Alex Callinicos
Bu yazı, Alex Callinicos’un Marksizm 2012 toplantılarında yaptığı konuşmanın gözden geçirilmiş hâlidir.
Ağustos 2007 yılında başlayan küresel ekonomik kriz derin, uzun vadeli, sistemik bir kriz; 19. yüzyılda ve 1929’da yaşanan derin krizlere benzer bir kriz. Ve bu krizin sona erdiğine dair hiçbir işaret yok. Aksine.
Büyümesi beklenen Çin, Hindistan gibi ülkelerin ekonomileri günden güne yavaşlıyor. Dünya kapitalist sisteminin merkezi, yani Batı Avrupa ve ABD tam bir ekonomik durgunluk yaşıyor. Bu merkezlerde finansal mekanizmanın durumu da son derece önemli. Kriz zaten finans düzeyinde başladı ve bu düzeyde oluşan zarar, krizden çıkışı da zorlaştırıyor.
Bununla ilgili iki örnek verebiliriz. ABD Merkez Bankası nicel kolaylaştırma denen bir politika uyguluyor. Bu politika, para basmak ve finans sektörüne pompalamak anlamına geliyor. Son dönemde Merkez Bankası’nın her toplantısında bundan sonra bu politikanın uygulanmayacağı söyleniyor. Ancak bunu her söylediklerinde borsa çöküyor. İkincisi, Euro bölgesinde bankacılık sektörü çöküşün eşiğindeydi. Avrupa bankaları o kadar çok geri ödenmesi mümkün olmayan kredi vermişlerdi ki, hiç kimse Avrupa bankalarına kredi vermek istemiyordu. Dolayısıyla Avrupa Merkez Bankası, isteyen bankaya üç yıllığına 1 trilyon Euro kredi verebileceğini ilan etti. Bütün bunlar şunun göstergesi: Avrupa bankaları çok ciddi hasar görmüş durumda ve tümüyle devlete bağımlı halde.
‘Eroinman kapitalizm’
Bunun arkasında 2000-2010 arasında yaşanan dinamikler var. Her kriz bir önceki büyüme döneminden kaynaklanır. Bu krizin bir öncesindeki büyüme esas olarak çok büyük miktarlarda ucuz kredi verilmesinden kaynaklanıyordu. Çok düşük faizle çok büyük krediler almak çok kolaydı. ABD ve Avrupa bankaları bu ucuz kredileri alıp konut gibi sektörlere kredi olarak verdi. Kriz, bankaların dağıttıkları kredileri geri toplayamayacaklarını görmesiyle başladı. Bankaların sorunu buydu zaten: Yatırımları ciddi kayıplarla sonuçlandı, ama aldıkları kredileri geri ödemeleri gerekiyordu.
Eğer borcun varsa ve ödemekte zorlanıyorsan borçlarını ödemeye yoğunlaşmak zorundasın, kazandığın parayla ödeme yapmaya çalışırsın. Bu, kapitalist dünyada da böyle gerçekleşir; pek çok hane halkı bunu yapar. Pek çok insan ev almak için borç aldı, ama aldıkları evin değeri kriz nedeniyle aldıkları krediden çok daha az bir meblağa düştü. Dolayısıyla pek çok aile o borçları geri ödemeye çalışıyor. Borç ödemek için tasarruf yapıyor, harcamalarını azaltıyor. Harcamaların azalması ekonomiyi daraltıyor.
Bankalar da aynı dertten dolayı tasarruf tedbirleri doğrultusunda kredi vermeyi kesiyor. Bankalar kredi vermediğinde büyümek için, yatırım yapmak için bu krediye ihtiyaç duyan şirketler de zor durumda kalıyor. Yani bankaların bu tavrı ekonomiyi küçültüyor, durgunlaştırıyor. Bütün bunların sonucunda ABD ve Avrupa merkez bankalarının ekonomiye para pompalaması ekonominin istikrarı açısından olmazsa olmaz hâle geliyor.
Bu sisteme, ‘eroinman kapitalizm’ demek yanlış olmaz. Yani Amerika ve Avrupa’da büyük bankalar yaşayabilmek için devleten aldıkları paraya mahkûm durumda. Ama bir yandan da “piyasa”nın öneminden söz etmeyi sürdürüyorlar. Kısacası batı kapitalizmi olağanüstü ölçüde kırılgan.
Kâr oranlarının düşüşü
Burada sadece finansal bir krizden söz etmiyoruz. Krizin merkezinde kapitalizmin yapısal özelliklerinin yattığı çok açık. Geçtiğimiz onyıllar içinde kapitalizm giderek finansallaştı. Bu, ulus-devlet merkezli eski kapitalizmin gerilemesi ile ilgili bir gelişme. Şimdi öyle bir kapitalizmde yaşıyoruz ki büyük yatırım bankaları küresel ölçekte büyük önem taşıyor. Ama bu, resmin sadece bir parçası.
Bu krizin temelini algılayabilmek için çok daha uzun bir geçmişi olan birikim fazlası ve kârlılık krizini anlamak gerekir. Denklemin temel değişkeni kâr oranlarıdır. Kâr oranı şirketlerin başarı ölçüsüdür. Kâr büyüdükçe yatırım olanakları da artar. Başlıca kapitalist ülkelerde 1960’larda kâr oranları düşmüştür. Bunun sonucunda, 1960’ların sonlarından beri ekonomide sorunlar olduğunu biliyoruz. Neoliberalizmin amacı her şeyden önce kâr oranlarındaki bu düşüşü geri döndürmektir. Neoliberalizm sermaye birikiminin ve rekabetin önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmayı amaçlayan, işçi sınıfına çok daha büyük bir sömürü oranını kabul ettirmeye yoğunlaşan bir ekonomik siyasettir.
Neoliberal saldırılar karşısında işçi sınıfı çok büyük yenilgiler yaşamıştır. Marksist ekonomistler neoliberal dönem boyunca işçi sınıfının gerilediğini, acılar yaşadığını ve sömürünün arttığını belirtir. Ama sömürü oranı sadece işçilerin ne kadar sömürüldüğünü ölçer. Kâr oranı ise kapitalistlerin ne kadar kâr ettiğini ölçer. Sadece işçilere harcadıkları para açısından değil, yatırıma, makinelere ve fabrikalara harcadıkları para açısından da ölçer.
Kâr oranları 1960’lardaki düşüşün öncesindeki yüksek düzeylere hiçbir zaman dönemedi. Marx bu sorunun kaynağını kapitalistler açısından şöyle açıklar: Kâr oranını yükseltmek istiyorsan işçi sınıfını daha sıkı çalıştırman gerekir. Aynı zamanda sermayeyi de imha etmen gerekir. Kâr oranının düşük olması kârlı yatırımlar yapmak için elde sermaye olduğunu gösterir. Dolayısıyla mümkün olduğunca çok miktarda kârsız ya da az üretken olan sermayeden kurtulman gerekir. Neoliberalizm bunu becerebilmiş değil. Şöyle bir sorun var önlerinde: Büyümeyi nasıl devam ettirecekler. ABD ve İngiltere’de 1980’lerin sonuna doğru bunu nasıl yapacaklarının, nerdeyse tesadüfen, bir yolunu buldular: Finansal piyasalarda spekülatif balonlar oluşmasına izin verirsen ekonominin büyümesini sağlarsın.
Spekülatif balonu şöyle açıklayabiliriz: Bir evin veya bir hisse senedinin fiyatının makul olan düzeylerin çok üzerine çıkması. Bu balon oluştuğu zaman ev veya hisse senedi sahibi daha zengin olduğunu hisseder ve daha fazla harcama yapar. Daha da önemlisi, bu insanlar evin yükselen değerini göstererek daha fazla kredi alabilir. Milyonlarca insan daha fazla kredi alıp daha fazla alış veriş yapması ekonomiyi canlandırır. Bunu 2000’li yıllarda konut sektöründe çok net gördük.
Finansal balon sayesinde daha fazla para harcamak ekonomiyi canlandırmış oluyordu, ama sorun da burada başlıyordu: Balonlar her zaman patlar! Bu balon 2000’lerin ortalarında patladığında ekonomilerin bütünü üzerinde yıkıcı, imha edici bir etkisi oldu. Geçtiğimiz birkaç yılda finans sektörünün gördüğü hasar bu nedenle çok büyük. Finans sistemi kapitalizmin sinir sistemidir. Aynı zamanda kapitalizmin içsel büyüme motoru haline de gelmiştir. Finans sisteminin bu büyüme yönündeki motor işlevi, alttan alta devam eden düşük kâr düzeyini de telafi ediyordu. Tam da bu nedenle sistemin merkezinde, yani ABD ve Batı Avrupa’da krizden çıkmakta zorlanıyorlar.
“Yeni süpergüçler!”
Pek çok kişi alternatif bir büyüme motoru olabileceğini ümit ediyor ve bu motorun da Çin ve Türkiye gibi büyümekte olan ekonomiler olacağını düşünüyordu. “İşte yeni süper güçler!” çığlıkları atıldı. Burada kilit oyuncu Çin. Çin’in süpergüç olma ihtimal gerçekten var. Ama Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler için böyle bir şey mümkün değil. Ancak Çin’deki büyümenin geçtiğimiz dönemde Batı’da yaşanan balon büyümesine benzer bir büyüme olduğunu görüyoruz. Çin hükümeti, hâlâ devlet denetiminde olan bankalara milyarlarca dolar kredi aktarılması için talimat verdi. Bunun sonucunda konut sektöründe muazzam bir balon oluştu. Üretim kapasitesinde muazzam bir artış oluşurken karşısında talep artışı gerçekleşmiyor. Çin hükümeti bu balonun denetimden çıkacağı veya patlayacağı korkusuyla ekonomiyi geri tutmaya çalışıyor. Ama Çin ekonomisi yavaşlarsa ona mal satan diğer ekonomiler de bundan etkilenecek.
Geçtiğimiz iki yıl içinde büyümüş olan ekonomilerin de şimdi yavaşladığını görüyoruz. ABD ve Batı Avrupa’da bir toparlanma emaresi yok.
Bütün bunlar krizin hiçbir zaman sona ermeyeceği anlamına gelmiyor. Marx, “Kalıcı kriz diye bir şey yoktur” der. Ama krizden çıkışa işaret eden hiçbir kanıt da yok. Özellikle Avrupa’da ve kısmen ABD’de hükümetlerin uyguladığı politikalar durumu daha da kötüleştiriyor. Batı Avrupa’da egemen olan ekonomik yaklaşım; kemer sıkma politikası olarak özetlenebilir. Özel sektör daha az harcama yapıyor, düşük düzeyde, durgun, durağan seyrediyor ve dolayısıyla ekonominin bütününü geri tutuyor Ancak kemer sıkma politikaları da kamu sektörünün daha az harcama yapması anlamına geliyor. Şu ana kadar batı Avrupa ekonomilerini ayakta tutan destek devlet desteğiydi. Kemer sıkma politikaları sonucunda devlet harcamalarını azaltmak o desteğin de ortadan kalması anlamına geliyor.
Bunun ne anlama geldiğini Yunanistan, İrlanda, İspanya gibi ülkelerde görüyoruz. Avrupa Birliği bu ülkelere kamu borçlarını azaltma talimatı verdi, ama kamu harcamalarını kıstıkça ekonomiyi gücünü daraltmış oluyorlar. Bu da borç yükünün ekonominin bütününe kıyasla daha büyük bir yük haline getiriyor. Dolayısıyla bu ülkeler borçlarını azaltma hedeflerini karşılayamaz durumda. Avrupa Birliği’nin bu ülkelere dayattığı politikalar, tam da o politikalar nedeniyle borçların karşılanamayacağı koşulları yaratıyor. Kısaca, kemer sıkma politikaları ve devlet harcamalarını azaltma planının zır delilik olduğunu söylemek mümkün.
Alternatif politikalar
Peki, niye bu politikaları uyguluyorlar? Çok basit: Kapitalistlerin, politikacıların ve kültürel elitlerin zenginleşmesini daha da arttırmak istiyorlar. Kemer sıkma politikaları sınıfsal güç ve güdüyle ilgili bir eğilim. Geniş kitlelere karşı güç uyguladığın zaman (ki Avro bölgesinde yaşanan bu), olabilecek tek şey karşı bir sınıf gücünün buna tepki göstermesi olur. Bu nedenle, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde gerçekleşmekte olan kitle grevleri son derece önemli. Çünkü bu kemer sıkma politikalarını püskürtebilir ve farklı politikaların uygulanabileceği alanlar yaratabilir. Böyle bir sürecin başladığının küçük işaretlerini görmek mümkün. Hükümet içinde kemer sıkma politikalarını uygulama konusunda anlaşmazlık çıktığı için Hollanda’da hükümet düştü. Fransa cumhurbaşkanlığı seçiminde Sosyalist Parti’nin adayı Almanya’nın dayatmaya çalıştığı kemer sıkma politikalarını kalıcılaştırmaya karşı çıkıyordu. Bunlar çok küçük işaretler, Fransa’daki sosyalist partilere hiçbir güven duymamak gerekir, ama öte yandan bu partileri yükselten kitlesel direniş tabii ki çok önemli.
Bu direnişlerin sonucunda kitlesel destek kazanması mümkün olan alternatif politikalar gündeme gelebilir. Yeni, muhalif, alternatif politikalar rekabet ve kâr mantığını sorgulayan ve karşı çıkan politikalar olmalı. Demokratik olarak kararlaştırılan, kollektif ihtiyaçlar temelinde şekillenen taleplere yanıt veren politikalar olmalı. İçinden geçtiğimiz dönemin mücadelelerinin kazanacağı ya da kaybedeceği şeyler çok önemli. Kemer sıkma politikalarının yol açtığı inanılmaz insan acılarını sona erdirmek mümkün. Ama asıl önemli olan, bu mücadelenin içinden çok farklı bir zamana ve çok farklı bir dünyaya kapıların da açılıyor olmasıdır.