Bu yazı, Kilikya Ermeni Katolikosluğu tarafından 23–25 Şubat tarihleri arasında Beyrut’ta düzenlenen, “The Armenian Genocide: From Recognition to Compensation” konulu uluslararası konferansa tebliğ olarak sunulmuştur. Makale, Emval–i Metruke konusunda hazırlamakta olduğum kitapta yer alacak bazı hususları içermektedir.
Raphael Lemkin, soykırım kavramını ilk defa Axis Rule of Occupied Europe kitabında, 1944 yılında tanıttı. Kitap aslında Almanya tarafından işgal edilmiş 17 ayrı devlet ve bölgeye ait, 13 Mart 1938 ile 13 Kasım 1942 dönemini kapsayan 334 kanun, kararname ve yönetmeliğin derlemesidir.
Hukuk metinlerinin tanıtıldığı bir kitapta, soykırım kavramının anlatılması… Bu bir tesadüf olamaz. Altını tekrar çizmek gerek: Lemkin soykırım kavramını yakma-yıkma, öldürme veya toplu katletme gibi tüm soykırımlarda gözlenen barbarlık gösterileri ile birlikte sunmamaktadır. Kitabın yazımının tamamlandığı 1943 yılında Almanya’nın işlediği cinayetler bilinmiyor değildi. Ama Lemkin, kavramını bu cinayetlerin sıralandığı ve anlatıldığı bir çerçeve içinde sunmak yerine, “normal” telakki edilebilecek bir takım kanun ve kararnameler eşliğinde tanıtmayı tercih etmektedir.
Bu durumun, soykırım kavramı bugünkü algılayışımızla çok uyuştuğu söylenemez. Genel algıya göre soykırım, normal işleyen bir hukuk sisteminin çökmesi, sistemin “normal” yolundan sapmasının bir ürünüdür. Bu bakıșa göre, soykırım “medeniyete” ait kurumların işlemez olması ve bunların yerini “barbarlığın” alması anlamına gelir. Lemkin ise sanki bunun tam aksini söylemekte ve soykırımın, normal ve sıradan kabul edilebilecek hukuk metinleri içinde gizli olduğunu anlatmaktadır. Bunu yaparak, bizlere “soykırımın izini sadece insanlık dışı olarak tanımlanabilecek barbarlık gösterilerinde aramayın, onun izini hukuk metinlerinde sürün”, der gibidir.
“Hukuk sisteminin içine yerleşmiş bir olgu olarak soykırım”, ilginç bir tanım bu. Ve benim burada merkezî tezim de bu. Ermeni soykırımının izi, sadece barbarlık gösterilerinde değil, normal ve sıradan hukuk metinlerinde de sürülebilir ve bunu “kanunların ruhunu okumak” olarak adlandırmak istiyorum.
Bilindiği gibi, 1915 yılında Ermeniler sürgün edildiği zaman, geride bıraktıkları malların ne olacağı önemli bir sorun teşkil etti. “Emval-i Metruke” meselesi olarak adlandırılan bu konu, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da önemini korudu. Her iki dönemde bu konuda birçok kanun ve kararname çıkartıldı. Ana iddiam odur ki, gerek Osmanlı gerek Cumhuriyet döneminde çıkartılan bu kanun ve kararnamelerde Ermeni soykırımının izini sürmek mümkündür. Bu kanunlar esas olarak soykırım sürecinin bir parçası, onun yapısal bir unsuru olarak yaratılmış ve uygulamaya konmuştur.
Söylemek istenen, soykırımın sadece fizik imha anlamına gelmediğidir. Hatta daha ileri giderek iddia edilebilir ki, Ermenilerin fizikî olarak imha edilip edilmediklerinin bir ayrıntı gibi durduğu bir olgu ile karşı karşıyayız. Sürgün ve imhalardan çok sayıda Ermeni kurtulmuş olabilir; önemli olan, onların bir daha doğdukları yerlere, vatanlarına geri dönmelerinin engellenmesi ve o yerlerdeki izlerinin tümüyle yok edilmesidir. Hukuk bunun için vardır ve buna uygun olarak yapılmıştır. Bu anlamda soykırım, işleyen normal hukuk sisteminden sapma değil, bizzat hukuk sisteminin de bir ürünüdür ve onun aracılığıyla uygulamaya konmuştur.
Hukuk, Ermenilerin yaşam koşullarının ekonomik temellerinin ortadan kaldırılmasında ikili bir tarzda kullanılmıştır. Birincisi, Ermenilerin geride bıraktıkları mallar üzerindeki her türlü tasarrufta bulunma ve işlem yapma hakkı kanunen yasaklanmıştır. İkincisi, mallarının değerlerinin kendilerine ödenmesine ilişkin hiçbir kanun ve yönetmelik çıkartılmamış, yani bu mallar hukuk yoluyla gasp edilmiştir.
Lemkin Axis Rule of Occupied Europe adlı eserinde soykırımı, “ulusal grupların zorunlu yaşam temellerini, grubun kendisini imha amacıyla, yıkmaya yönelik farklı eylemlerin koordineli bir planı” olarak tanımlar ve “mülkiyete el konulmasını” bu planlı eylemlerin en önemlilerinden biri olarak sayar.[1] Ermeni mallarına el konulması, Ermeni soykırımının belki de en ayırt edici özelliklerinden biri olması itibarıyla, Lemkin’in tanımına verilebilecek örneklerin başında gelir.
Tabloyu tamamlayabilmek için, bir noktanın daha altını çizmek gerek. Her şeyin hukuki bir çerçeveye uygun olması ilkesi kendi içinde bir çelişkiyi de beraberinde getirdi. Ermenilerin tüm mal varlıklarına el koyarken, açıktan “bu mallar veya değerleri sahiplerine geri verilmeyecektir” denmedi, denemedi. Çünkü bu, devleti doğrudan hırsız konumuna düşürürdü. Oysa, devlet hırsız değildir ve vatandaşının malına karşılıksız el koymakla, yani hırsızlıkla suçlanamaz. Bu nedenle, Ermenilerin mallarına el koyma eylemi, bu malların ve/veya değerlerinin sahipleri adına idare edilmesi ve ne zaman olacağı belirsiz olmakla birlikte, asıl sahiplerine iade edilmesi ilkesine göre düzenlendi. Sözünü ettiğim çelişki buradadır: Bir taraftan kendisinin hırsız olarak suçlanmasını istemeyen bir devlet vardır ve Emval–i Metruke kanunlarının dilini buna göre ayarlamaktadır, ama öbür taraftan aynı devlet, Ermenilerin varlık temellerini imha ederek, hırsızlığı kurumsallaştırmak ve resmîleştirmek istemektedir. Mevcut hukuk sistemi bu çelişkinin üstüne kurulmuştur.
Hukuk sistemine içsel bu çelişki son derece önemli bir gerilimi ortaya çıkartmıştır. Tüm Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde çıkartılan kanunlarda, “Ermenilere malları veya değerlerinin karşılığı asla verilmeyecektir” biçiminde tek bir hükme rastlamak mümkün değildir. Söylediğim gibi, tüm bir hukuk sistemi, malların veya değerlerinin asıl sahiplerinin Ermeniler olduğu esasına göre örülmüş ve düzenlenmiştir. Fakat öbür taraftan, aynı hukuk sistemi, hiçbir Ermeni’ye “tek bir kıymık” bile vermemek esasına uygun olarak kurgulanmıştır. Her nasılsa hayatta kalmış bazı Ermenilerin veya onların varislerinin mallarını veya değerlerini almak istedikleri nadir durumlarda, onların mevcut hukuk sisteminin koridor ve dehlizlerinde nasıl kaybolduklarına ilişkin hikâyeleri duymayanımız var mıdır?
Tezimi bir başka biçimde ifade etmek gerekirse: Ermeni mallarına yönelik ortada “kanunsuz” hiçbir uygulama yoktur. Her şey kanunlara uygundur. Gerek Osmanlı Devleti gerekse Cumhuriyet hükümetleri gayrı-kanunî herhangi bir şey yapmamıştır ve hiç kimse onları kanunsuz iş yapmış olmakla suçlayamaz. Ama bu kanunlar soykırım eyleminin esaslı bir parçası, yapısal bir unsurudur. Ermeni soykırımı, Ermenilerin fizikî olarak imha edilmelerinin ötesinde, sağ kalsalar bile kendilerine hiç bir şeyin verilmemesi, varlıklarının ve izlerinin silinmesi amacına uygun olarak düzenlenmiştir. Yani hukuk sistemi, bir halkın varlık temelinin imhasının ana araçlarından biridir. Ve imha hırsızlığın hukukî kurumsallaşması ile gerçekleşmiştir. Bu anlamda bugünkü Cumhuriyet, kuruluşundaki bu büyük yapım hatasını tamir etmediği müddetçe, rahatlıkla kurumsallaşmış bir soykırım rejimi olarak da tanımlanabilir.
Yukarda sözünü ettiğim, hukuk sisteminde içsel olarak mevcut çelişki ve gerilim bu açında çok önemlidir. Bu da burada ileri süreceğim bir başka tezdir. Ermenilerin mallarını almalarını kesin olarak yasaklayan hiçbir kanun yoktur. Emval-ı Metrukeye ilişkin mevcut kanun ve kararnamelerin hiçbiri, Ermenilerin malları üzerindeki tüm haklarını kesin olarak kaybettikleri ve bu malları asla geri alamayacakları tezinin gerekçesi olarak kullanılamaz. Bu yol sadece bir takım hukuk oyunlarıyla tıkanmaya çalışılmıştır, o kadar.
Hatta iddia edilebilir ki, mevcut kanun ve kararnameler, Ermenilerin hâlâ malların asıl sahibi oldukları ve kendilerine geri verilmesinin zorunlu olduğu tezi için temel dayanak olarak da kullanılabilir. Özellikle Türkiye’nin kurucu belgesi olan Lozan Antlaşması başta olmak üzere, tüm hukuk metinlerinde, malların sahiplerinin Ermeniler oldukları, devletin onların yokluğunda bu malları idare ettiği ve (zamanı belirsiz olmakla birlikte) bu malların karşılığının kendilerine verileceği sürekli olarak tekrar edilmiştir.
Zannımca, Türkiye’nin hem içerde hem uluslararası planda, soykırımın inkârı konusunda bu denli saldırgan bir siyaset izlemesinin nedeni de budur. Türkiye devleti bilmektedir ki, Ermenilerin malların geri verilmesini, ulusal ve uluslararası kanunlara göre değil, saldırganlığı ile engelleyebilir. “Bu mallar Ermenilere ait değildir ve verilmeyecektir” derse, suç işlediğini, hırsızlık yaptığını kabul etmiş olacaktır. “Ermenilerindir” derse, o zaman malları veya değerlerini sahiplerine iade etmenin yolunu açmak zorunda kalacaktır. Hırsızlık yüz kızartıcı suçtur ve Türkiye bu suçu işlediğini bildiği için saldırgandır.
Kanun ve Kararnamelerin Ana Mantığı
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi Emval–i Metruke kanun ve kararnamelerinin nasıl soykırımın önemli bir parçası olarak inşa edildiklerini anlamak için, onları üç temel ilkenin ışığında incelemek gerekir. Böylece, hem nasıl Ermenilerin imhası doğrultusunda çok önemli bir araç olarak kullanıldıklarını anlayabiliriz hem de ama malların asıl sahiplerinin Ermeniler olduğu gerçeğini inkâr edemedikleri için büyük bir çelişkiyi bünyelerinde taşıdıklarını görürüz.
Birinci düzey, Ermenilerin sürgün edildikleri yeni yerlerde hangi esaslara göre yerleştirilecekleri meselesidir. İkinci düzey, Ermenilerin geride kalan mallarının veya değerlerinin kendilerine verilip verilmeyeceği, eğer verilecekse bunun hangi yollarla ve nasıl yapılacağı ile ilgilidir; üçüncü düzey geride kalan malların kimler tarafından ve nasıl kullanılacağı konusudur.
Kanun ve kararnameleri bu üç farklı düzey ışığında ele aldığımızda ilginç bir tablo ile karşılaşırız. Kanun ve kararnamelerde birinci düzey, “Ermenilerin nasıl yerleştirilecekleri”, hemen hemen hiç yoktur. Sadece sürgünün ilk başında çıkartılan bir kararnamede yer alan husus, daha sonraki kanun ve kararnamelerde hiçbir biçimde ele alınmaz. İkinci düzey ise, sadece genel bir ilke olarak tekrar edilir, o kadar. Kanun ve kararnamelerde malların gerçek sahiplerinin Ermeniler olduğu ve devletin bu malları onlar adına işlettiği kabul edilir, ama malların asıl sahiplerine ne zaman ve nasıl verileceğinden hiçbir biçimde bahsedilmez. Böyle bir konu yoktur, mevcut değildir.
Bu iki düzeyin yokluğu bize bir şeyi gösterir: İttihatçıların zihniyet dünyalarında ve pratik politikalarında Ermenilerin yerleştirilmesi ve mallarının karşılığının kendilerine verilmesi gibi bir mesele yoktur. Ermeniler yerlerinden sürüldükleri andan itibaren yok sayılmışlardır. Yok sayılan bir șey için herhangi bir düzenleme yapmak da gereksizdir. Kanunlar, sürgünlerin amacının Ermenileri yeni bir bölgeye yerleştirmek ve geride kalan mallarının karşılıklarını kendilerine vermek olmadığını ispat eder. Çünkü böyle bir amaç olsaydı, buna uygun kanun ve yönetmelik de olurdu.
Cumhuriyet yöneticileri için de benzer şeyler söylenebilir. Onların zaten birinci düzeye ilişkin, yani “Ermenilerin yeni yerlerine yerleştirilmeleri” gibi bir sorunları yoktu. Ermenilerin çoğu ya imha edilmiş ya da yaşayanlar yeni devletin sınırları dışında kalmıştı. İkinci düzeye ilişkin olarak, çıkartılan kanun ve kararnameler, aynı İttihatçı dönemde olduğu gibi, genel bir ilkeyi tekrar eder. Malların asıl sahipleri Ermenilerdir; mal veya değeri onlara geri verilecektir; ve sadece Ermenilerin yokluğu nedeniyle devlet bu malları veya gelirlerini onlar adına işletmektedir. Ama ortada son derece ciddi bir problem vardır: Ya sağ kalan Ermeniler geri dönmek isterse, ya da kendileri veya öldürülmüş olsun–olmasınlar varisleri malları geri isterse ne olacaktır? Üstelik Lozan başta olmak üzere, imzaladıkları çeşitli antlaşmalarda, malları veya değerlerini Ermenilere geri verme sözü vermişlerdir.
Cumhuriyet döneminin çözmek zorunda olduğu en temel problem budur ve oluşturulan hukuk sisteminin en büyük sınavı ve “başarısı” da bu konudadır. İçerde veya dışardaki Ermenilerin el konulmuş mallarını geri almalarını engellemek amacıyla, tıpkı bir ipek böceğinin kozasını örmesi inceliğinde, tüm detayları düşünülmüş, delikler ve boşluklar ortaya çıktığında yeniden örülmüş mükemmel bir hukuk sistemi oluşturulmuştur. Bu sistemin en büyük hedefi, Ermenilerin ülkeye topluca veya birey olarak girmelerinin ve mallarını istemelerinin önüne set çekmektir. Bunun hukuken imkânsız olduğu bazı durumlar söz konusu olmuștur. Bu durumda ise, hukukun dışına çıkmaktan hiç çekinilmemiştir. Yukarda sözünü ettiğim, hukuk sistemi içindeki çelişki ve gerilim en açık biçimde Cumhuriyet dönemi kanun ve kararnamelerinde gözlenir.
Her iki dönemde çıkartılan tüm kanun ve kararnamelerin ortak esas konusu ise, üçüncü düzey olarak tanımladığım sorunla ilgilidir. Geride kalan taşınır-taşınmaz Ermeni malları nasıl kayda geçirilecek; satılacaklarsa nasıl satılacak; eğer dağıtılacaksa, kimlere hangi kurallara göre dağıtılacaktır. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi kanun ve kararnameleri, bütün ayrıntılarıyla esas olarak bu konuyla uğraşmıştır. Kanun ve kararnamelerin gösterdiği tek gerçek vardır; devlet, oluşturduğu hukuk sistemi ile Ermenilerin Anadolu’daki varlıklarının maddî temellerini yok etmek istemektedir. İmha, hukuk sisteminin içine işlenmiştir. Tüm mallara el koyma pratiği bir milletin imhasının aracı olarak örgütlenmiş ve düzenlenmiştir.
İlk Kanun ve Kararnameler
Ermenilerin geride kalan mallarına ne yapılacağına ilişkin ilk adım 30 Mayıs 1915 tarihinde alınmış bir Bakanlar Kurulu kararı ile atılmıştır. Bu karar, aynı gün, Dahiliye Nezareti İskan–ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti tarafından 15 maddelik bir Nizamname biçiminde ilgili yerlere gönderilmiştir.[2] Gerek Bakanlar Kurulu kararı gerekse 15 maddelik Nizamname, esas olarak yukarıda saydığımız birinci ve ikinci düzeylere ilișkindir.
Bakanlar Kurulu kararı, genel bir kuralın ilanı biçimindedir ve yeni yerlerine gönderilen Ermenilere daha önce sahip oldukları malî ve ekonomik durumları oranında, emlâk ve arazi dağıtılacağı; muhtaç olanlara ev inşa edileceği; çiftçilere tohumluk, meslek sahiplerinden ihtiyacı olanlara alet ve edevat dağıtılacağı ilan edilir. Ayrıca, Ermenilerin “ayrıldıkları yerlerde kalan eşya ve mallarının ya da bunların değerlerinin karşılığının kendilerine aynı şekilde” verileceği belirtilir. Yine bunun gibi, gelir getiren “zeytin, dut, bağ ve portakal bahçeleri ile dükkân, fabrika, han ve depo gibi gelir getiren mallarının açık artırma ile satılarak yahut kiralamak suretiyle toplam bedelleri kendilerine verilmek üzere sahipleri adına geçici olarak mal sandıklarına”[3] yatırılacağı söylenir.
15 maddelik Nizamname ise, tümüyle Ermenilerin sürgünü sırasında alınacak tedbirlere ve nasıl yerleştirileceklerine ilişkindir. Ve “iskân edilen her aileye daha önceki iktisadî durumları ve şimdiki ihtiyaçları göz önüne alınarak yeterli miktarda arazi” verileceği tekrar edilmektedir. 15 maddelik Nizamname içinde, geride kalan mallara ne olacağı konusunda hiçbir şey belirtilmez. Bu kararname ve nizamnamenin önemi şudur ki, normal olan, açıklanan bu genel ilkelerin hayata geçirilmesi doğrultusunda bir dizi kanun ve kararnamenin yayınlanmasıdır. İşte bu hiçbir zaman yapılmamıştır. Yoktur. Bunun yerine, kanun ve kararnameler artık esas olan mesele ile ilgilenmeye başlar. Ermenilerin maddî yaşam koşullarının imhası ve bu amaca uygun olarak ekonomik varlıklarına el konulması…
Bu konuda ilk önemli belge 10 Haziran 1915 tarihinde yayınlanan 34 maddelik yönetmeliktir.[4] Yönetmelik ile geride kalan mallara nasıl el konulacağı ayrıntılı olarak düzenlenir. En önemli husus, 10. maddedir. Bu madde ile Ermenilerin malları hakkında vekâletname yoluyla bile olsa, işlem yapma hakkı yasaklanır. Mallar hakkındaki tüm işlemler kurulacak Emval-i Metruke Komisyonları üzerinden yürütülecektir. Bir diğer önemli kural, taşınır ve taşınmaz malların veya gelirlerinin, gerçek sahipleri adına kayda geçirilecek olmasıdır.
Birinci ve ikinci düzey hakkında yapılacak işlem konusu, 34 madde içinde sadece tek bir maddede (22. madde) ele alınır ve konumuz açısından son derece önemlidir. Çünkü açık artırma ile satılan veya kiralanan Ermeni mallarından elde edilen gelirlerin “sahipleri adına emaneten mal sandıklarına” bırakılacakları söylendikten sonra, “daha sonra yapılacak duyuruya göre sahiplerine verilecektir” denir.[5] İşte bu duyuru hiç yapılmayacaktır. Çünkü Ermeniler yok sayılacaklar; yerleştirilmeleri ve mallar veya gelirlerinin karşılığının kendilerine verilmesi hususu kanun ve kararnamelerin konusu olmaktan çıkacak, bir daha ele alınmayacaktır.
10 Haziran 1915 yönetmeliği ile başlayan süreci, Ermenilerin maddî yaşam koşullarının ortadan kaldırılması amacına uygun hukuk sisteminin yaratılması süreci olarak da okuyabiliriz. Bu doğrultudaki en önemli adım 26 Eylül 1915 tarihli 11 maddelik kanun ve bu kanunun nasıl uygulanacağına ilişkin 8 Kasım 1915 tarihli, 25 maddelik kararnamedir.[6] Kanun ve kararnamede, birinci ve ikinci düzey sorunlara ilişkin, 30 Mayıs 1915’teki genel ilkenin tekrarı ötesinde hiçbir şey yoktur. Kanunun ikinci maddesinde, malların gelir ve değerlerinden, “tasfiyeden sonra kalacak miktar sahiplerine verilir” ilkesi tekrar edilir.[7] Kararnamenin 17. maddesinde ise, sadece “sahipleri bilinmeyen malların bedelleri(nin)… daha sonra Hükümet tarafından adı geçen köy veya mahalle halkının iskân edildiği mahalle” gönderileceği[8] söylenir, o kadar.
Birinci ve ikinci düzey konusunda, düzenleyici tek bir hüküm bile içermeyen kanun ve kararnamede iki husus çok önemlidir. Birincisi husus, el konulacak mal ve varlıkların kapsam alanının genişletilmiş olmasıdır. Bu üç ayrı şekilde yapılmıştır. A) Ermenilerin sürgünlerinden 15 gün öncesine kadar, mal ve varlıklar üzerinde yaptıkları her türlü işlemin iptal edilebileceği ilan edilmiştir; B) Ermeni malları üzerine daha önce mahkemelerce alınmış herhangi bir haciz kararı varsa iptal edilmiş ve mallar doğrudan devlete geçmiştir; C) Eğer Ermenilerin başkalarından alacakları varsa, bunların doğrudan devlet tarafından toplanacağı karar altına alınmıştır. Böylece Ermenilerin başka kanallardan alacaklarını tahsil etme imkânı kanun yoluyla kapatılmıştır. İkinci husus, Ermenilerden alacaklı olan yerli ve yabancı kişi ve kuruluşlara alacaklarının verileceği ilan edilmiştir. Önemli olan husus, Ermenilerin alınacak kararlara hukuken itiraz etme kapısının da kapatılmış olmasıdır.
İlgili kanun ve kararnamenin, taşınır ve taşınmaz mallar, bağ, bahçe ve işletmelerin nasıl tasfiye edileceği; alacaklıların, haklarını nasıl tashih edecekleri hususunu detaylı ve titiz olarak düzenlemiş olması dikkat çekicidir. Özellikle 8 Kasım 1915 tarihli kararname, burada ileri sürülen tez açısından son derece önemlidir. İki ayrı bölümden oluşan kararnamede, farklı görevlerle yükümlü Heyet ve Tasfiye Komisyonları ve bunların teşekkül şekilleri; ücretleri dahil çalışma koşulları; farklı bakanlık ve devlet daireleri arasındaki görev ve yetki dağılımları; alacakların borçları için yapacakları başvuru için gerekli belgeler; ilgili mahkemelerin safhaları; malların tasfiye sürecinde izlenecek kurallar; tutulacak farklı defterlere ait ayrıntılı hükümler ve defter örnekleri, her şey ama her şey son derece ayrıntılı bir biçimde düzenlenmiştir.
Ermenilerin yerleşimlerini ve mallarının karşılıklarının kendilerine verilmesini sorun eden bir hükümetin, en azından bunun yarısı kapsamında bile olsa bir kanun ve kararname çıkartması beklenirdi. Anlatmak istediğimiz “yokluk” budur. 26 Eylül ve 8 Kasım 1915 kanun ve kararnamesi, bir halkın maddî yaşam koşullarının ortadan kaldırılmasının hukuk şaheseri olarak da okunabilir.
İttihat ve Terakki hükümetinin yıkıldığı Ekim 1918’e kadar başka bazı değişiklikler de yapılmıştır, ama bu konumuz açısından önemli değildir. 1918’e kadar olan dönem itibarıyla, Ermenilerin varlık koşullarının temelleri tamamıyla yok edildi diyebiliriz. Şimdi asıl sorun, her nasılsa hayatta kalmış Ermenilerin geri dönmeleri ve mallarını isteyecek olmalarıdır. Bunu engellemek görevi de Cumhuriyet hükümetlerine düşecektir. Cumhuriyet döneminde, bir dantel inceliğinde örülen hukuk sistemi ile, Ermenilerin geri dönmeleri ve malları üzerinde hak iddia etmelerinin önü kesilmeye çalışılmıştır.
İttihatçılardan Cumhuriyet’e Geçiș Dönemi
İttihatçıların iktidardan düştükleri Ekim 1918 ile yeni Türkiye Hükümeti’nin el konulmuș Ermeni malları ile ciddi olarak uğraşmaya başladığı 14 Eylül 1922 arasını bir geçiș dönemi olarak telakki etmek mümkündür. Bu geçiș döneminde, İstanbul’daki değișik hükümetler, savaş döneminde Ermenilerin sürgünü ve mallarına el konulması konusunda çıkartılan kanunları sırayla iptal eder. Önce, 4 Aralık 1918 tarihinde, savaş döneminde tehcire ilișkin çıkmış olan geçici kanun Meclisçe Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilir.[9] Bunu 8 Ocak 1920’de, 26 Eylül ve 8 Kasım 1915 tarihli kanun ve kararnamelerin iptal edilmesi izler. Aslında Ermenilerin geri dönmesine müsaade ve mallarının iade edilmesi, İttihatçı hükümetin yıkılması ve yerine Ahmet İzzet Paşa kabinesinin kurulmasıyla hemen başlamıştır. 1918 Ekim’inden itibaren konu hakkında bir birini takip eden kararnameler çıkartılır ve malların iadesiyle ilgili düzenlemeler yapılarak ortaya çıkan sorunlar çözülmeye çalışılır.
Geçiș dönemi boyunca yapılan değişiklikler, iki açıdan kendilerinden önceki dönem kanun ve kararnamelerin amacının, Ermenilerin maddî yaşam koşullarını imha etmek olduğunu gösterir. Birincisi, 1918 sonrası geri dönen Ermenilere malları hiçbir önkoşul ileri sürülmeden iade edilmiștir. Oysa 1915’te çıkartılan kanun ve kararnamelerde, Ermenilere, geride bıraktıkları malların karşılıklarının gittikleri yerlerde ödeneceği sözü verilmişti. Bu ödemeler yapılmıș olsaydı, 1918 sonrası sağ kalan Ermeniler döndüklerinde, kendilerine yapılmıș ödemeler geri istenirdi. Veya Ermenilere malları veya değerleri verilirken, bu miktarlar hesaptan düşürülürdü. Bunların hiç birinin adının bile anılmamış olması, daha önce malların değerlerinin ödenmesi konusunda hiçbir işlem yapılmamış olduğunun en açık kanıtıdır.
İkincisi, geçiș döneminde, geri dönen Ermenilerin yerleștirilmesi ve mallarının kendilerine iade edilebilmesi için bölgelere onlarca tamim gönderilmiș, yönetmelikler çıkartılmıştır. Bu, 1918 sonrası hükümetlerinin geri dönen Ermenileri yerleştirme ve mallarını iade etme gibi politikalarının var olduğunu gösterir. Oysa, yukarda gösterdiğim gibi, 1915-8 döneminde bu konuda hemen hiçbir kanun ve yönetmelik çıkartılmamıştır. İki dönem arasındaki bu farklılık bile 1915-8 döneminde Hükümetin, Ermenilerin yerleştirilmeleri ve mallarının değerlerinin kendilerine verilmesi gibi bir politikasının olmadığını gösterir.
Ara döneme ilișkin eklenebilecek bir bașka önemli bilgi, 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr antlaşması ve ilgili hükümleridir. Antlaşmanın 144. maddesi konumuzla doğrudan ilgilidir ve Osmanlı Hükümeti’nin 8 Ocak 1920 tarihli kararnamesi ile paralellik arz eder. Bu maddeye göre Osmanlı hükümeti, 1915 tarihli Emval-i Metruke Kanunu’nun ve bu kanunu tamamlayan diğer hukukî düzenlemelerin haksız ve hükümsüz olduğunu kabul etmektedir.[10] Yine bu madde gereğince, Osmanlı hükümeti 1 Ağustos 1914 tarihinden beri memleketlerinden zorla sürülen Türk olmayan Osmanlı vatandaşlarının (Ermenilerin) memleketlerine ve işlerine geri dönmesini sağlayacağını resmen taahhüt etmiștir. Ayrıca, el konulmuș taşınır ve taşınmaz mallar -kimin elinde bulunursa bulunsun- derhal iade edilecektir.[11] Bu amaca uygun olarak, 1 Ağustos 1914 tarihinden sonra emval-i gayri menkule hakkında yapılmış bütün kanunî işlemler iptal edilecek, malların tazmini Osmanlı hükümeti tarafından yapılacak ve bu tazmin iadenin tehirine bahane olmayacaktır.[12] Görüldüğü gibi, Sevr’de karara bağlanan hususlar, aslında Osmanlı Hükümeti tarafından zaten yürürlüğe konmuş bulunuyordu.
İmha sürecinin yaralarını sarmak olarak da telakki edilebilecek bu ara dönem kısa sürecek ve 4 Kasım 1922’de Ankara’da kurulan yeni rejimin İstanbul’u kontrol altına alması ile sona erecektir. Bu tarihi Osmanlı İmparatorluğu’nun bitiş tarihi olarak da kabul edebiliriz.
Cumhuriyet Döneminin İlk Uygulamaları
Yeni Türkiye Hükümeti’nin, Ermeni mallarına yönelik olarak yaptığı ilk kapsamlı uygulama, 8 Ocak 1920 tarihli kararnameyi, 14 Eylül 1922 tarihinde iptal etmesidir. İptalin nedeni, Lozan görüşmelerinin başlayacak olmasıdır. Yukarda aktarıldığı gibi, 8 Ocak kararnamesi Ermenilere ait tüm malların veya değerlerinin iade edilmesini öngörmektedir ve bu hüküm Türkiye Cumhuriyeti hükümeti için de bağlayıcıdır. Lozan görüşmelerinde Müttefikler, Ankara Hükümeti’nden, Sevr antlaşması ile de tasdik edilmiș olan bu kararnamenin yükümlülüklerinin yerine getirilmesini isteyebilirlerdi. Oysa, Cumhuriyet Hükümeti, İttihatçı politikaları devam ettirmek ve Ermenilere hiçbir șey vermemek istemektedir.
Kanunun kaldırılması için yapılan görüșmelerde Maliye Bakanı, eğer bu madde ortadan kaldırılmaz ise, Müslümanlara dağıtılmış olan Ermeni mallarının geri verilmek zorunda kalınacağının altını çizer. Bakan, Lozan görüșmelerinde, “bugüne kadar tatbik ettiğiniz ahkâmı yine tatbik edin, bașka şey istemiyoruz” denmesinden korkmaktadır. Bakana göre, yürürlükte olan kararname, Ermenilere bir takım haklar sunmakta ve “Müslümanların uhdesine geçmiş olan emval ve emlâki derhal, bilâmuhakeme sahip olana” vermektedir. Ve doğacak “maddî ve manevî bütün mesuliyetin maliyetini de” hükümet ödemek zorundadır.[13] Bakana göre bunlar kabul edilecek șeyler değildir ve kanunun bir an önce yürürlükten kaldırılması “çok mübrem [zorunlu, kaçınılmaz] ve müstacel [ivedi] bir husus[tur].”[14]
Kararnamenin niçin iptal edilmesi gerektiği konusundaki en önemli neden, kararnamenin henüz Ermenilere ait Emval-i Metrukenin “onda birine” uygulanmış olmasıdır. Yani malların onda dokuzu daha sahiplerine geri verilmemiştir. “Fakat bu kararname kanun olarak mevcut oldukça” tatbik etmek mecburîdir. Bu nedenle bir an önce ortadan kaldırılması gerekir.[15] Herhalde Ermenilerin el konulan mallarının onlara asla geri verilmeyeceği bundan daha açık bir biçimde itiraf edilemez.
TBMM 8 Ocak 1920 tarihli kararnameyi reddetmekle İttihat ve Terakki döneminde çıkarılan 26 Eylül 1915 tarihli kanun ile 8 Kasım 1915 tarihli nizamnameyi de tekrar yürürlüğe koymuş oluyordu. Artık Ermenilerin mallarına el konulmasına ilișkin başlamış ve ama İttihatçıların yenilgisi nedeniyle yarım kalmış sürecin tamamlanmasına devam edilebilirdi.
İlk iş olarak 13 Ekim 1922’de bir kararname yayınlandı ve yeniden yürürlüğe girmiș olan 8 Kasım 1915 tarihli nizamnamede, dönemin koşullarına uygun bazı değişikliler yapıldı.[16] Teknik bazı ayrıntıları içeren bu değişikliklerden bir tanesi çok önemlidir ve buna göre, genel savaştan önce veya sonra her ne suretle olursa olsun seyahat amacıyla yabancı veya işgal edilmiş ülkelere gidip henüz dönmemiş olan kişilerin dönüşüne kadar, taşınır ve taşınmaz malları hükümetçe idare olunacaktır.[17] Böylece hükümetin kontrolüne girecek malların kapsamı 1915 döneminden 1920’lere de kaydırılmış oluyordu.
Artık Türkiye Hükümeti Lozan’a hazırdır.
Cumhuriyeti Bir Kale Gibi Örmek
Emval–i Metruke Kanunlarında Lozan çok önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye Lozan’a, sürdüğü hiçbir Ermeni’yi geri almamak ve onlara hiçbir şey vermemek kuralını esas alarak gitti, ama bunu gerçekleştiremedi. Lozan, Ermeni mallarının iade edilmesi konusunda tam bir dönüm noktası oldu ve Türkiye, bireysel düzeyde mallarını isteyenlere verebileceği ilkesini kabul etmek zorunda kaldı. Mesele üç ayrı düzlemde (düzeyde) ele alındı ve tartışıldı. Antlaşmanın maddelerini takip edersek, konu önce vatandaşlık hakları çerçevesinde gündeme geldi ve 30. ve 36. maddeleri ile bazı düzenlemelere gidildi. Buna göre, Osmanlı toprakları üzerinde kurulan devletlerden herhangi birisinin sınırları içinde kalmış kişi, isterse diğer devlete gidebilecek ve oranın vatandaşı olabilecektir. Bu maddeler ile Türkiye sınırları dışında sağ kalmış Ermenilerin geri dönmeleri imkân dahiline geliyordu.
Konu, ikinci olarak, “Mallar, Haklar ve Çıkarlar” başlığı altında anlaşmanın 65. ile 72. maddeleri arasında ele alındı. 65. maddenin 3. paragrafı doğrudan konumuzla ilgilidir. “İşbu Antlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan bir toprakta mevcut olup Osmanlı Hükümeti tarafından olağanüstü savaş tedbirlerine tabi tutulmuş olduktan sonra bahsi geçen toprakta icrayı hakimiyet eden Devletin hala yedinde bulunan teşhisi mümkün bütün emval ve hukuk ve menafi sahibi meşrularına, bulundukları hal üzre, iade edilecektir. Bahsi konu olan arazi üzerinde icrayı hakimiyet eden Devlet tarafından tasfiye edilmiş olan emvali gayri menkule dahi ayni aynı iade muamelesi yapılacaktır. Efrat arasında bundan ayrı olan bilcümle hak kazanılan müddeiyatı, yetkililer mahalli mahkemelere ricacı olacaktır.”[18] Böylece Türkiye, savaş sırasında Ermenilerin el konulan mallarını onlara vermeyi kabul etmiş oluyordu. Ayrıca aynı maddede konuya ilișkin doğabilecek tüm sorunların halledilmesi amacıyla Hakemli Karma Mahkemesi kurulması kararı alındı ve bu Karma Mahkeme’nin nasıl çalışacağı da Antlaşmanın 92. ve 98. maddeleriyle düzenlendi.
Lozan’ın maddeleri son derece açıktır: Ermenilerin geri gelme ve mallarını geri istemeleri mümkündü. İşte, Türkiye’nin hukuk cambazlığı bundan sonra başlayacaktı. Ne yapmak gerekir ki, Ermenilerin geri dönme ve mallarını geri istemelerinin önüne geçilebilsin? Lozan’ın hükümleri resmen çiğnenemeyeceğine göre, bu çerçeve içinde yollar bulunmalı ve Ermenilerin geri dönmeleri, mallarını istemeleri engellenmeliydi.
Bu konuda akla gelebilecek her husus Lozan’da ele alındı ve tartışıldı. Ermeniler üç türlü geri dönebilirdi. Birincisi, kendilerine tahsis edilen özel bir yere yerleştirilebilirlerdi. Bu konu Ermenilere bir “Ermeni Yurdu” yaratmak çerçevesinde tartışıldı ve Türkiye, ulusal güvenlik tezini kullanarak bunu kategorik olarak reddetti ve talebini kabul ettirdi. İkincisi, herhangi özel bir yere değil, ama dağınık yerleşmek koşuluyla, gene topluca geri gelebilirlerdi. Türkiye, gene ulusal güvenlik gerekçesini göstererek, bu toplu dönüşlere de müsaade etmeyeceğini söyledi. Fakat konu, birey olarak Ermenilerin geri dönüp dönemeyeceği noktasına gelince, Türkiye’nin yapabileceği fazla bir şey yoktu. Çünkü toplu olarak girmelerine izin vermeyeceği Ermeniler, diğer ülkelerin vatandaşları olacaklar ve o ülkelerin vatandaşları olarak istedikleri zaman Türkiye’ye gelebileceklerdi. Bunu engellemek mümkün değildi. Nitekim Türkiye, önce direnmek istemişse de, sonra bireysel bazda olmak koşuluyla geri dönmelere itiraz etmeyeceğini kabul etmek zorunda kalmıştı.[19]
Sonuçta oluşturulan hukuk sistemi, bireysel bazda Ermenilerin geri dönmeleri ve malları üzerinde hak iddia etmelerine imkân tanıdı. Daha da kötüsü, Türkiye Lozan’ın bu açık hükümlerine dayanarak kendi iç hukuk sistemini de değiştirmek zorundaydı ve öyle de yaptı. Yeni düzenlemelere göre, Lozan’ın yürürlüğe girdiği Ağustos 1924 tarihi itibarıyla, Ermeniler mallarının başlarında ise, malların kendilerine iade edileceği kabul edildi. Eğer mallarının başında değillerse, mallar Emval-i Metruke olarak muamele görecek ve devlet tarafından, ama yine asıl sahipleri olan Ermeniler adına, işletilecekti.
Görüldüğü gibi, oluşan sistem, bir takım boşluklara, deliklere sahipti. Ve Ermenilerin geri dönmesinin önü tamamıyla kapatılamamıştı. İşte Türkiye, tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca bu hakkı kullanılamaz hale getirmeye çalıştı. Birbiri ardı sıra çıkardığı onlarca kural ile Ermenilerin girmelerini zorlaştırmaya çalıştı. Deyim yerindeyse, Pasaport Kanunu başta olmak üzere, elindeki bütün hukukî imkânları seferber ederek, Türkiye’nin etrafına bir duvar örmeye çalıştı.
Bunda başarılı olamadığı durumlarda ise, kendi kanunlarını çiğnemekte hiç mahzur görmedi. Örneğin, 1924 yılında bazı Ermenilerin Türkiye’ye girmeyi bașarması ve mallarını geri almak istemesi, tam bir politik kriz haline dönüştü. Ermenilerin birey olarak girmelerini engelleyemeyen Bakan hakkında soruşturma açıldı ve bazı görevliler istifa etmek zorunda kaldı.[20] Sonuçta, hukukî yollardan ülkeye girmeyi başaran Ermeniler, deyim yerindeyse, “tekme tokat”, hiç bir kanunî gerekçe göstermeden kovuldu.
Yukarda bahsettiğim, hukuk sistemi içinde mevcut gerilim budur. Ve Türkiye bugün hâlâ bu gerilimi yaşamaktadır. Ermenilerin mallarını asla geri alamayacaklarını söyleyen bir hukuk kuralının yokluğu ve imkânsızlığı ile Türkiye’nin tek bir şey vermek istememesi arasındaki büyük gerilimdir bu… Ve bugün Türkiye’nin 1915’i inkâr etmesinin ana nedenlerinden birisi, belki de en önemlisi, burada yatmaktadır. Türkiye’nin saldırgan bir inkâr politikası izlemesinin nedeni de budur. Elinde hırsızlığının üstünü tümüyle örtebilecek ve haklı gösterebilecek tek bir hukuk kuralı mevcut değildir, saldırganlığından başka…
[2] BOA/MV, 198/163, 17 Mayıs 1331, aktaran Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, (Van: Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörlüğü, 1990), 112,115; (Ankara: Genelkurmay Basım Evi, 2005), 131-3; 427–438.
[3] Genelkurmay Başkanlığı, Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri, 1914–1918, Cilt 1, 132.
[4] a.g.e., 139-42.
[5] a.g.e., 141.
[6] 26 Eylül 1915 tarihli kanun için: Takvim–i Vekayi, no: 230314 Eylül 133. 8 Kasım 1915 tarihli kararname için: Takvim-i Vekayi, no: 2343, 28 Teşrinievvel 1331. Tam metinler için ayrıca bakınız Sâlahaddin Kardaş, ‘Tehcir’ ve Emval-i Metruke Mevzuatı (Ankara: T.C. Maliye Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı, 2008).
[7] a.g.e., s. 27.
[8] a.g.e., s. 60.
[9] Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, 1 Teşrinievvel-21 Kanunuevvel 1334, devre: III, içtima senesi: 5, cilt 1, (Ankara: T.B.M.M. Basımevi, 1992), 114.
[10] Nihat Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, Cilt 1: Osmanlı İmparatorluğu Andlaşmaları, (Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayını, 1953), 573.
[11] a.g.e.
[12] a.g.e., 574.
[13] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 14 Eylül 1922, Devre: 1, Cilt: 3, İçtima Senesi: III, 769.
[14] a.g.e.
[15] a.g.e., 769.
[16] Sâlahaddin Kardaş, ‘Tehcir’ ve Emval-i Metruke Mevzuatı, 126.
[17] a.g.e., s. 127-28.
[18] Seha L. Meray (Haz.), Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, İkinci Takım, Cilt II, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001), 22.
[19] Seha L. Meray, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar–Belgeler, a.g.e., İkinci Takım Cilt I, Kitap I. s. 157.
[20] Konu hakkında T.B.M. Meclisi’nin gizli oturumlarında uzun tartışmalar yapılmıştır. Burada, 18 Şubat 1925 tarihli tartışmalar bir örnek olarak verilebilir. Bak, T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, Devre II, İçtima Senesi II, Cilt 4., 494–514.