıfının var olduğu Almanya’da SPD liderliğinin yanlış teorileri ve ihanetleri hareketin sürekli olarak yenilmesine neden olurken, Avrupa’nın en geri toplumu Rusya’da Bolşevik Parti sabırla ve inatla mücadele ederek geniş işçi yığınlarını devrimci bir program etrafında birleştirmeyi ve Çarlık rejiminin devrilmesinden sonra iktidara gelen Geçici Hükümet’i de devirmeyi başarmıştır.
Dolayısıyla, liderlik sorununu görmezlikten gelmek veya “Her türlü liderliğe karşıyız” demek bizim için hiçbir sorunu çözmüyor. Dünyayı değiştirmek için örgütlenenler, hem destekçileri tarafından gerçekten denetlenebilen, hem sistemin yaratmak isteyeceği tahrifata karşı direngen hem de mücadelede ileriye doğru giden yolları gösterebilen gerçek bir devrimci liderliğin inşası için çalışmak zorunda.
1936 İspanya’sında anarşizm
İdeolojiler ve fikirler, en somut haliyle mücadele içinde sınanır. 1936-1937 İspanya Devrimi’nin öznesi, anarşist fikirlerin en çok taraftar topladığı işçi sınıfı hareketiydi. Anarşist sendikaların federasyonu CNT’nin bir milyon üyesi vardı. İşçi sınıfı içindeki baskın siyasî eğilim CNT’ninkiydi.
İspanya Devrimi, 1936’nın Temmuz’unda, General Franco’nun, yeni seçilen Halk Cephesi hükümetine karşı başlattığı faşist ayaklanmaya karşı başlamıştı. Ayaklanma karşısında hükümet felç olsa da, anarşistlerin de etkisiyle işçi sınıfı kahramanca direnmeye başladı. Silahlı işçiler, Madrid ve Barselona’da askerleri komutanlarına karşı ayaklanmaya çağırıyordu. Birkaç gün içinde işçi sınıfı tüm şehirlerin kontrolünü ele geçirdi; işçi komiteleri ulaşımdan besin dağıtımına, güvenlikten sağlığa toplumun işleyişiyle ilgili her şeyi örgütlüyordu. Devrim hızla yayılmasına rağmen karşı devrim tehdidi de sürüyordu. Franco ülkenin güneybatısında bazı bölgeleri ele geçirmişti, bir diğer tehdit olan General Mola ise kuzeyden saldırıyordu.
Bu durumda anarşist liderlik ne yaptı? Önce Eylül 1936’da Katalunya’da, sonra Aralık ayında Madrid’de hükümete katılma kararı aldı! Bu yalnızca anarşist ilkelere değil, aynı zamanda işçi hareketine ve devrime de ihanet anlamına geliyordu. Anarşistlerin katıldığı Halk Cephesi hükümeti, özel mülkiyetin korunmasını, kapitalist toplumsal düzenin yeniden tesis edilmesini ve cumhuriyetçi-kapitalist rejimin otoritesinin tekrardan sağlanmasını savunuyordu. Anarşistler aslen, faşist Franco’ya karşı “sınıflar arası” bir işbirliğinin yapılmasını, işçi sınıfının toplumsal düzenin değiştirilmesine yönelik taleplerinin “faşistler mağlup edilene kadar” ertelenmesini öneren stalinist görüşle anlaşıyordu. Hükümet için, Franco’nun darbesi, mevcut ayaklanmanın kazanmasından daha küçük bir tehlikeydi. Dolayısıyla anarşistler özünde devrimi bastırmak isteyen hükümetin ortağı olmuş oluyordu. Bir yandan da, devrimci hareketin göz ardı edilmesi ve Franco’ya karşı mücadelenin bu şekilde basit bir askerî savaşa indirgenmesi, arkasında Mussolini ve Hitler’in savaş gücü olan Franco’ya karşı mağlubiyetin garantilenmesi anlamına geliyordu. Anti-faşist güçlerin kazanmasının tek yolu, iç savaşı bir devrime dönüştürmek, işçi sınıfının ve sıradan insanların oluşturduğu komitelerin alternatif bir iktidar aygıtı olarak sahneye çıkmasını sağlamaktı. Peki CNT’nin liderliği bunu niye yapamadı ve hükümete katıldı? Bu, CNT liderliğindeki bireylerin suçu muydu? Kendi açıklamaları şöyle:
“Ya işbirliği yaparız ya da kendi diktatörlüğümüzü uygularız… Hiçbir şey anarşizme kendi isteklerini güç yoluyla dayatmaktan daha uzak olamaz. İktidarı, almayı başaramayacağımız için değil, almak istemediğimiz için almadık. Çünkü biz her tür diktatörlüğe karşıyız.”
Anarşizm, en ciddi sınavından geçtiği İspanya’da, kahramanca çarpışan anarşist işçilerin zayıflıkları nedeniyle değil, bir ideoloji olarak anarşizmin yapısal eksiklikleri nedeniyle mağlup oldu.