Şavkar Altınel
Bir süre önce başlayan “muhafazakâr sanat” tartışması Yahya Kemal’i bir defa daha gündeme getirdi. Ama bu büyük şair gerçekten muhafazakâr mı?
Yahya Kemal’in şiiri belli birtakım tutum ve değerlerle birlikte bir tür “paket” oluşturur. Bu, kesin yargılara yol açmış bir pakettir. Solun gözünde Yahya Kemal’in şiirinin kökleri divan şirindedir, kendisi de bütünüyle Osmanlı kültürüne bağlıdır ve Cumhuriyet Türkiye’sine karşı gizli bir muhalefet içindedir. Böyle “gerici” bir şairin yazdıklarının okunmasını işin başından gereksiz ve hatta zararlı kılmak gibi önemli bir avantaja sahip olan bu görüş Yahya Kemal’in yapıtlarıyla herhangi ciddi bir tanışıklıktan etkilenip değişim tehlikesi geçirmeden günümüze dek gelmeyi başarmıştır.
Sağ da – bambaşka nedenlerden ve bambaşka bir vurguyla da olsa – temelde aynı görüşü benimsemek istemektedir; ama kendisiyle aynı safta olarak görmeye alışkın olduğu Yahya Kemal’i sola oranla daha iyi tanıdığından, şairin bu görüşle tam da örtüşmeyen yanlarının daha fazla bilincindedir. Dolayısıyla, sağın Yahya Kemal’e bakışı solun bakışının basit bir kopyası değil, bu bakışın biraz değişik bir versiyonudur. Bu versiyona göre, Yahya Kemal, evet, Osmanlı kültürüne ve “milli değerlerimize” bağlıdır, ama bu bağlılık gerçekleşmeden önce başından kısa bir gençlik macerası geçip o da başkaları gibi bir süre Batı’ya hayran olmuştur. Ama Paris’ten dönüşünü izleyen günlerde kendisini bir “nev-Yunani” ilan etmesine ve kültürümüzün Arap ve İran modellerini bırakıp Yunan ve Latin modellerini izlemesi gerektiğini ileri sürmesine kadar varan bu hayranlıktan çabuk kurtulmuş ve kendi kimliğimize döndükten sonra da bir daha bu kimlikten ayrılmamıştır. Şairin kendisinin “mektepten memlekete” sloganıyla lanse ettiği “dönüş” mitinin izlerini taşıyan bu tez genellikle solun “gerici Yahya Kemal” formülü kadar boş ve soyut bir “dönücü Yahya Kemal” formülünde takılıp kalır.
Batı’daki kökler
Ne var ki, ortada ne solun, ne sağın, ne de şairin kendi mitinin açıklayabildiği ölçüde Batı kültürünün etkisi altında olan bir Yahya Kemal vardır. Kişisel hayatına en fazla gömülüp en yoğun duygularla dolduğu anlarda kendisini ancak bu kültürün yardımıyla ifade edebilen; çocukluğunda “Byron’ı bedbaht eden melâl”i duyduğunu söyleyen, gençliğinde taparcasına hayran olduğu Baudelaire’i gerçekte hiç unutmadığını “Lâkin o bahçelerde geçen devre’den beri/ Kalbimde solmamıştır o şi’rin çiçekleri” diyerek itiraf eden ve olgunluk döneminde geliştirdiği “Rind” tiplemesini temellendirmek için bile “İsâ’yı çarmıhında, uzaktan, hatırlatır” benzetmesine başvuran bu Yahya Kemal’in gerçekten “milli” olduğunu söyleyebilmek hayli güçtür.
Batı’nın şairin üstündeki etkisi bu tür ölçü ve simgelerin kullanımıyla sınırlı olmayıp bütün duyarlığına sinmiştir. Yakından bakıldığında “milli” olmaya verdiği önemin bile Batı’da (ve Batı’dan) öğrenilmiş olduğu hemen görülebilir. Gerçekte, Yahya Kemal kültürümüzün oluşturduğu “ev”e dönen adam değil, bu evden ayrılıp bir daha geri gelmeyen adamdır.
Toy bir genç olarak Paris’e “firar eden” Yahya Kemal, ömrünün sonuna dek bağlı kalacağı düşünce ve değerleri bulmuş olarak geri döner. Paris’te edindiklerinden biri de “tarih zevki”dir. Daha önce tarihe ilgi duymazken, hocası Albert Sorel’in etkisiyle Türk tarihiyle ilgilenmeye başlar. Türk milliyetçiliğine Fransa’da okuduğu Fransızca bir kitaptan varmış olması ise Yahya Kemal’e ironik gözükmez, çünkü onu büyülüyen gerçekte Türklük olgusu değil, Fransa’dır. Fransa’nın büyüleyici yanı ise şairin bundan böyle yazı ve sohbetlerinde sık sık anacağı Camille Julian’ın “Fransız toprağı bin yılda Fransız halkını yarattı” sözünde gizlidir.
Yahya Kemal için burada önemli olan Fransa’nın bin yıllık bir tarihinin olması değil, bin yıllık bir tarihinin olduğunun bilincinde olmasıdır. Türkler’in aksine, Batılılar kendi kendilerinin bilincindedir, ulusal hayatlarını bu bilinçle yaşamış ve tarihlerini kayda geçirerek kendilerini kendilerine anlatmışlardır. Bu kayda geçirme ve anlatma büyük ölçüde resim ve nesir yoluyla olmuştur. Türk kültürü ise, Yahya Kemal’e göre, resimsiz ve nesirsiz olmak gibi, eski şehirlerimiz, yapılarımız ve kıyafetlerimiz hakkında bir fikir edinmemizi bile engelleyen “iki feci noksan”a sahiptir. Bundan böyle şair bu noksanlığın kötü sonuçlarını ortadan kaldırmaya çalışacak ve ırkının olmayan özbilincini yaratmaya girişip bizi bize anlatacaktır.
Bir tür oryantalizm
Bütün bunlarda Yahya Kemal’in gözünden kaçan öğe kendimizi kendimize anlatmamış olmamızın bir rastlantı olmayıp kendimiz olmanın bir parçası olduğudur. Bizi biz yapan özelliklerden biri de biz olduğumuzun bilincinde olmamamızdır ve bu durumu değiştirmek istemek bizi değiştirmek istemektir.
Batılı anlamda bir özbilince sahip olsaydık başka insanlar olacağımızın doğru olması gibi, yüzyıllarca böyle bir özbilince sahip olmadan yaşadıktan sonra kendimize bu şekilde bakmaya çalışmanın kendimize yabancı bir açıdan bakmak olduğu da doğrudur.
Gerçekte Yahya Kemal’de hemen sezilen bir tür “oryantalizm” vardır. Şairin, ulusunun özbilincini yaratma amacına bir düzeyde ulaşmış olduğu kuşkusuzdur. “Her yaz, şimale doğru asırlarca bu koşu”, “Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına” ve “Yedi yüz yıl süren hikâyemiz” gibi dize ve formülasyonlarda son derece etkileyici bir biçimde “bizi bize anlatan” bir Türklük mitinin olduğu yadsınamaz. Hiçbir noktada adi bir milliyetçiliğe düşmeden bize belli özellikleri olan bir ulusun üyeleri olduğumuzu duyarabilmesi Yahya Kemal’in en büyük başarılarından biridir.
Ama ümmet olmak konusunda durum farklıdır. Ulus olma bilincinin Türk kültüründe en çoğu Meşrutiyet’le birlikte girmeye başlamasına karşılık, ümmet olma bilincinin uzun bir geçmişi vardır. Sorun Yahya Kemal’in Türklere bir ümmet olarak bakmaya başladığı noktada ortaya çıkar. Burada şairin bildiğimiz (ya da bildiğimize inandığımız) bir gerçeklikle çelişki içine girdiğini, yabancılaştığını duyarız. Pierre Loti için olduğu gibi onun için de Doğu sonunda bir “rüya”dır. Bu sözcük Yahya Kemal’in şiir ve yazılarında en sık kullanılan sözcüklerden biridir. Türk çocukları “müslümanlığın çocukluk rü’yâsını” görürler, İstanbul’da yaşamak “en hoş ve uzun rü’yâda” yaşamaktır, Koca Mustâpaşa bir “güzel rü’yâ”dır, Eyüp’e gidenler “bir servi ve çini rü’yâsı içinde kaybolurlar”. Bu gibi sözler karşısında okurun “Hayır, Müslümanlar da gerçek hayatlar yaşayan gerçek insanlardır,” demek gereğini duymaması olanaksızdır; ama bu rüya ve hülya oryantalizmi bir kültüre başka bir kültürün gözüyle dışarıdan bakmanın kaçınılmaz sonucudur.
Divan şiirine kapalılık
Yahya Kemal, Türk kültürüne yerleştirmeye çalıştığı ulus olma bilincini Batı’dan aldığı gibi, şiir anlayışını da Batı’dan almıştır. Bu anlayış da Batı’nın özünde yatan, hayatın bilincinde olmak ve onu kayda geçirmek alışkanlığından kaynaklanır. Yahya Kemal için şiir, yaşananın, ulus olarak yaşanılan tarihle birey olarak yaşanan hayatın yazılmasıdır. Dolayısıyla, şiirin dilinin gerçekleri aktarmak için kullanılan günlük dil olması gerekir, söz sanatları gerçek şiirle ilgisi olmayan oyunlardır ve sonunda hayata bir “bakış” olan şiir her zaman bir bakış açısının bütünlüğüne sahip olup yekpare olmalıdır. Bu şiir anlayışının değişik öğeleri “beyaz lisan”, “ilimden, sanattan âzâdelik” ve “terkip” gibi bir dizi anahtar kavram halinde Yahya Kemal’in şiirle ilgili yazılarına serpiştitirilmiştir ve bu kavramların herbiri temelde divan şiirinin köklü bir eleştirisidir.
Ama divan şiirinden gelen şiir zevkine büyük ölçüde kapalı olan Yahya Kemal Batı’ya da bütünüyle açık değildir. Şiir anlayışının temelinde yatan, yaklaşık olarak Rönesans’la on dokuzuncu yüzyılın sonu arasındaki dönemin Batı şiiridir. Paris’te yaşadığı yıllarda gündemde olan modernizm ise onun üstünde gerçek bir iz bırakmamıştır.
Yahya Kemal kadar klasik Batı şiirine bağlı bir insanın bir dönemde bu şiirin Eski Çağ’daki köklerine inmek ve Türk şiirini “nev-Yunani” bir temel üstünde yeniden kurmak istemiş olması doğaldır. Ama Batı’da edindiği, her ulusun organik bir evrim içinde olduğu ve yalnız kendi tarih ve geleneğinden doğabileceği inancı onu sonunda nev-Yunaniliği bırakmaya itmiştir. Yahya Kemal’i gerçekte kapalı olduğu divan şiirine geri gönderen şey bu inançtır. Ama tabii Yahya Kemal’in geri döndüğü, kendisine ters gelen bütün öğelerden arındırılmış bir divan şiiridir. O bu şiirin başka her yanını bırakıp “aşk” dediği büyük lirik özünü almıştır. Yahya Kemal’in divan şiirinde gördüğü bu “aşk” da bir bakıma onun “rü’yâ”sı gibi oryantalist bir kavram, şairin yarattığı “şiirli Doğu” imajının bir parçasıdır; ama bir bakıma da Yahya Kemal divan edebiyatında gerçekten varolan bir lirik damarı ortaya çıkarmış ve bunu kendi şiir anlayışıyla yeniden işlemiştir.
Ama bu lirizm Yahya Kemal’in şiirinde öylesine değişik, divan şiirinin bütün başka özelliklerinden öylesine arındırılmış bir çerçevenin içinde yer almaktadır ki Yahya Kemal’in gerçekten Türk şiir geleneğini sürdürdüğünü söylemek kolay değildir. Yahya Kemal’in iki ünlü çağdaşı Ahmet Haşim ve Nazım Hikmet, onun aksine, kendi yazdıklarıyla divan edebiyatı arasında bir ilişki kurmaya çalışmamışlardır; ama yapıtlarının birçok bakımdan divan şiirinden gelen bir şiir zevkinin ürünü olduğu açıktır. Onların yanında Yahya Kemal Batılı ve yabancı durur.
Yahya Kemal’in sanıldığı kadar “milli” olmadığının son bir kanıtı da Türk şiiri üstünde kesin bir etki bırakamamış olmasıdır. Bu ilk bakışta şaşırtıcı bir iddia gibi görünebilir, çünkü Yahya Kemal’in edebiyatımızda bir tür Rönesans başlattığı ve yirminci yüzyıl Türk şiirinin temelde onun getirdiği yeniliklerden kaynaklandığı yaygın bir görüştür. Ama, bu yüzyılın en iyi Türk şairlerinin hepsinde Yahya Kemal’den gelen yanlar olduğu kuşkusuz olmakla birlikte, Türk şiirinin bünyesinin genel olarak Yahya Kemal’i reddetmiş olduğu da kuşkusuzdur. Günümüzün şiiri divan şiirinin Yahya Kemal’in en kuşkuyla baktığı özelliklerine dönmüş gibidir.
Yahya Kemal gibi, divan şiirinin lirik özünün modernizm öncesi Batı şiirinin yalın ve sağlam yapısıyla birleştirilmesi gerektiğine inanlar için bu üzücü bir tablodur; ama gerçek yalnızca, yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip bir geleneğin bir kez daha canlandığı yolundadır. Türk şiiri Yahya Kemal’le çıktığı kısa yolculuktan sonra gerçekten de evine dönmüştür. Yahya Kemal’in kendisi ise, her zamanki gibi, bu şiirin tarihsel çizgisinin dışında, büyük şiir yeteneği kadar yabancılığının da onu koyduğu uzak ve ulaşılmaz yerdedir.
Bu yazı, daha uzun şekliyle, yazarın şiir üstüne yazılarını derlediği Soğuğa Açılan Kapı adlı kitabında (YKY, 2003) yayımlanmıştır.